YUSUF ÜNAL | YORUM
‘Livaneli’nin Penceresinden’i dinliyorum bu günlerde. Zafer Köse’nin yazarla yaptığı bir nehir söyleşi kitabı. İlk başlık düşünme üzerine; “Kabilenin içinden, kabileye karşı ‘düşünmek”.
Zülfü Bey burada şöyle söylüyor: “Bizim halk sözlerimizde aradım taradım, düşünmek üzerine iyi bir söz hiç söylenmemiş. Başka konularda çok çeşitli sözler vardır, birbirine zıt yaklaşımlar dile getirilir, ama bu konuda hep aynı tutum, hep olumsuz bir tavır dikkat çekiyor. ‘Nasrettin Hoca’nın hindisi gibi düşünme’, ‘Karadeniz’de gemilerin mi battı, ne düşünüyorsun?’, ‘Ayağını sıcak tut, başını serin, düşünme derin.’ Düşünmeyi olumlayan bir yaklaşım yok. Bu geleneğe göre her filozof bir ‘arpacı kumrusu.”
Doğrusu toplumumuzda düşünmeye iyi gözle bakılmayışını tartışacak bir durum olarak görmüyorum, durum ortada. Gelgelelim Sayın Livaneli’nin bu savını savunmak için kullandığı deyim ve deyişler üzerine düşünüp düşünmediğini tartışabileceğimi sanıyorum. Usta yazarımız burada verdiği örneklerdeki ‘düşünme’ kelimelerini bağlamlarından kopararak, kendi tezini destekleyecek şekilde kullanıyor sanki. Öne sürdüğü deyimlerin hepsinde ‘düşünme’ kelimesi gam, keder, kasvet anlamlarında kullanılır; aklı kullanma veya tefekkür anlamında değil. Dolayısıyla bu deyimlerde yerilen şey düşünmek değil; karamsar olmak, bir kedere saplanıp kalmaktır.
Hem zaten halk sözlerimizde; ‘önce düşün, sonra söyle’, ‘iki düşün bir söyle’, ‘düşün ki başın ağrımasın’, ‘baştan ayağı düşünmek’ gibi düşünmeyi teşvik eden pek çok ifade bulmak da mümkündür.
Öte yandan Türkçe’deki deyim ve atasözlerinde ‘düşünme’ eylemi daha çok ‘akıl’ kelimesiyle ifade edilir. ‘Akıl akıldan üstündür’, ‘akıl yaşta değil baştadır’, ‘akıl kişiye sermayedir’, ‘akıl malın en kıymetlisidir’ gibi onlarca atasözü aklı kullanmaya yani düşünmeye destan düzer. ‘Akıl küpü’ diye dillere şenlik bir deyim vardır mesela, düşünmeyi övmek için bundan âlâ söz mü olur…
Dilimizin değerli bir yazarı olan kıymetli Livaneli bunları elbette bilir. Bana kalırsa burada sorun kavramsal düşünmemesinde. İşin içerisine bağlamı, mecazı, ironiyi katmadan deyimleri gerçek anlamlarıyla değerlendirip oradan da hükme varıyor. Ya da zaten varmış olduğu hükmü desteklemek için aklına gelen ilk deyimlere sarılıyor ve içinde düşünme kelimesi geçen sözleri ard arda sıralayıveriyor. Gerçi sonuçta savunduklarıyla tutarlı çıkıyor; hani bizde düşünceye değer verilmedi, o yüzden biz doğru düşünemeyiz meselesi.
Bir çeşit Epimenides paradoksu. “Bütün Giritliler yalancıdır.” diyen Giritli filozof Epimenides’in meseli…
Mevzunun üzerine biraz daha gidecek olursak tezine destek olarak ileri sürdüğü bazı deyimlerin, söylenenin aksine, düşünmeyi yücelttiğini görebiliriz. Nasreddin Hoca’nın hindisini ele alalım misal. Nasıldı fıkranın aslı; hani Hoca pazara gitmiş ve bir papağanın 15 altına satıldığını görmüş. Onun neden bu kadar pahalı olduğunu sorunca, “Çünkü o konuşuyor.” demişler. Bunun üzerine koşa koşa evine gidip kümesteki hindiyi kaptığı gibi pazara dönmüş ve hindisini 20 altına satılığa çıkarmış. Duruma şaşıranlara papağanın ücretini hatırlatmış. “Ama o konuşuyor!” demişler. Bunun üzerine Hoca kasıla kasıla yapıştırmış son cümleyi: “Ee, benimki de düşünüyor!”
Şimdi el- insaf, bu fıkrada verilen şey düşünmenin kötü olduğu mudur?
Ben öyle anlamıyorum. Aksine, Hoca burada ‘düşünmenin’ konuşmaktan daha ‘iyi’ birşey olduğunu, o yüzden hindisinin daha çok para etmesi gerektiğini anlatıyor! Ne kadar zorlarsak zorlayalım, bu deyimden düşünme karşıtı bir anlam çıkarmak mümkün değil…
Öte yandan Türkçe’deki ifade kalıpları sıklıkla söylenenin zıddına işaret edebilir. Örneğin az düzgün konuşana ‘edebiyat yapma’, az düşünerek konuşana ‘felsefe yapma’, birazcık alçak gönüllü davrananlara da ‘bırak ulan tevazuyu!’ deriz.
Bu kullanımlarda edebiyat yapma derken edebiyat, felsefe yapma derken felsefe, tevazu yapma derken tevazu yüceltilir aslında. Onların üstün birer değer oldukları ancak karşıdaki kişinin onlara layık olmadığı, işin aslını becermekten çok uzak olup yalnızca sahtesini yapabileceği söylenmiş olur.
Aslında dil de tarih gibidir, insan ne ararsa onu bulabilir onda. Durum biraz da Montaigne’in dediği kapıya çıkar: “Bana doğru gelen hiçbir şey yoktur ki aynı zamanda yanlış gibi de gelmesin.”
Kişiye neyin doğru neyin yanlış gibi geleceğini belirleyen şey onun sahip olduğu ön yargıları, peşin hükümleridir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak diye de klişeleştirebiliriz bu durumu. Galiba mesele burada düğümleniyor; fikirlerimiz mi bilgilerimizi takip ediyor, bilgilerimiz mi fikirlerimizi? Algılarımız herhalde bu sıralamaya göre şekilleniyor. Neyi arıyorsak onu buluyoruz, algıda seçicilik. Bulamasak da bulduğumuz şeyin bulmak istediğimiz şey olduğunu varsayıp dosyayı kapatıyoruz. Gelgelelim biz kapatınca kapanmıyor dosyalar.
Bir Molla Kasım gelip bizi sığaya çekiyor sonra…
Nasrettin hocanın derdi Hindiyi pazarlamak, yerse tabi. Merak ediyorum acaba kaça sattı hindiyi
Her sanatçı sanatını ortaya koyduğu zaman anlamlaşır, sanatı insanlar tarafından değerlendirildiği ölçüde değerlenir. insan düşünen bir varlıktır elbette ama onu hayvandan ayıran şey ise düşünceyi aksiyona dönüştürmesidir. Aksiyon dönüştüğü zaman biz anlıyoruzki bu insan düşünmüş, hindiden ve diğer hayvanlardan ayrılmış.
Güzel gören güzel düşünür ve hayattan lezzet alır, etrafına lezzet katar. Hep lezzetli arkadaşarınz/dostlarınız olsun