Totaliter rejimlerde korku, artık geçici bir baskı değil, gündelik hayatın doğal parçasıdır. Tarihte binlerce kez tekrarlanmış olan bu süreç, bugün Türkiye’de ete kemiğe bürünmekte.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
Aslında bir paradoks bile sayılabilir; zalimlik arttığı için mi toplumu korku basar yoksa toplum korkmaya başladığı için mi otorite zalimleşir? Tarih boyunca bu yumurta/tavuk paradoksuna benzer sorunun cevabı verilememiş.
Hitler, Alman toplumu üzerinde gücünü konsolide ettikten sonra, halk yavaş yavaş homurdanmaya başlamışken propaganda bakanı Joseph Goebbels’e şöyle derler; “Alman toplumu sizi sevmiyor artık. Nefret ediyorlar hatta!”
Goebbels’in cevabı enteresandır: “Bizi sevmelerine gerek yok, korksunlar yeter!”
İngiliz filozof Thomas Hobbes, “Leviathan” (1651) adlı eserinde korkuyu devletin temel yapı taşlarından biri olarak görenlerdendir. Hobbes’a göre, insanlar doğal durumda (state of nature) sürekli bir korku ve savaş hali içindedir. Bu korkuyu aşmak için bireyler özgürlüklerinin bir kısmını bir yöneticiye devreder ve böylece otorite doğar. Şu meşhur cümle ona aittir: “”İnsan insanın kurdudur (Homo homini lupus) ve bu nedenle güçlü bir yönetim olmadan hayat yalnız, yoksul, iğrenç, vahşi ve kısa olur.”
Hobbes, korkunun devleti meşrulaştırdığını ve toplumu düzen içinde tuttuğunu savunur. Aslında Goebbels’in yukarıdaki fikriyatının dip koçanı bellidir.
Tarihin en karaktersiz filozofu Niccolo Machiavelli’nin (“Makyavel” ya da “Makyavelli” olarak anılır.) “Il Principe” (Ülkemizde Prens ya da Hükümdar ismiyle bilinir.) siyaset felsefesinde korku, bir hükümdarın iktidarını koruyabilmesi için en etkili araçlardan biri olarak görülür. Bahse konu kitabında Machiavelli, bir yöneticinin halkı tarafından sevilmesindense, korkulmasının daha güvenli olduğunu savunur. Ona göre, sevgi değişkendir ve insanların çıkarlarına bağlı olarak kolayca kaybolabilir; oysa korku, doğru yönetildiğinde daha kalıcı ve denetim altına alınabilir bir duygudur. Ancak Machiavelli bir konuda muktediri ikaz etmeyi de unutmaz: Korkunun nefrete dönüşmemesi gerektiğini özellikle vurgular. Çünkü nefret, hükümdarın meşruiyetini zedeler ve toplumsal isyana yol açabilir.
Machiavelli’ye göre korku, yalnızca şiddetle değil; disiplin, kararlılık ve cezaların tutarlılığıyla da beslenebilir. Hükümdarın elinde tuttuğu bu güç, halk üzerinde hem düzen hem de itaat duygusu oluşturur. Bu bağlamda korku, bir baskı aracı değil, istikrarın ve otoritenin teminatı haline gelir. Machiavelli, siyasal başarının ahlaki normlara değil, pratik gerçekliğe dayanması gerektiğini savunduğundan, korkuyu da etik sorgulamalardan bağımsız bir yönetim aracı olarak değerlendirir. Bu yaklaşım, modern siyasette tartışmalı olmakla birlikte, gerçekçilik ve iktidar ilişkileri açısından hâlâ etkisini sürdüren bir perspektif sunmakta. Günümüz despotların hemen hepsi bu güç aparatını kullanmaktan asla çekinmez.
Michel Foucault, bu anlayışın eksik olduğunu söyler. “Disiplin ve Ceza” isimli eserinde şöyle der: “Güç, artık yalnızca korkutmakla değil, korkuyu bir yaşam biçimi haline getirmekle işler.” Foucault, sayfalar boyu biyopolitika denilen bir kavram üzerinde durur. Bu kavram, devletin korkuyu halk sağlığı, güvenlik ve düzen gibi gerekçelerle nasıl meşrulaştırdığını izah eder.
Almanya doğumlu Yahudi kökenli bir filozof ve yazar olan Hannah Arendt, özellikle totalitarizm, özgürlük, kamusal alan ve insanlık durumu üzerine geliştirdiği özgün kavramlardan gelir. Nazizm ve Stalinizm gibi rejimlerin modern toplumlarda nasıl kök saldığını analiz eden “Totalitarizmin Kökenleri” adlı eseri geçtiğimiz yüzyılın en önemli kitaplarındandır.
Arendt, totaliter rejimlerin yalnızca baskıcı olmadığını, aynı zamanda insanları yalnızlaştırarak, gerçeklikten kopararak ve sürekli bir korku iklimi inşa ederek işlediğini savunur. Ona göre totaliter rejimler, yurttaşların değil, tamamen atomize olmuş, güvensizlik içinde yaşayan bireylerin üzerine inşa edilir. Bu ortamda korku sadece bir duygusal tepki değil, toplumsal yapıyı çözen ve bireyi kendi iç dünyasına hapseden bir araçtır. Korku, bireyin siyasi özneliğini yok eder, onu sıradan bir hayatta kalma güdüsüne indirger.
Arendt’in düşüncesinde korku, yalnızca fiziksel şiddet tehdidinden değil, keyfiyetin ve belirsizliğin sürekli hâlinden beslenir. Totaliter rejimlerde insanlar, suç işlemeseler bile her an “suçlu” ilan edilebileceklerini bilirler; bu da korkunun sistemik bir hal almasına neden olur. Böylece korku, yalnızca itaati beraberinde getirmez; aynı zamanda düşünmeyi, ilişki kurmayı ve kolektif dayanışmayı da felce uğratır. Arendt, bu nedenle totalitarizmin özünü sadece polis devleti ya da propaganda aracılığıyla değil, insanı insana yabancılaştıran, güveni ve hakikati imha eden sürekli bir korku rejimiyle açıklar. Bu yönüyle onun düşüncesi, Machiavelli’nin yönetenin elindeki stratejik korku anlayışından çok daha derin ve varoluşsal bir tehdit olarak tanımlar bu duyguyu.
Meslektaşım olan ve çağdaş siyaset teorisyenleri arasında müstesna bir yeri bulunan Amerikalı Corey Robin, son derece kıymetli “Fear: The History of a Political Idea”da, korkunun sadece bireysel bir duygu değil, siyasi bir araç olduğunu vurgular. Robin, hassaten modern devletlerin, vatandaşları koruma iddiası üzerinden onları korkuya bağımlı kıldığına dikkat çeker ve şöyle der: “Korku, insanları hareketsiz bırakır ve bu hareketsizlik, otoriteye boyun eğmeyi kolaylaştırır.”
Toparlayıp, esas meramımıza geçecek olursak; korku, tarih boyunca yönetimlerin toplumu kontrol etmek için kullandığı güçlü bir araç olmuş. İnsan doğasında var olan belirsizlikten kaçınma ve güvenlik arayışı, korkuyu etkili bir manipülasyon unsuru haline getiriyor. Siyasi düşünürler, korkunun bir toplumu bir arada tutabileceği gibi, aynı zamanda bireysel özgürlükleri baskı altına alarak otoriter rejimlerin temel dayanağı olabileceğini savunmuş.
Korku, bir toplumun ruhunu ele geçirdiğinde, artık sadece bir duygu olmaktan çıkıp; günlük hayatın dokusuna işleyen bir gölge haline geliyor. Saray Rejimi’nin Türkiye’de inşa etmeye çalıştığı sistem tam da böyle bir şey. Türkiye’de son yıllarda bu gölge, adeta bir sis gibi her yere yayılmışken artık gündelik olarak açık açık kendini gösteriyor. Erdoğan hükümeti, siyasal İslamcı bir rejim inşa ederken korkuyu yalnızca bir sopa gibi değil, aynı zamanda sihirli bir ayna gibi kullanıyor: Toplumun korkularını yansıtıp büyütüyor, sonra da bu korkuları bastıracağını vaat ederek otoritesini pekiştiriyor.
“Dış güçler”, “iç düşmanlar”, “terör tehdidi” gibi söylemler, halkın zihninde sürekli bir tehlike algısı yaratırken, bu algı hükümetin her adımını meşrulaştırmak için bir kalkan işlevi görüyor. Peki, bu korku kimin eseri? Toplum mu bu kadar kırılgan hale geldi, yoksa rejim mi bu kırılganlığı bir silaha çevirdi? Soru, yine o yumurta-tavuk paradoksuna dönüyor.
Bu noktada, korkunun yalnızca bir baskı aracı olmadığını, aynı zamanda bir kimlik meselesi haline geldiğini görmek lazım. Erdoğan’ın yönetiminde, siyasal İslamcı retorik, “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirerek korkuyu bir aidiyet duygusuyla harmanlıyor. “Reis”, bu çemberleri bir kuklacı gibi idare ediyor: Toplumu oluşturan her gruba kendi kâbusunu gösterip, sonra da “Ben olmazsam kaos gelir!” diyor.
Machiavelli’nin “korku nefrete dönüşmesin” uyarısı burada devreye giriyor; ama Türkiye’de nefret, çoktan korkunun ikiz kardeşi olmuş gibi.
Öte yandan korku artık sadece tankla topla değil; medya bombardımanı, yargı sopası ve ekonomik belirsizlikle yayılıyor. 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL, bu korku rejiminin zirvesiydi: Binlerce insan işinden atıldı, gazeteciler hapse tıkıldı, akademisyenler susturuldu. Hepsi “güvenlik” adına yapıldı, ama asıl mesaj şuydu: “Herkes her an suçlu olabilir.”
Arendt’in totaliter rejimlerdeki keyfiyet vurgusu, burada ete kemiğe bürünüyor. Türkiye’de insanlar, neyin suç olduğunu bile tam bilmeden yaşıyor; çünkü suç, rejimin o anki ruh haline göre şekilleniyor. Bu belirsizlik, korkuyu bir yaşam biçimine dönüştürüyor ve itirazı baştan boğuyor.
Evet; Corey Robin’in dediği gibi, korku insanları hareketsiz bırakır; ama bu hareketsizlik sonsuza dek sürmez.
Peki, bu korku rejimi nereye varır?
Türk toplumunda bir yanda derin bir sessizlik, öte yanda ise bastırılmış bir öfke birikiyor. Erdoğan hükümeti, korkuyu ne kadar ustalıkla kullanırsa kullansın, Machiavelli’nin o ince çizgisi hep akılda: Nefret, bir kez uyandı mı, geri dönülmez bir yol açar. Bugün “düşman” ilan edilenler yarın birleşirse, korku tersine döner ve rejimin kendi kâbusu haline gelebilir.
Tarih, bunun örnekleriyle dolu: Korkuyla inşa edilen her şey, eninde sonunda kendi ağırlığı altında çöküyor.
Bitirirken cevabını arayacağımız soru şu: Türkiye, bu çöküşü mü bekliyor, yoksa korkuyu aşıp yeni bir başlangıç mı yapacak?
Cevap, bir sonraki yazımızdan sonra daha anlamlı olacak.
[…] Bu seriye başladığımız yazıda şöyle demiştik: “Türkiye toplumunda bir yanda derin bir sessizlik, öte yanda ise bastırılmış bir öfke birikiyor. Erdoğan hükümeti, korkuyu ne kadar ustalıkla kullanırsa kullansın, Machiavelli’nin o ince çizgisi hep akılda: Nefret, bir kez uyandı mı geri dönülmez bir yol açar. Bugün “düşman” ilan edilenler yarın birleşirse korku tersine döner ve rejimin kendi kâbusu haline gelebilir.” (BKNZ) […]