SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM
Şubat ayında Öcalan’ın örgütü feshetme çağrısından bu yana, çok sağlam temeller üzerinde ilerliyor görünmese de yeni bir çözüm süreci gündemde. Ben bu yazıda öncelikle Kürt sorunu dediğimiz şeyin ortaya çıkışını kısaca ele alıp, akabinde sürecin sağlıklı ilerleyip ilerlemediği konusuna değinip meseleyi köklü bir şekilde çözümlemenin bana göre nasıl mümkün olabileceğini kendi perspektifimden anlatmaya çalışacağım.
Malumunuz Osmanlı toprakları Kürtünden Arabına, Yahudisinden Ermenisine/Rum’una, Süryanisine, Arnavutuna, Çerkesine pek çok milletin uyum içinde bir arada yaşadığı bugün modern dünyanın kültürel çeşitlilik diye övündüğü şeyi ona katlayacak hoşgörü ortamında hayat sürülen topraklardı. Osmanlı’da milletlerin kimlikleri ırklarına göre değil dinlerine göre tarifleniyordu. Aslında toplumlar kabaca Müslümanlar ve ‘gayri müslimler’ olarak tanımlanıyordu da diyebiliriz. Hukuk, her ferdin kendi inancına göre işliyordu. Hristiyanlar, Hristiyan hukukuna; Yahudiler, Yahudi hukukuna; Müslümanlar şer-i hukuka göre yargılanıyordu. 3-5 yıl önce çok kültürlülüğüyle övünen modern Batı’nın girdiği en ufak ekonomik darboğazda tüm nefreti yabancılara yönelttiğine tanıklık ettiğimiz bugünlerden Osmanlı’ya bakınca, bu kadar farklı milletin yüzyıllar boyu zenginlikte ve fakirlikte bir arada uyum içinde yaşayabilmiş olmalarını takdir etmemek mümkün değil.
Peki sonra ne oldu da böyle ırkçı bir toplum olduk? Coğrafi keşifler ve sömürgecilikle Batı’nın orantısız zenginleşmesi karşısında yenik düşmek dışında pek seçeneği olmayan Osmanlı’nın yıkılışıyla kurulan yeni cumhuriyetin, kimliğini din yerine ulus bağlamında belirlemesiyle yüzyıllar boyu din kardeşliği ve farklı inançlara hoşgörü öğretisi üzerinden huzur içinde yaşayan insanlar birdenbire Kürt-Türk diye ayrışıverdiler.
Bu kadar çok ulusun bir arada yaşadığı topraklara yapılacak en kötü şey, onları ırkları üzerinden ayrıştırmak olsa gerek. Zaten bugün ülkede çözümsüz kalan pek çok meselenin altında yatan sebep de, kurucu ideolojinin toplumun dine bağlılığını bir kenara atıp ulus üzerinden onları tanımlama çabasıdır.
İşte bu tanımlamanın sonucunda, diğer milletlerden farklı olarak, nüfuslarının yüksek olması ve dinlerine bağlı olmaları sebebiyle kurucu ideolojinin radarına giren ve tehdit olarak görülmeye başlanan, yüzyıllar boyu bir arada yaşadığımız, cephede düşmana karşı omuz omuza beraber savaştığımız Kürtler, Müslüman kardeşlerimiz olmaktan çıkıp ayrı bir millet gibi görülmeye başladılar.
En nihayetinde ulusçu ideolojinin savunucusu yöneticilerin asimilasyon çalışmaları, Kürt kimliğinin inkarı, JİTEM’in marifetleri, faili meçhuller, köy yakmalar, toplu katliamlar, işkenceler derken oluşumu bizzat devlet tarafından teşvik edilen PKK ortaya çıktı. PKK ve devlet zorbalığı arasında çaresiz kalan insanlar, yıllar boyu memleketleri sorulduğunda kendilerini terörist olmadıklarını anlatmakla yükümlü hissettiler. Sadece devlet tarafından değil halk tarafından da alt sınıf olarak görüldüler. Üstünlüğü ancak takvada arayan bir dinin sözüm ona dine bağlı olduğu iddia edilen mensuplarının insanları ırklarına göre sınıflandırarak kendilerinden olmayanları küçümseme üzerine geliştirdikleri içgüdü de yine ulusçu ideolojinin Türklere bir armağanıdır desek haksızlık etmiş olmayız.
Şimdiyse geldiğimiz noktada örgüt lideri Öcalan’ın fesih açıklaması sonrası çözüm sürecinin ilerleyiş biçimi gündemde. Uğruna nice canların feda edildiği böyle bir açıklamanın durduk yere bağlamsız yapılması, haliyle şubat ayı itibariyle pek çok spekülatif yorumu beraberinde getirse de, yine de yıllardır ülkenin kanayan yarası olan bir meselenin sağlıklı bir şekilde çözüme kavuşma ihtimali pek çoğunu umutlandırdı. Aklı başında uzmanlar, bu açıklamayı Orta Doğu’daki gelişmeler, İsrail’in yayılmacı politikaları ve Suriye meselesiyle ilişkilendirerek okudu. Dünya siyasetinde giderek artan bloklaşmalara ve beraberinde güçlü bir beklenti haline gelen bir dünya savaşı ihtimaline hazırlık olarak Türkiye’nin, Kürtler ve Araplar başta olmak üzere bölge insanlarıyla uzlaşma çabası olarak gördü. İşin dış politikaya bakan yönü bir tarafa ben daha çok iç dinamiklere bakan yönüne odaklanmaya çalışacağım.
İç politikaya bakan yönünde sorulması gereken soru açık: Süreç gerçekten Kürt halkının sorunlarına çözüm olacak şekilde mi ilerliyor? Yoksa meselenin muhatapları Kürt Siyasi hareketi, PKK ve iktidar arasında gerçekleşen çıkar hesaplaşmaları, sus payları, geçici tavizler ve kapalı kapılar ardında yapılan kişisel çıkarlar üzerinden yapılan anlaşmalarla oldu bittiye mi getiriliyor?
Şimdiye kadar yapılan -ya da yapılmayan- açıklamalara bakarak ne Kürt siyasi hareketinin ne PKK’nın ne de iktidarın Kürt halkının yaralarına merhem olacak bir plan üzerinde kafa yorduklarını söylemek mümkün.
Ne olsaydı böyle bir iyi niyetin varlığından söz edebilirdik? Hali hazırda çözüme giden yola taş döşemek şöyle dursun ne iktidarın ne de Kürt halkı için çalıştığını iddia eden Kürt siyasi hareketinin ya da PKK’nın Kürt halkının sorunlarının ne olduğunu bile doğru düzgün ifade edebildiklerini söylemek zor.
“Kürtler ne istiyor?” ya da “Çözüme giden yolda hangi adımlar atılmalı?” sorularına verilen cevapların sürekli “Kürt kimliğinin kabulü” ve “Kürtçe’nin resmileştirilmesi” etrafında tartışılması kimi zaman bilinçli kimi zaman da bilinçsiz olarak gerçekleştirilen bir oyalama olarak görülüyor.
Çünkü “Kürt sorununun sebebi nedir?” sorusunun aslında çok net bir cevabı var: Kürtler, varoluşsal özellikleri sebebiyle, başka bir deyişle sadece Kürt olarak yaratıldıkları için; küçümsenmekten, hor görülmekten, aşağılanmaktan yıldılar ve Allah’ın yarattığı her kul gibi yüzyıllardır yaşadıkları coğrafyalarda insan onuruna yakışır bir şekilde, zorbalanmadan, sorgulanmadan, kendilerini ispatlamak zorunda bırakılmadan, sağlık ve eğitim imkanlarının diğer illerde olduğu gibi eşit sunulduğu şehirlerde, ötekileştirilmedikleri bir toplumda, normal bir hayat sürmek istiyorlar.
Kürtler kendi vatanlarında aşağılanıyorlar ve bu, Kürtçe’yi resmileştirmekle ya da “Tamam, Kürt olduğunuzu kabul ediyoruz.” demekle engellenebilecek bir mesele değil.
Bu coğrafyanın yetiştirilmiş, donanımlı, aklı başında insan kaynağına ihtiyacı var. Tüm toplumsal sorunlar ancak donanımlı, aklı başında insanlar yetiştirilerek çözülebilir.

İnsan kaynağı olmayan, yönetme kabiliyetine sahip insanları olmayan, diplomasi bilmeyen, mühendislikte gelişmemiş ,kültürü tam şekillenememiş insanlar kendilerine ait bir devlet kursalar dahi bu insanların, o devletin sınırları içinde ABD’nin, İsrail’in ya da herhangi başka bir devletin güdümüne girmeden, sömürü ülkesi olmadan, özgürce yaşamaları mümkün mü? Bugün Osmanlı’dan geriye kalıp ulus devletini kuran hangi ülkenin gerçekten özgür bir ülke olduğunu, refah içinde yaşadığını söylemek mümkün ki bu Kürtler için mümkün olsun?
Diğer taraftan donanımlı, eğitimli, gelişmiş bir toplum haline gelmiş bir millet, zaten özgüvenini kazanmış olacağından, zaten artık aşağılanan hor görülen bir pozisyondan kurtulmuş ve temel sorunları çözülmüş olacağından, hala ayrı bir devlet kurmak ister mi? O da ayrıca üzerine kafa yorulması gereken bir konu. Bununla ilgili şimdiden yorum yapmak spekülatif olur ama isterlerse de zaten artık o noktada bunu gerçekleştirebilecek bir karar verme hakkına ve bu mekanizmayı aktive edecek diplomatik güce de sahip olmuş olurlar.
Bu anlattıklarımı, okurken şık duran ama gerçekleşmesi imkansız çözümler olarak ele almayacağınızı tahmin ediyorum. Çünkü bu yazdıklarımı hayata geçirmeye uğraşan ve kısmen geçiren birilerinin zaten olduğunu sizler benden daha iyi biliyorsunuz.
O birileri normalde olması beklenen Kürt siyasi hareketi ya da PKK değildi. Bu yüzden olsa gerek Kürt Siyasi hareketinin ya da PKK’nın -istisnaları tenzih ederek söylüyorum- topluca bir hareket olarak gerçekten Kürt halkı için çabalayan samimi insanlar olduklarına ikna olmak, pek mümkün olamadı. Kimileri farkında olmayarak, kimileri kasten hep Kürt halkı yerine örgüt elemanlarının yerlerini sağlamlaştırmayı öncelediler ya da Kürt halkı yerine devletin ekmeğine yağ sürmeyi tercih ettiler.
O zaman kimdi o birileri? Hiçbir maddi çıkarı ya da hiçbir makam beklentisi olmadan sırf Allah rızası, vatan sevgisi için; pek çok sivilin görev yapmaktan çekindiği bölgelere gidip eğitim kurumları açan; okullar, dershaneler inşa eden, muhafazakar Kürt halkının değerleriyle uyumlu değerlere sahip, Kürtler için çabalıyormuş rolü yapıp kendi çıkarını öncelemeye değil gerçekten insan kaynağı yetiştirmeye odaklanan, vatanına dinine faydalı nesiller yetiştirmeyi görev bilmiş cemaat insanlarıydı. (Bu görüşlerime, “cemaat kendisine adam yetiştiriyordu” itirazıyla gelecek olanlara peşinen cevap vereyim; cemaat zaten varlığını vatanına ve dinine hizmet etme gayesiyle oluşturmuş bir yapı olduğundan kendi düşünce dünyasına uygun adam yetiştirmesiyle ülkesi için adam yetiştirmesi arasında takdir edersiniz ki hiçbir çelişki yok.)
Peki hiçbir çıkarı olmadan Kürt halkına bu desteği veren insanların ayağına çelme takmaya uğraşan, açtıkları kurumların pencerelerini taşlayan, onları ürkütmeye çalışanlar kimlerdi? Kürt siyasi hareketinin ya da PKK’nın destekçileriydi. Kürt halkı nezdinde hiçbir karşılığı olmayan Marksist-Leninist ideolojiyi Kürtlere dayatmaya çalışıp onları zorbalayan, Kürtleri kendi zorbalıklarıyla Kemalist ideolojinin zorbalıkları arasında seçim yapmaya zorlarken bir de cemaati, Kürtleri asimile etmeye çalışmakla suçlayan da yine onlardı. (Endüstri ve üretimin bu kadar zayıf olduğu topraklarda seçilen ideolojinin Marksist olmasının sebebi de ayrıca düşünmeye ve yazmaya değer bir konu ama ana temadan kopmamak için o meseleye bu yazıda değinmeyeceğim.)
Oysa yüzde 90’ı zaten muhafazakar olan bir halkı, kendi aidiyetlerinden zorbalıkla koparmaya çalışıp bölgede hiçbir karşılığı olmayan tuhaf ideolojileri empoze etmeye çalışmak, asimilasyon kelimesine daha çok yakışıyor olsa gerek.
Meramımı aşağı yukarı anlatabildiğimi sanıyorum. Sorunun tanımı ortada, malzeme ortada, çözüm ortada, hepsini değerlendirip helva yapmak üzere olanlar, zindanlara atıldı. Alkışlayanı da çok oldu. Şimdi sorunun ne olduğunu telaffuza bile yeltenmeden sorunu çözmekte olduğunu söyleyenlere kaldı meydan. Belli ki herkes kapalı kapılar ardında anlaşıp kendi payına düşeni aldıktan sonra köşesine çekilip mesele çözülmüş gibi davranacak, payına düşeni almayı beceremeyenler de Kürtler için hayıflanıyormuş rolü yapıp arzu ettiğini koparmaya uğraşmaya devam edecek.
Allah gerçekten kendisini düşüneni az bu milletin acılarını dindirsin. Acılarını gerçekten dindirmek isteyenlere de selamet versin.

Ağzınıza sağlık hocam. Başucu yazısı olmuş.
Kürt sorunu diye birsey yok, PKK sorunu var, bölücülük sorunu var, adalet sorunu var, kaldiki “kürt” dediginiz insanlarin kavmiyeti gercekte ne oldugunu nereden biliyorsunuz, DNA testimi yaptinizki zirt pirt kürt kürt diyip duruyorsunuz, burada kürt kimligini insa etme ve canlandirma projesi var ve sizde herzamanki gibi batinin ve israilin istedigi bu tuzaga baliklama daliyorsunuz.
Türkiye farkli etniklerin yasadigi bir toprak, en az 20-30 cesit, ben bir Türküm ama DNA testi yaptirsam belki ermeniyim belki laz, belki cerkez, belki zaza, belki arnavut, belki bosnak, belki arap, belki türkmen, belki mogol, belkide oguzlarin soyundanim, bilmiyorum bilmekte istemiyorum, zamaninda bu millete Türk denmis ve bende kürtler dahil bu millete Türk milleti diyorum cünkü kimin hangi millete ait oldugunu belirleyen unsur kavmiyet degildir dindir, kültürdür, örf ve adetlerdir, bu yüzden lütfen bu milleti Türk-Kürt diye parcalara bölüp bölücülük yapmayin.