Erdoğan’ın ‘ahtapot’ çıkışı; ıslak bakla…

Erdoğan’ın ‘ahtapot’ benzetmesi, İBB operasyonunun hukuki zeminindeki boşlukları dallandırıp budaklandırarak kapatma çabasından başka bir şey değil. Soruşturmanın ‘cemaatlerden istihbarat kuruluşlarına’ kadar uzandığı iddiası, davanın içinin boşluğunu örtme ve hedef şaşırtma taktiğinin somut bir göstergesi.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Siyasetin en enteresan yönlerinden biridir, kimi zaman “şecaat arz etme” adına, kimi zaman ise şaşkınlıktan ya da çaresizlikten siyasetçilerin ağızlarındaki baklayı çıkarmaları. İsterseniz önce bu terimin anlamına bakalım.

“Ağzından baklayı çıkarmak” deyimi, Türkçede bir kişinin sakladığı sırrı ya da gerçeği istemeyerek ya da baskıyla açıklamasını ifade ediyor; kökeni, baklanın ağızda patlayarak çıkmasına dayanan bu mecaz, Osmanlı’dan günümüze halk kültüründe esprili bir şekilde kullanılır ve sırların açığa çıkmasının hem rahatlatıcı hem utandırıcı doğasını yansıtıyor.

Aslında işin özüne bakacak olursak, hiç kimsenin rol yapmasına gerek yok! Tayyip Erdoğan’ın demokratikleşme dediğinde de ya da yeni anayasa ya da çözüm süreci dediğinde de neyi kast ettiğini herkes biliyor bu ülkede. Erdoğan iktidarını ömrünün sonuna kadar uzatabilmek için neye ihtiyacı varsa onu kullanmakta kararlı ve bunun için ne gerekiyorsa yapacağı da çok bariz.

Ama biz yine de, isterseniz başta ana muhalefet partisinin bir türlü anlamak istemeyen kafaları ve belki vicdanı körelmemiş iktidar yanlıları için Erdoğan’ın yaptığı son konuşma üzerinden objektif bir okuma yapmaya çalışalım.

Öncelikle şunu ifade edeyim, Erdoğan yaptığı bu konuşmanın içeriği hakkında önceden uzun çalışmalar yapıldığı kesin. CHP’nin son yerel seçimlerde büyük başarı kazanması ve yapılan kamuoyu araştırmalarının bu tablonun her geçen gün CHP lehine gelişmesi iktidarı panikletmiş ve bu durumda ciddi bir çalışma yapılmasına sebep olmuş.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son AK Parti grup toplantısındaki konuşması, dikkatli bir analize tabi tutulduğunda, görünenden çok daha derin ve stratejik bir hamlenin işaretlerini taşıyor. Konuşmanın iki ana eksenini oluşturan İBB operasyonunun genişletilmesi ve belediyecilik sisteminde köklü bir reform vizyonunun sunulması, birbirinden bağımsız konular gibi görünse de, aslında aynı stratejik planın farklı yüzleri olarak değerlendirmek mümkün.

İBB operasyonu

Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yönelik operasyonu “Cumhuriyet tarihinin eşi benzeri görülmemiş bir suç organizasyonu örneği!” olarak tanımlaması, ilk bakışta çok güçlü bir iddia gibi görünüyor. Ancak, operasyonun başladığı günden bu yana hukuki süreçte yaşanan zorluklar ve elde edilen somut delillerin kamuoyuna yansıyan kısımlarındaki tutarsızlıklar, davanın zemininde ciddi boşluklar olduğuna işaret ediyor.

Açıkçası Erdoğan resmi büyük göstererek, kamuoyunda oluşan “Dava boş!” algısını kırmak istiyor. Bunu başarabilmek için de, aklı sıra icat ettiği suçu büyütmeye çabalıyor.

Cumhurbaşkanı’nın “ahtapot” benzetmesi yaparak soruşturmanın “cemaatlerden istihbarat kuruluşlarına” kadar uzandığını söylemesi, bu operasyonun kapsamını genişleterek asıl hedeften uzaklaşma ve dikkatleri dağıtma stratejisine işaret ediyor. Zira, spesifik bir yolsuzluk iddiasından başlayıp, giderek ulusal güvenliği tehdit eden, uluslararası bağlantıları olan devasa bir organizasyona evrildiği iddia edilen bir soruşturma, hukuki açıdan daha belirsiz ve daha zor ispatlanabilir bir hal alıyor.

İBB operasyonu kapsamında yapılan iddiaların büyüklüğü ile ortaya konan deliller arasında önemli bir orantısızlık gözlemleniyor. Tabiri caizse arada kocaman bir uçurum var ve bu uçurumu bu tür söylemlerle kapatmak da pek mümkün görünmüyor.

Görünmüyor görünmesine ama Erdoğan’ın elinde bunu yapmaktan başka bir şey de pek kalmamış gibi. Malum, “ülke güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaştığı” iddia edilen bir suç organizasyonu için, kamuoyuna yansıyan deliller oldukça sınırlı ve çoğunlukla tartışmalı nitelikte. Bu durum, operasyonun hukuki temellerinden ziyade, siyasi amaçlarla genişletildiği eleştirilerini güçlendirmekte.

Öte yandan İBB operasyonunun zamanlaması da dikkate değer. 2024 yerel seçimlerinde muhalefetin büyükşehirlerde gösterdiği başarının ardından gelen bu operasyon, iktidarın seçim yoluyla kazanamadığı belediyeleri hukuki yollarla etkisiz hale getirme çabası olarak görülmüştü. Özellikle Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının oluşturduğu toplumsal tepki ve siyasi etki, bu görüntüyü destekler mahiyette.

Sözde belediyecilik reformu

Öncelikle şunu söyleyelim; Erdoğan’ın şu anda Türkiye’de elde ettiği güç tarihte eşi benzeri olmayan bir kudret. Yani, yapmak istediği her ne varsa kolaylıkla yapıyor. Daha önemlisi bunu yaparken yasaya, hukuka filan da ihtiyaç duymuyor. Bu sebeple anayasa reformu filan hikaye yani!

Erdoğan’ın belediyecilik sisteminde kapsamlı bir reform önerisi sunması, bazı saftirik kafalar için teknik ve idari bir iyileştirme çabası gibi görünebilir. Ancak, bu önerinin zamanlaması ve içeriği, demokratik yollarla kazanılmış belediyeleri kontrol altına alma niyetinin bir göstergesi.

Önerilen reform paketinin detaylarına bakıldığında, yerel yönetimlerin özerkliğini azaltacak ve merkezi yönetimin denetimini artıracak unsurlar dikkat çekiyor. “Vali ve kaymakamlarımızın koordinasyon görevlerini daha aktif hale getirmeliyiz” ve “mali kaynakların daha etkin denetimi” gibi öneriler, merkezileşme eğiliminin açık işaretleri. Erdoğan zımnen diyor ki, ‘belediyelerde kontrolü tekrar ele almalıyım. Başta rant imkanları olmak üzere, gelecek seçimleri kazanabilmem adına buralar çok önemli!’

Erdoğan’ın büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasındaki yetki karmaşasına vurgu yapması, ilk bakışta makul bir problem tespiti gibi görünse de, bu yetki tanımının nasıl yapılacağı kritik önem taşıyor. Mevcut siyasi konjonktürde, bu yetki paylaşımının iktidar partisinin kontrolündeki ilçe belediyelerini güçlendirecek, muhalefet partilerinin kontrolündeki büyükşehir belediyelerini ise zayıflatacak şekilde düzenlenmesi olasılığı çok yüksek. Anlamı şu; seçimle kazanmış olsanız da, belediyelerde işleri ancak biz onaylarsak yapabilirsiniz! 

İmar düzenlemeleri 

Konuşmada, “imar düzenlemeleri en baştan sağlıklı bir şekilde yapılmalı” vurgusu, reform önerisinin şehircilik ilkeleri açısından olumlu görünse de, bu düzenlemelerin yapılış biçimi ve denetimi, iktidarın çıkarlarına hizmet edecek şekilde tasarlanmak istediği aşikâr. İmar düzenlemeleri üzerindeki merkezi kontrol, muhalefet belediyelerinin şehir planlaması üzerindeki yetkilerini sınırlaması bir yana, AKP iktidarının yıllarca kurduğu yağma düzeninin artık tükenme noktasına gelmesinin tabii bir sonucu bu durum.

En açık örneği ise Şişli’de bulunan ‘Taş’ yapı binası. CHP’li belediye bu inşaatı durdururken atanan kayyım sonrası jet hızıyla inşatta hemen devam etmeye başladı.

Ve en tehlikeli bölümlerden biri. “Mali kaynakların daha etkin denetimi” vurgusu, belediyelerin mali özerkliğini tehdit edebilecek bir yaklaşımı işaret etmekte. Bu denetimin sadece teknik ve hukuki bir denetim olarak kalması yerine, siyasi bir baskı aracına dönüşme riski son derece büyük ve güçlü bir ihtimal.

Erdoğan’ın “Belediyelerin tamamı borç batağı içindedir!” ifadesi, yerel yönetimlerin mali sorunlarını çözme bahanesiyle, merkezi hükümetin müdahale alanını genişletme niyetinin bir yansıması gibi görünse de, arkasındaki amaç belli. Çünkü belediyelerin borç sorunu, merkezi hükümetin kaynak dağıtımındaki adaletsizliklerinden ve ekonomik politikalardan da kaynaklanmakta.

Tüm bu reform önerilerinin arkasında, iktidarın 2029 yerel seçimlerine yönelik stratejik bir hazırlık olduğu söylersek yanılmış olmayız.

Seçim sistemini doğrudan değiştirmek yerine, belediyelerin yapısını, yetkilerini ve kaynaklarını yeniden düzenleyerek, seçim sonuçlarının siyasi etkisini minimize etme çabası Erdoğan’ın seçime dört koldan asıldığının kanıtı niteliğinde.

Son yerel seçimler, iktidar bloğunun büyükşehirlerde istediği başarıyı yakalayamadığını göstermişti. Bu durum, iktidarı sandık dışı yöntemlerle yerel yönetimleri kontrol altında tutma arayışına itmiş görünüyor. Belediyecilik reformu, bu arayışın kurumsal bir çerçeveye oturtulmuş hali olarak da değerlendirmek mümkün. 

Erdoğan’ın “Belediyelerdeki kayyım uygulamasının yeniden istisna haline geleceğini düşünüyoruz!” ifadesi, ilk bakışta olumlu bir adım gibi görünse de, bunun yerine getirilecek yeni mekanizmalar, kayyım uygulamasına gerek kalmadan belediyeleri kontrol altında tutabilecek bir sistem kurulacağının işareti.

Güzel bir palavra: “Partilerüstü!” 

Cumhurbaşkanı’nın reform önerileri için “partilerüstü bir bakış açısı” çağrısında bulunması, konuyu siyasi tartışmaların dışına çıkararak, olası muhalefeti etkisizleştirme stratejisinin bir parçası aslında. Ancak, önerilen değişikliklerin siyasi etkileri düşünüldüğünde, bu konunun tamamen teknik bir mesele olarak ele alınması mümkün değil.

Erdoğan’ın belediye yönetimlerinde “yozlaşma” olduğu iddiası, reform önerilerini meşrulaştırmak için kullanılan bir argüman. Ancak, bu yozlaşmanın “az veya çok hemen hemen tüm belediyelerde” görüldüğü iddiası, özellikle muhalefet belediyelerini hedef alan bir operasyonu genel bir soruna dayandırma çabası. Öyle çünkü bugüne kadar bir tek AKP’li yerel yönetime kayyum atanmadığı gibi, benzeri bir soruşturma dahi geçirmediler. Oysa AKPli belediyelerde yolsuzluk ve hırsızlık ayyuka çıkmış durumda. olarak yorumlanabilir.

İBB operasyonunun genişletilmesi ve belediyecilik reformu, birlikte değerlendirildiğinde, muhalefetin elindeki belediyelerin etkisizleştirilmesi ve siyasi etki alanlarının daraltılması hedefinin bir parçası. Bu ise, seçimle kazanılamayan güç ve kontrolün, idari ve hukuki mekanizmalarla elde edilme çabası.

İBB operasyonunun hukuki zeminindeki boşluklar, davanın dallandırılıp budaklandırılmasıyla kapatılmaya çalışılıyor esasen. Soruşturmanın kapsamını genişleterek, “cemaatler” ve “istihbarat kuruluşları” gibi daha karmaşık ve kamuoyunun tam olarak takip edemeyeceği alanlara çekilmesi, mevcut delil yetersizliğinin üzerini örtme amacı taşıyor hem de başta Süleymancılar olmak üzere, AKP dışındaki siyasi partiyi destekleyen tarikat ve cemaatlere açık bir gözdağı mahiyetinde.

Bu süreçte yaşananlar, hukuk devleti ilkesinin erozyona uğrama riskini de beraberinde getiriyor. Siyasi motivasyonlu operasyonların hukukun genel ilkeleri ve adil yargılanma hakkı çerçevesinde yürütülmemesi, toplumun hukuk sistemine olan güvenini tamamen bitirmiş durumda.

Diğer yandan operasyonun hassaten iktidar medyasında sunuluş biçimi de dikkat çekici. İktidar yanlısı medya organlarının operasyonu “tarihin en büyük yolsuzluk operasyonu” olarak sunması, henüz ispat edilmemiş iddiaların kamuoyunda bir gerçeklik olarak algılanmas amacı güttüğünü pekiştiriyor. Şimdi bunun hukukun “masumiyet karinesi” ilkesinin zedelenmesine neden olduğunu yazmamız ise boş laf olacaktır.

İBB operasyonunun ve belediyecilik reformu tartışmalarının gündeme geldiği dönem, Türkiye’nin ciddi ekonomik sorunlarla boğuştuğu bir döneme denk gelmesi tamamen tesadüf değil elbette. Bu zamanlamanın bir amacı da, ekonomik krizin sebep olduğu toplumsal hoşnutsuzluğu başka bir alana kanalize etme çabası.

Erdoğan’ın en büyük korkusu

Eskiden olsa, Erdoğan’ın büyük bir iştahla açıkladığı bu operasyonu yapmak için bir saniye bile beklemeyeceğini görürdük. Ve yine eskiden olsa Erdoğan bu tür bir operasyonu yapmaya tereddüt ediyorsa, “dış” tepkilerden çekiniyor diyebilirdik. Ancak şu andaki mevcut durum bambaşka.

Her ne kadar operasyon ve reform önerileri, uluslararası kamuoyunda da yankı bulmuş olsa da, demokratik standartlara bağlılık açısından Türkiye’nin karnesini olumsuz etkileyebilecek bu gelişmelerin, ülkenin uluslararası ilişkilerinde ve özellikle Avrupa Birliği ile olan münasebetlerinde yeni gerilimlere yol açmayacağı da aşikar.

Bu konuda Erdoğan’ın tek korkusu var; piyasaların tepkisi. Tayyip Erdoğan 23 yıllık iktidarında her şeyi kontrol altına alabildi. Ve yine her şeyi mundar etmeyi başardı. Hukuk, eğitim, sanayi, ticaret, tarım; aklınıza ne gelirse. Bir tek parayı tam olarak kontrol altına alamadı.

Alamayacağını da biliyor.

Bu sebeple, bu operasyon için düğmeye bastığı anda ekonomik piyasaların nasıl bir savrulma yaşayabileceğini tahmin edemiyor.

Malum; İmamoğlu tutuklanması iktidara kısa vadede 60 milyar dolara yakın bir maliyet çıkardı. Uzun vadede ne hasarlar vereceğini ise kimse bilemiyor. İmamoğlu operasyonundan çok daha kapsamlı ve nihai gibi görünen bu operasyon Erdoğan’ın ülkedeki tüm kontrolü kaybetmesine sebep olan gelişmelere sebep olabilir ve Erdoğan bundan korktuğu için bu operasyon için düğmeye basamıyor.

Öte yandan zaman da aleyhine işliyor. Bu anlamda tam bir çıkmaza girmiş durumda.

Biliyorum uzun ama her zaman böyle siyasi analizler yazmıyorum biliyorsunuz. Bu sebeple biraz daha sabrınızı istirham ediyorum.

Peki neler olabilir?

Erdoğan’ın önerdiği reformların hayata geçmesi durumunda, Türkiye’de yerel demokrasinin geleceği ciddi bir soru işareti haline geliyor. Yerel yönetimlerin güçlerinin ve yetkilerinin kısıtlanması, yerel demokrasinin temelini oluşturan özerklik ilkesini yok edeceği ise kesin.

Önerilen reformlar, belediye seçimlerinin anlamını da dönüştürecektir. Eğer belediyelerin yetkileri ve karar alma mekanizmaları merkezi hükümetin denetimine geçerse, yerel seçimlerin siyasi önemi artık anlamsızlaşır. Bu da, vatandaşların yerel yönetimlere olan ilgisini ve katılımını da olumsuz etkiler.

Ve sanırım Erdoğan’ın arzusu da bu.

Muhalefetin İBB operasyonuna ve belediyecilik reformu önerilerine nasıl tepki vereceği ve nasıl bir strateji izleyeceği, önümüzdeki dönemin siyasi gündemini belirleyecek önemli faktörlerden biri. Muhalefetin bu konuları hukuki zeminde mi, yoksa siyasi zeminde mi tartışmaya çekeceği, sürecin seyrinde belirleyici olmakla beraber, Özgür Özel’in kimi zaman yaptığı çocukça çıkıların, ülke olarak işimizin ne kadar zor olduğunu da göstergesi.

Daha önceki gün, “Cuntanın başı” dediği Erdoğan’ı tüm bu olan bitenlerden habersiz zannedip, “Bana beş dakika ayırsın ona gerçekleri anlatırım!” safdilliğinde konuşması artık aptallık sınırlarına girecek mahiyette…

Erdoğan’ın en iyi yaptığı şeylerden biri de toplumsal kutuplaşmadır. Her gelişme gibi İBB operasyonunu da, şimdiden toplumsal bir kutuplaşmaya dönüştürmüş durumda. Belediyecilik reformu tartışmalarının da benzer bir kutuplaşma dinamiği oluşturması ise muhtemel. Bu durum, Türkiye’nin zaten var olan siyasi kutuplaşmasını daha da derinleştirecektir.

Erdoğan’ın kendi zihninde bir reform anlayışı yok. Hatta şahsen reforma ölümüne karşı olduğunu düşünmekteyim. Ancak kendi ikbali için hemen her şeyi reform ambalajına sokmaktan da geri durmuyor. Bu bağlamda belediyecilik reformu önerisi, iktidarın ve hassaten Erdoğan’ın genel “reform” anlayışı çerçevesinde değerlendirilmeli. Bu anlayış, genellikle demokratik süreçleri güçlendirmekten ziyade, merkezi kontrolü artıracak düzenlemeler getirme eğiliminde oldu bugüne kadar.

Kaldı ki önerilen reformların, belediyelerin demokratik hesap verebilirlik mekanizmalarını nasıl etkileyeceği de önemli bir soru işareti. Yerel yönetimlerin doğrudan halk tarafından denetlenmesi yerine, merkezi kurumlar tarafından denetlenmesinin artması, demokratik hesap verebilirliğini tamamen ortadan kaldıracaktır.

Erdoğan’ın, “Sorun varsa, sıkıntı varsa, şikayet varsa siyaset kurumunun görevi buna çözüm bulmaktır!” ifadesi, ilk bakışta makul bir yaklaşım gibi görünse de, bu “çözüm”ün biçimi ve hedefi kritik önem taşıyor. Ve biz aslında Erdoğan’ın zihin haritasından aslında ne kast ettiğini çok iyi biliyoruz. Sorunların demokratik süreçler içinde mi, yoksa merkezi kontrolü artıracak düzenlemelerle mi çözüleceği çok belli.

Rant ekonomisi

Belediyecilik reformu kapsamında önerilen imar düzenlemeleri, Türkiye’nin kronik sorunu haline gelen imar rantı ve inşaat ekonomisi üzerindeki kontrolü kimin elinde tutacağı sorusunu da beraberinde getiriyor. İmar yetkilerinin yeniden düzenlenmesi, ekonomik çıkar gruplarının da ilgi alanına giriyor.

Erdoğan’ın reform önerilerinde kent konseyleri ve sivil toplumun rolüne dair bir vurgu bulunmaması, reform vizyonunun katılımcı demokrasi anlayışından uzak olduğunu gösteriyor. Esasen gerçek bir belediyecilik reformu, yerel düzeyde sivil toplumun ve vatandaşların karar alma süreçlerine katılımını artırmalı, değil mi?

Reform önerilerinde, yerel yönetimlerde kadınların ve gençlerin temsilini artıracak düzenlemelere yer verilmemesi de dikkat çekici. Bu durum, reformun temsili demokrasiyi güçlendirmekten ziyade, mevcut güç dengesini koruma veya iktidar lehine değiştirme amacı taşıdığını düşünüyorum.

Metafora gel!

Erdoğan’ın konuşmasında kullandığı Arif Nihat Asya’nın, “İçimizden biri köprü olmaya razı olmazsa kıyamete kadar bu suyun kıyılarını bekleriz!” sözü, ilk bakışta uzlaşma çağrısı gibi görünse de, bu “köprü”nün nasıl ve kimin tarafından inşa edileceği sorusunu akla getiriyor. Bu metafor, iktidarın kendi vizyonunu dayatma niyetinin poetik bir ifadesi olarak görmek durumundayız.

Aslında reformun eksikliklerini sıralamaya kalksak, yazılar değil bu konuda kitaplar yazabiliriz. Örneğin; reform önerilerinde dijitalleşme ve teknolojik dönüşüme vurgu yapılmaması, vizyonun sınırlılığını gösteriyor. Modern belediyecilik anlayışında, dijital teknolojilerin etkin kullanımı ve şeffaflık ilkesi merkezi bir rol oynamadığı bir reformu direkt olarak çöpe atmak lazım.

Belediyelerin borç yükünün vurgulanması, ekonomik bir gerçeklik olmasının yanında, siyasi bir araç olarak da kullanıldığının da göstergesi. Merkezi hükümet, muhalefet belediyelerinin borçlarını, onları mali açıdan baskı altına alma ve hareket alanlarını kısıtlama amacıyla kullanıyor.

Netice itibarıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İBB operasyonunun genişletilmesi ve belediyecilik sisteminde köklü bir reform vizyonu sunması, stratejik bir hamleden başka bir anlam taşımıyor. İBB operasyonunun hukuki zeminindeki boşluklar, soruşturmanın dallandırılıp budaklandırılmasıyla kapatılmaya çalışılırken, belediyecilik reformu önerisi, seçimle kazanılamayan kontrolün idari ve hukuki mekanizmalarla elde edilmesi çabasından başka bir şey değil. 

Bu stratejinin başarıya ulaşması, Türkiye’de yerel demokrasinin geleceği açısından ciddi riskler barındırıyor. Demokratik yollarla seçilmiş yerel yönetimlerin etkisizleştirilmesi, halk iradesinin tecellisini engelleyebilir ve ülkenin demokratik kazanımlarını daha da geriye götürecektir.

Önümüzdeki dönemde, bu stratejinin hayata geçirilmesine karşı demokratik kazanımların korunması mücadelesi, Türkiye siyasetinin en önemli gündem maddelerinden biri olacak gibi görünüyor. Bu mücadelede, hukuk devleti ilkelerine bağlılık, yerel özerkliğin savunulması ve katılımcı demokrasi anlayışının güçlendirilmesi kritik önem taşıyor ama bunu siyasilerin anlaması pek mümkün değil gibi.

Allah yardımcın olsun Türkiye!

 

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin