Dik duruşun dönüştürücü gücü: Sivil itaatsizlik!

Boykot susar, sivil itaatsizlik konuşur. Biri geri çekilir, diğeri karşı durur. Türkiye’nin tarihine kazınan sivil itaatsizlik örnekleri, bireysel cesaretin kolektif dönüşüme nasıl yol açtığını gösteriyor.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Adalet Sarayı’nın geniş koridorları… Duruşma salonu 301’in önünde bekleyen kalabalık. İçeride, “Artık yeter!” diyerek basın açıklamasına katılan bir avukat yargılanıyor. Ne bir bomba taşımış, ne bir silah kuşanmış. Sadece vicdanının sesini duyurmuş. Gerçek suçu, bu olsa gerek.

Henry David Thoreau’nun 1849’da kaleme aldığı “Sivil İtaatsizlik” makalesinden bu yana neredeyse iki asır geçti: “Önce insan, sonra vatandaş olmalıyız. Yasalara saygıdan çok, doğruya saygı beslemek daha önemlidir.”

Bu sözler, Türkiye’nin hukuk koridorlarında, üniversite kampüslerinde, kent meydanlarında yankılanmayı sürdürüyor. Çünkü sivil itaatsizlik, hukukun adaletten koptuğu yerde, vicdanın söz almasından başka bir şey değil.

Önceki yazımızda ele aldığımız “boykot” kavramı, (Şuradan okuyabilirsiniz) reddetmenin, yapmama eyleminin, katılmama kararının gücünü vurguluyordu. Charles Boycott’un İrlanda’daki toprak sahipliği hikâyesinden doğan bu kavram, pasif bir direniş biçimiydi.

Sivil itaatsizlik ise bir adım daha ileri gider. Sadece reddetmekle yetinmez, doğrudan karşı çıkar.

 

Gandhi’nin tuz yürüyüşünde olduğu gibi, tuz tekelini boykot etmekle kalmaz, yasağı çiğneyerek kendi tuzunu üretir. Rosa Parks’ın Montgomery otobüsündeki eylemi gibi, sadece otobüse binmemek değil, yasaya rağmen ön koltuğa oturmaktır.

Türkiye topraklarında bu iki kavram içiçe geçmiş durumda.

1960’larda “Toprak işleyenin, su kullananın” sloganıyla köylülerin büyük toprak sahiplerine karşı başlattığı toprak işgalleri; 1970’lerdeki üniversite boykotları ve işgalleri; 1980 askeri darbesi ardından memurların kitle halinde istifa etmesi… Hepsi birer sivil itaatsizlik örneğiydi.

Türkiye’deki sivil itaatsizlik tartışmalarının en çarpıcı örneklerinden biri vicdani ret meselesidir. 1990’larda Tayfun Gönül ve Vedat Zencir’in ilk vicdani retçiler olarak kamuoyuna çıkmasıyla başlayan süreç, askeri hizmetin zorunluluğuna karşı vicdani bir duruş sergiledi.

Bu, Thoreau’nun “Eğer bir ordu beni zorla askere almaya çalışırsa, reddederim!” dediği noktanın tam karşılığıydı. Vicdani ret, kişinin hayatın kutsallığına duyduğu inançla silah taşımayı reddetmesiydi. Devlet otoritesi ile bireysel vicdan arasındaki kadim çatışmada, vicdanın safında yer almaktı.

Vicdani retçiler, askerlik yapmamanın hapis cezasını göze alarak, pasif boykottan aktif itaatsizliğe geçtiler. Tıpkı Thoreau’nun vergi ödemeyip hapse girmeyi göze alması gibi.

Gezi: Kolektif bir vicdani duruş

2013 yılında Gezi Parkı’ndaki birkaç ağacın kesilmesine karşı başlayan protesto, hızla Türkiye çapında bir sivil itaatsizlik hareketine dönüştü. Burada ilginç olan, Thoreau’nun bahsettiği “Bir kişi bin kişilik bir imparatorluktan daha güçlü olabilir.” fikrinin somut bir tezahürüydü.

Gezi direnişi, bir yönüyle klasik bir boykot örneğiydi: Belirli ürünlerin, markaların, televizyon kanallarının izlenmemesi gibi. Diğer yönüyle ise aktif bir sivil itaatsizlikti: Yasaklara rağmen meydanlarda toplanmak, parka sahip çıkmak, “Duran Adam” eylemindeki gibi pasif direnişler sergilemek.

Bu süreçte “Chapulling” (çapulculuk) ifadesinin sahiplenilmesi, Thoreau’nun “Eğer bana haydut, devrimci denilecekse, o zaman öyle olsun.” yaklaşımının modern bir yansımasıydı.

Sivil itaatsizliğin en önemli ilkelerinden biri şiddetsizliktir. Bu ilkenin en saf haliyle uygulandığı örneklerden biri, 1995’ten bu yana kayıp yakınlarının her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda sessizce oturma eylemi olsa gerek.

Cumartesi Anneleri, yasak ve engellere rağmen, 27 yıldır aynı yerde toplanarak hem bir boykot (gündelik hayata katılmama) hem de bir sivil itaatsizlik (toplanma yasağını çiğneme) örneği sergilemekte. Gandhi’nin “Ahimsa” (şiddetsizlik) ilkesinin Anadolu topraklarındaki karşılığı oldular.

Bu eylem, Thoreau’nun, “Azınlık, çoğunluğa uyduğu sürece güçsüzdür; bütün ağırlığıyla direndiğinde ise karşı konulamaz olur.” sözünün vücut bulmuş halinden başka bir şey değil.

Öte yandan sivil itaatsizlik yalnızca kitlesel eylemlerle değil, bireysel duruşlarla da tarihsel önem kazandı.

2008 yılında eğitim sistemindeki eşitsizlikleri protesto etmek amacıyla ÖSYM sınavlarına girmeyi reddeden bir grup lise öğrencisi, “Biz bu yarışa katılmıyoruz.” diyerek kamuoyunun dikkatini çekmişti. Bu gençlerin duruşu, sınav sistemine dair yapısal eleştirileri görünür kıldı ve eğitimde fırsat eşitliği talebini gündeme taşıdı. Sivil itaatsizlik burada, yalnızca yasadışı bir eylem değil; sistemsel bir soruna karşı vicdanen “hayır” deme iradesi olarak karşımıza çıktı.

Benzer şekilde, çevre mücadeleleri de sivil itaatsizliğin giderek çeşitlenen biçimlerine sahne oldu.

2005 yılında Bergama köylülerinin altın madenine karşı başlattığı direniş, hukuki yollarla verilen iptal kararlarına rağmen şirket faaliyetlerinin devam etmesine karşı sürdü. Köylüler, yasalara rağmen maden sahasına girmeyi engelleyerek ve traktörleriyle yolları kapatarak hem çevre hakkını hem de yaşam alanlarını korumak için aktif bir direniş sergiledi. Bu mücadele, yalnızca ekolojik değil, aynı zamanda demokratik bir hak arayışıydı.

Bir başka dikkat çekici örnek ise, 2010’ların ortasında barış talebiyle gündeme gelen, “Bu suça ortak olmayacağız!” bildirisiyle ortaya çıkan akademisyen eylemiydi. Devletin güvenlik politikalarına karşı çıkan bu bildiri, yüzlerce akademisyenin imzasıyla kamuoyuna sunulmuş, ardından birçok imzacı görevden alınmış, yargılanmış ve baskı altına alınmıştı. Ancak bu durum, sivil itaatsizliğin bir başka boyutunu —fikri direnişi— ortaya koydu. Üniversiteler gibi düşünce üretimin merkezlerinde yükselen bu ses, toplumsal adaletin sadece sokakta değil, zihinlerde de savunulduğunu gösterdi.

Günümüz Türkiye’sinde sivil itaatsizlik, sosyal medyadan sokağa, dijitalden gerçek hayata uzanan bir spektrumda gerçekleşiyor. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra başlayan ve sonradan yasaklanan protestolar; kriz dönemlerinde ortaya çıkan dayanışma ağları; çevre duyarlılığı etrafında şekillenen madenlere karşı direnişler…

Tüm bunlar, birer boykot ve sivil itaatsizlik örneği olarak, vatandaşlığın sadece seçimlerde oy vermekten ibaret olmadığını gösteriyor. Kaz Dağları’ndaki ağaç kesimlerine karşı “Su Nöbeti”, İkizdere’deki taş ocağına karşı “Vicdan Nöbeti”, hepsi kolektif vicdanın isyanının birer tezahürü.

Elbette sivil itaatsizliğin bir bedeli var.

Thoreau bir gece hapiste yatmıştı. Gandhi defalarca tutuklandı. Martin Luther King suikasta kurban gitti.  Türkiye’de de sayısız insan, vicdani duruşlarından dolayı bedeller ödedi, ödüyor.

Ancak Thoreau’nun işaret ettiği gibi: “Vicdanı yaralandığında akan kan, insanın gerçek insanlığının ve ölümsüzlüğünün akışıdır, sonu gelmez bir ölüme doğru.”

Bu kan, siyasi tarihimizin damarlarında hâlâ akıyor.

Sivil itaatsizlik, adaleti ertelemeyi reddeder. “Yarın” demez, “Bugün” der. “Belki” demez, “Mutlaka” der. “Başkaları” demez, “Ben” der.

Boykottan sivil itaatsizliğe uzanan yolculuk, aslında vicdanın yasalarla çatıştığı noktada, insanlığın kendi özüne dönüş hikâyesi esasen. Türkiye’nin kısacık ve eksik/gedik demokrasi tarihi, bu çatışmanın ve dönüşün hikâyesiyle örülü.

Thoreau şöyle diyor: “Her insanın bir vicdanı varsa, yasalara neden teslim olsun?”

Bu soru, bugün de en az 175 yıl önceki kadar güncel.

İrlanda’da bir toprak görevlisinin adıyla başlayan yolculuk, bugün tüm dünyada, Türkiye’nin her köşesinde, vicdanın çağrısını duyanların adımlarıyla devam ediyor. Belki de gerçek vatandaşlık, bu çağrıya kulak vermektir.

2 YORUMLAR

  1. Yanılıyorsunuz ….Sokakta dolaşan sıradan biri olmadığınız için gerçek bir tespitte bulunamıyorsunuz.Hiç bir devlet artık bilmediği düşmanı veya başkaldırı teşebbüsünü beklemiyor.Kontrol edebildiği ve kendi eliyle oluşturduğu muhalefetcik ve başkaldırıcık ları yönetiyor daha doğrusu oynuyor ve oynatıyor.
    Onurlu bir duruş falan sergileyen bir taraf yok.Kamuyu yönetmeye çalışanlar onurlu ve dik duruş falan filan tanımlamalarıyla olmayan ve olamayacak beklenti oluşturmaya gayret ediyorsunuz. Bu halk çoktan iki omzunu da mindere deydirdi… son 20 yıl da değil 20 yıldan önce.Globalleşen dünyada Trump in anormallikleri devlet adamlığından çok çok uzak şebeksi davranışları dünyadaki diğer peyk ülkelerde peyk yöneticilerle uygulamaya sokuluyor.Bu sebepten dik duruş yok efendim adalet arayışında sivil itaatsizlikmiş….yukarıdan bakınca gördüğünüzü sandığınız sivil itaatsizlik dik duruş masalına kendinizi kaptırmayınız. Sokratik insan olamayan yöneticilerde omurga ve yürek olamaz.

  2. Para, silah, teknolojiyi kim kontrol ediyorsa güç onda. Gerisi onlar için çalışıyor. Protesto boykot bunlar güçlülülerin kontrolünde gerçekleşiyor. Toplumsal hareketler sosyal psikolojinin bir kolu olan manipülasyonlarla başlatılıyor. Bu bir bilim ve buda kontol edilebiliyor. Tabandan kendinden olan bir şey yok.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin