YORUM | M. NEDİM HAZAR
Bir önceki yazımızda rahmetli Yücel Çakmaklı’dan yola çıkarak bir tür Yeşilçam’ın inanç tarihini ele almıştık.
Şimdi meseleyi biraz daha ayrıntılı irdeleyebilmek için tarihi biraz daha geri sarıyor ve Türk sinemasının henüz bir endüstriye dönüşmediği, sektörde hasbelkader var olanların üretim yaptığı döneme gidelim.
Faruk Kenç, Türk sinema tarihi için önemli bir isim. İsmin önemli olması yaptığı filmleri önemli kılmıyor.
Meşhur Enver Paşa’nın yeğeni olması hasebiyle hayatı ayrıcalıklı yaşayan Kenç, liseden hemen sonra üvey eniştesi Halil Kamil Bey’in sahibi olduğu Haka Film’de çalışmaya başladı. 1934’te, Türk İnkılâbında Terakki Hamleleri adındaki filmin çekimlerinde rejisör Esfir Şup ile kameraman Martof’un yanında asistanlık yaparak film işine girdi.
Ailesi genç Faruk’un bu şekilde bir yere varamayacağını anlayınca onu sinema eğitimi alması için Almanya’ya gönderdi. Münih’teki Bavyera Devlet Fotoğrafçılık Okulu’nu bitirdikten sonra ülkesine dönen Kenç, müthiş bir imkan ile karşılaştı. Atatürk vefat etmişti ve cenazesini çekebilecek rejisör aranıyordu. Ailesinin nüfuzuyla her anma gününde izlediğimiz o meşhur görüntüleri Faruk Kenç çekmiştir.
Seslendirme, çekim deküpajı gibi konularda Türk sineması için yenilikler getiren Kenç, Tiyatrocular Çağı ile Yönetmenler Çağı arasında bir Geçiş Çağı dönemi yönetmeni olmuştu.
Pek çok köy filmine imza attı ama saray kökenli bir şehirli olan Kenç’in köy filmleri gerçeklikten çok uzak olduğu için seyirciden karşılık bulamıyordu. Filmlerinde rujlu köylü kadınlar, topuklu ayakkabılarıyla çeşme başında su dolduran genç kızlar, kolalı gömlekli köy erkekleri filan gezinip duruyordu.
Dolayısıyla Kenç filmlerindeki din adamları da son derece kartondu veya hiç yoktu. Hiçbir Kenç filminde fondan ezan sesi duyulmuyordu. Oysa bu milletin İstiklal Marşı’nda bile “bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli” diyordu.
Kenç’den sonra gelen yönetmenler kuşağı ve hemen akabinde Devrimci/Ulusalcı sinema akımlarında da din ve inanç olgusu ya yanlış ele alınıyor ya da görülmezden geliniyordu.
Aydın Arakon’un 1951 yılında yazıp yönettiği İstanbul’un Fethi bile Fetih Ruhu’ndan çok uzakta, savaş öncesi meyhanede iki tek atan yeniçerileri filan gösteren film olarak izleyicinin gönlünde makes bulamamıştı.
Önceki yazıda belirttiğimiz gibi Yücel Çakmaklı isimli gencin Yeşilçam film sektörüne girmesiyle Türk film sektörünün inanç meselesine bakışında değişimler başlamıştı. Öte yandan Malkoçoğlu, Karaoğlan, Battalgazi gibi tarihi fantastik filmlerin seyircide olağanüstü ilgi görmesi Yeşilçam’ın ilgisini bir anda inanca çevirmeye yetmişti.
1956 yılında çekilen ilk dini film sayılabilecek eser Aşıklar Kabesi Mevlana’nın Hayatı adlı filmdi ve Yeşilçam’ın gedikli bir ismi Hicri Akbaşlı tarafından yönetilmişti. Bu film ondan sonrakiler için de adeta bir patika oluşturur. Tüm eksik ve gediklerine rağmen seyircinin ilgi göstermesi Yeşilçam’ı bu yöne doğru çevirmiştir.
Formül basittir kahramanı din kaynaklı olsa da film kahramanlık ve karakter odaklıdır.
Bu tür filmler kısa sürede bir furyaya dönüşmeye başlar.
Sinema yazarları tarafından küçümsenerek “Hazretli filmler” denilen bu filmler başlarda halktan arzu edilen ilgiyi doğal olarak görmezler. Zira perdedeki din ile halkın yaşadığı din arasında büyük farklar vardır. Pek çok Yeşilçam senaristi ve yönetmeni kendilerindeki din ve din adamı algısını perdeye aksettirirken bunu batılı formda sunmaları Türk izleyicisinin doku tipine uymamıştır.
1961 yılında Nejat Saydam tarafından çekilen Hz. Ömer’in Adaleti’ni 1964 yılında çekilen Hz. İbrahim filmi takip eder.
1964 ve 1972 yıllarında iki kez çekilen Hz. İbrahim filminin birbirine benzeyen iki afişinde ise kurbanlık koçu getiren melek; başı açık, sarı saçlı ve oldukça cazibeli bir kadın olarak tasvir edildiğinden dolayı prodüktörler beklediklerinin tam tersi bir tepkiyle karşılaşırlar. Seyirciyi çekmek için yapılan bu oyun, ters tepmiştir.
Tam bu esnada çok enteresan bir gelişme olur. Niyazi Mustafa’nın çektiği Rabia’tül Adeviye adlı Mısır filminin yerli versiyonuna iki yerli yapımcı; Memduh Ün ve Süreyya Duru aynı anda sahip çıkar. Basında uzun süre devam eden “önce ben başladım, sen başladın” tartışmalarından sonra iki kesim de inadından vazgeçmez ve piyasaya hem Osman Seden’in yönetip Fatma Girik’in oynadığı, hem de Süreyya Duru’nun yönetip Hülya Koçyiğit’in oynadığı iki adet “Rabia” filmi çıkar. Bu arada, Akün Film sahibi İrfan Ünal, Rabia filminin orijinalini getirip piyasaya sürünce, aynı konuyu işleyen film sayısı üçe çıkmış oldu. Asaf Tengiz’in çektiği “Hz. Ömer’in Adaleti”, Nuri Akıncı’nın çektiği “Hz. Yusuf’un Hayatı” ve “Kız Evliya” ile Çetin İnanç’ın çektiği “Hz. Bilal-i Habeşi” de yine aynı dönem piyasaya sürülen dini filmlerden birkaçıdır.
1971 yapımı ‘Hz. Ömer’in Adaleti’ filminde ‘Hz. Ömer’ karakterini namaz kılarken öldüren kişiyi oynar. Filmin gösterimi sırasında Düzce’de bulunan Eğriboz’un önünü kesen dört kişi, “Ulan Hazreti Ömer’i öldürürsün haaa” diyerek odun parçalarıyla sanatçının üzerine çullanır. Hastanede gözünü açan Eğriboz’un kafasına 18 dikiş atılmıştır.
1960’Iı yılların sonlarına doğru Türk Sineması yıllık 300 film barajını aşar. Bir yönüyle tam bir altın çağ yaşamaya başlamıştır. Temellerini Necip Fazıl’ın attığı milliyetçi ve mukaddesatçı sanat önce gazete köşe yazılarında kuramsal olarak tartışılır ve Çakmaklı ile ilk pratiğini vermeye başlar.
Kabe Yollarında isimli belgeselin gördüğü ilgiden cesaret alan Çakmaklı ve Elif film, büyük bir Yeşilçam projesiyle sektöre giriş yapmak ister. O dönem gazetede tefrika olarak yayınlanan Huzur Sokağı isimli roman Şule Yüksel Şenler tarafından kaleme alınmaktadır ve henüz bitmemiştir.
Çakmaklı Şenler’e bir teklif götürür ve film olarak tefrikadan önce çekilmesini teklif eder. Star sisteminden iki güçlü isim ile anlaşılır: Türkan Şoray ve İzzet Günay. Birleşen yollar ismiyle çekilen filmde oyuncular dahil, tüm çekim ekibi farklı bir film setinde bulunmanın verdiği ruh halini her fırsatta dile getirirler. Gerek eserin hassasiyeti, gerekse yönetmenin sair Yeşilçam rejisörlerinden farkı Türkan Şoray başta olmak üzere tüm ekibi etkilemiştir.
Bununla beraber filmin galası da çok görkemli olur ve halk tarafından büyük bir kabul görür Birleşen Yollar.
Bazı eleştirmenler “Birleşen Yollar”ı ölçülü ve cesaretli bir adım olarak nitelendirip, Türk Sineması’na yeni bir anlayış getirdiğinden söz ederken, Mesut Tümay (Uçakan) bunun yanlış olduğu, filmin yeni bir boyut getirmediği üzerinde durmaktadır. Ona göre film yalnızca manevi değerlerimizi, toplumsal değerlerimizi gittikçe büyüyen makineleşmeye karşı korumayı amaçlıyordur o kadar. Bütün cesareti ve başarısı da dejenere olmuş bir zümrenin kendi benliğine dönmesi için var gücüyle haykırmasıdır.
Daha sonra kendisi de yönetmenliğe geçecek olan Uçakan bu görüşlerinde samimidir ve Yeşilçam’ın inanç filmleri örneklerindeki ilk yarılma gerçekleşmiştir.
Pek çok yönüyle övülebilecek ve aynı zamanda eleştirilebilecek olan Birleşen yollar tam anlamıyla bir Milli Sinema ve Yücel çakmaklı filmidir aslında. Bu arada ilginç bir değerlendirme de Bugün gazetesinden Abdulkadir Sezgin’den gelir: “Bugüne kadar birçok gayri milli film çevirmiş olan meşhur artistlerin milli senaryoları oynarken, ister istemez rolü hissetmelerini görüp, bu konuda düşünmek lazımdır. Türk Film yapımcılarının Birleşen Yollar’dan ibret alarak milli sinemamızın kurulmasına yardımcı olmaları en içten arzumuzdur.”
Tahmin edeceğiniz üzere konuya devam edeceğiz…