Hakikat mi, dedikodu mu?: Hilafetin ahlaki yükü

AYDOĞAN VATANDAŞ | YORUM

Bir zamanlar büyük bir köy varmış. Köyün tam ortasında, göğe doğru yükselen kocaman bir sandık dururmuş. Sandığın üzerinde şu yazı yazılıymış: “Bu sandık, sorumluluk emanetidir. Onu taşıyan köyün huzurunu da geleceğini de koruyacaktır.”

Köy halkı yıllarca sandığın etrafında dönüp durmuş ama kimse ona dokunmaya cesaret edememiş. Çünkü herkes, sandığın çok ağır olduğunu ve onu taşımanın kolay olmayacağını bilirmiş.

Bir gün genç bir delikanlı çıkmış ortaya: “Ben bu emaneti yüklenirim!” demiş.

Sonra sandığı sırtına almış. İlk başta herkes ona gülmüş: “Senin gücün yetmez!” demişler: “Dağ gibi adamlar bile bu yükü yüklenmek istemedi, sen de kimsin demişler?”

Ama delikanlı köyde adalet dağıttıkça, insanlara güven verdikçe ve bilgeliğini paylaştıkça herkes anlamış ki bu sandık aslında köyün kalbiymiş.

Kur’an, insana yeryüzünde halifelik vazifesini verdiğini bildirir. Bu, insanın sıradan bir varlık olmadığının kanıtıdır. Yeryüzünü imar etmek, adaletle hükmetmek, yaratılmışlara şefkat göstermek, emaneti taşımak insanın işidir.

Fakat başka bir ayet bu ağır yükü bambaşka bir dille anlatır: “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular; onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72)

İlk bakışta son derece tuhaf bir çelişki gibi gözükür bu. Allah insanı zaten halife kılmayı murad ettiyse, nasıl olur da insan, ‘emaneti cahilliği ve zulmüyle’ yüklenmiş olabilir?

Burada halifelik, insana verilmiş bir onur, bir misyon, bir yetki olarak tezahür ederken; emanet ise bu misyonun hukuku, yani sorumlulukla birlikte taşınacak yükü ima eder.
Gökler ve dağlar gibi devasa varlıkların bile geri durduğu bir sorumluluğu insanın yüklenmesi, hem insanın yüceliğini hem de aldığı riski gösterir.

İnsan, bu yükü taşırken yaratılışındaki eksikliği de potansiyelindeki kudreti de keşfeder. Cahilliğiyle emaneti yüklenir ama zulmüyle onu saptırır. Ancak bilgi ve merhametle bu emaneti hakkıyla taşıma ihtimali de vardır.

Kur’an, insana bu gerilimi unutturmamak için defalarca hatırlatır: “Allah hiçbir nefse gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.” (Bakara, 2/286)

Emanet ağırdır, ama ölçüsü kişinin kendi hakikatine, karakterine göre değişiklik gösterir. Dolayısıyla insan, taşıyamayacağı bir yükle değil; taşımaktan kaçabileceği ama taşırsa yüceleceği bir emanetle sınanır.

Bilmek de bu sorumluluğun bir parçasıdır. Hakikati bilen, onu sakladığında emanete ihanet etmiş olur. Kur’an’ın “Gerçeği bile bile gizlemeyin” (Bakara, 2/42) uyarısı, bilginin yalnızca zihinsel bir durum değil, aynı zamanda ahlaki bir borç olduğunu gösterir. Bir hakikati bilmek, gerektiğinde onu dile getirmeyi zorunlu kılar.

Sessizlik bazen masum değildir.

Diğer taraftan hakikati dile getirmenin amacı birini rencide etmek ya da güç elde etmek de değildir. Burada niyet, Kur’an’ın vurguladığı gibi “adaleti ayakta tutmaktır” (Nisâ 4/135). Böylece hakikati söyleme sorumluluğu keyfilikten çıkar, ahlaki bir görev haline gelir.

Ancak hakikati dile getirmek, her duyduğunu paylaşmak demek de değildir. Kur’an, “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının” (Hucurât 49/12) buyurarak dedikodu, zanna dayalı bilgi ve teyitsiz haberin ahlaki sorumluluğunu hatırlatır.

Kur’an’ın en ağır ithamlardan biri olan zina suçlamasında dahi olağanüstü yüksek bir ispat standardı getirdiğini hatırlamak gerekir: Dört şahit şartı olmadan böyle bir iddia kabul edilmez. Bu, her meselede aynı şartın aranacağı anlamına gelmez; fakat bize şunu öğretir: Bir sözün hakikat sayılabilmesi için sırf duyuma değil, delillere dayanması gerekir.

Yani hakikatinden emin olunmamış bir bilgi, hakikati dile getirmek değil; iftiradır.
Kur’an, “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının” (Hucurât, 49/12) buyururken, kanıtsız, teyitsiz ve zanna dayalı sözlerin ne büyük bir vebal taşıdığını hatırlatır.

Hakikati dile getirmenin ölçüsü, kişileri karalamak değil; adaleti ayakta tutmaktır (Nisâ, 4/135). Eğer bir söz, adalet terazisini korumak yerine zan ve kuşkuyu yaygınlaştırıyorsa, o söz hakikat değil, ancak zulmün aracıdır.

Sosyal medya platformları, teyitsiz bilgilerin, manipülatif haberlerin ve hatta kasıtlı iftiraların dolaşıma sokulduğu dev bir “köy meydanı”na dönüşmüş durumda.

Kaynağı belirsiz iddialar, hiçbir delile dayanmayan suçlamalar ve fütursuzca yapılan yayınlar, hakikati aramak yerine kitleleri yönlendirmeye yarayabilir. Ancak hakikat, insanın halifeliğinin de en büyük emanetidir…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin