Dibin de dibindeyiz!

Basın Özgürlüğü raporu otoriter rejimin ülkeyi getirdiği bataklık dibinin somut belgesi gibi. Türkiye 180 ülke arasında 159. sıraya çökmüş durumda; Pakistan, Sudan, Irak gibi iç savaş ve darbe yaşayan ülkeler bile basın özgürlüğünde önde, şüphesiz bu tablodan siyasal İslamcılar kadar muhalefet ve özellikle de CHP zihniyeti sorumlu!​​

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF – Reporters Sans Frontieres), 1985 yılında Paris merkezli kurulan ve basın özgürlüğünü küresel ölçekte savunan bağımsız bir sivil toplum örgütü. Her yıl 180 ülkeyi kapsayan Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi’ni yayınlayarak gazetecilere yönelik baskı, sansür, tutuklamalar ve cinayetleri sıralıyor, bu verilerle hükümetleri ve uluslararası kurumları hesap vermeye zorluyor.

RSF, özellikle savaş bölgeleri, otoriter rejimler ve cezasızlık kültürlerinde gazetecilerin güvenliğini izler, hukuki destek sağlar ve farkındalık kampanyaları yürütmekte; 2025 raporunda olduğu gibi, İsrail ve Rusya gibi ülkelerin gazeteci ölümlerindeki liderliğini vurgulayarak nefret söylemi ile “impunity” (Cezasızlık) arasındaki bağlantıyı merkeze alıyor. Örgüt, tarafsızlığını korumak adına bağış ve fonlarla finanse olurken, eleştirilere rağmen basın özgürlüğü ölçümlerinde en güvenilir referanslardan biri olarak kabul görüyor.

Bu ansiklopedik arka plandan sonra şimdi örgütün son raporuna odaklanabiliriz ki, bu raporun, tüm defolarına rağmen yandaş medyada yer bulabileceğini hiç sanmıyorum.

Evet tahmin edileceği üzere 2025 RSF Basın Özgürlüğü Endeksi’nde Türkiye 180 ülke arasında 159. sırada ve “çok ciddi” kategorisine inmiş durumda. Pakistan (158), Sudan (156), Irak (155), Uganda (143), Bangladeş (149) gibi ağır siyasal/ekonomik kriz yaşayan ülkelerin bile gerisindeyiz ve bu başarı siyasal islamcılar ile beraber klasik CHP zihniyetinin hanesine yazılmalı bence.

Zira bu tablo, Türkiye’de basın özgürlüğünün artık yalnızca otoriter blokla değil, iç savaş, darbe, devlet çöküşü yaşayan ülkelerle aynı ligde algılandığını gösteriyor.

RSF, Türkiye’nin toplam puanını 29,40 olarak veriyor; bu puanla ülke 2025’te 180 ülke içinde 159. sırada ve geçen yıla göre bir basamak daha gerilemiş durumda. Bu başarı ile devam edersek birkaç ay içinde Maduro’nun Venezuela’sını geride bırakırız Allah’ın izniyle! Raporun siyasal bağlam (19,69) ve ekonomik bağlam (26,09) skorları ise hem iktidar baskısının hem de iktidara yakın sermaye yapısının medya üzerindeki kontrolünün belirleyici olduğunu gösteriyor.

Gelelim Hukuki çerçeveye (32,42) ve toplumsal bağlam (33,44) skorları ise keyfî yargı süreçleri, “terör” suçlarının sınırsız genişletilmesi ve kutuplaştırıcı nefret dilinin gazeteciler üzerindeki baskıyı kalıcılaştırdığını ortaya koyuyor. Güvenlik başlığındaki 35,37 puan, fiziki tehdit, gözaltı, şiddet ve yargı tacizi riskinin hâlâ yüksek olduğuna işaret ediyor.

Bakın dikkat buyurun artık bunlardan dolayı herhangi bir eleştiri cümlesini yazmıyorum bile, zira biliyorum ki, bunların ülkeyi yöneten mafyatik yapı için hiçbir anlamı yok!

“Türkiye’den daha özgür” görünen ülkeler

RSF endeksine göre, basın özgürlüğü açısından Türkiye’den daha iyi konumda olan bazı ülkeler ve ekonomileri/siyasetleri şöyle:

Bu ülkelerin çoğunda darbe, iç savaş, milisler, tek parti hegemonyası ve ağır yoksulluk gibi faktörler basını baskılıyor; buna rağmen endekste Türkiye’den daha “özgür” görünüyorlar. Bu karşılaştırma, Türkiye’de sorunların sadece tekil ihlaller değil, yapısal ve sistematik bir “politik-ekonomik kontrol rejimi”ne dönüştüğünü gösteriyor.

RSF’nin 2025 yıllık bilançosu, 12 ay içinde 67 gazetecinin öldürüldüğünü ve 503 gazetecinin 47 ülkede hapiste olduğunu kaydediyor. Rapora göre öldürülen 67 gazetecinin büyük çoğunluğu ya düzenli orduların saldırılarıyla ya da organize suç şebekelerinin hedefli cinayetleriyle hayatını kaybetti; yani “çatışma artığı rastgele kurbanlar” değil, doğrudan meslekleri nedeniyle hedef alınmış isimler.

Yine bu rapor, 135 gazetecinin 37 ülkede kayıp olduğunu ve 20 gazetecinin rehine veya fiilen “rehin” konumunda tutulduğunu belirtiyor. Bu tablo, nefret söylemi ve cezasızlığın birleştiği bir küresel iklimde gazeteciliğin doğrudan “öldürülebilir bir meslek” hâline geldiğini gösteriyor.

İsrail ve Rusya: Gazeteci cinayetlerinin zirvesi

2025 bilançosunda İsrail, üst üste üçüncü kez gazeteci ölümlerinde birinci sırada. RSF’ye göre 2025’te öldürülen 67 gazetecinin en az 29’u Gazze’de İsrail ordusunun saldırıları sırasında hayatını kaybetti; bu, yıllık toplamın yaklaşık yüzde 43’üne denk geliyor.

Raporda, Rusya’nın da hem Ukrayna cephesinde hem ülke içindeki baskı ortamında gazeteciler için en tehlikeli aktörlerden biri olarak öne çıktığı, onlarca gazetecinin Rusya’da hapiste olduğu ve bir kısmının da öldürüldüğü vurgulanıyor. RSF verilerine göre, tüm dünyada 503 tutuklu gazetecinin önemli bir bölümü Çin, Rusya ve Myanmar’da bulunuyor; bu üç ülke, “hapisteki gazeteciler ligi”nin zirvesini paylaşıyor.

Cezasızlık ve nefret iklimi

RSF, 2025 raporunda nefret söylemi ile cezasızlık arasındaki bağlantıyı merkezine alıyor: Siyasî aktörler ve resmî ordular, medya karşıtı söylemi sistematik olarak körüklediğinde, bu dil kısa sürede sahada ölümcül şiddete dönüşüyor. Birçok vakada, gazetecileri hedef alan cinayetler soruşturulmadığı, failler ve azmettiriciler yargılanmadığı için “öldürülebilir gazeteci” fikri neredeyse normalleşiyor.

Bu atmosfer sadece savaş bölgeleriyle sınırlı değil; Meksika, Kolombiya, Honduras gibi “resmen barış hâlinde” olan ülkelerde de organize suç şebekeleri ve siyaset-mafya ilişkileri, soruşturmacı gazetecileri sistematik biçimde hedef alıyor. Böylece dünya genelinde basın özgürlüğü, ilk kez RSF tarafından bütün olarak “zor”/“difficult” kategoriye itilmiş durumda.

Raporun kör noktası!

Evet, şimdiye kadar takdir ederek bahsini ettiğimiz örgütün ve raporun ciddi defoları da bulunuyor. RSF, nedense rapor boyunca eleştirdiği Erdoğan iktidarının diskurunu kullanarak, özellikle hapisteki zulüm altında tutulan bazı gazetecileri “yok hükmünde” sayıyor!

Acı ama ne yazık ki gerçek böyle!

RSF’nin dünya bilançosunda Türkiye için 2025 itibarıyla “hapiste 4 gazeteci” gibi düşük bir rakamın zikredilmesi, ülke içindeki gerçek tabloyla ciddi bir inandırıcılık zedelemesi ekliyor bence. Türkiye Gazeteciler Sendikası ve diğer yerel izleme ağları, Aralık 2025 itibariyle farklı suç başlıkları altında cezaevinde bulunan veya yargı taciziyle sürekli içeri girip çıkan gazeteci ve medya çalışanlarının sayısının RSF’nin resmi rakamının oldukça üzerinde olduğuna dikkat çekmesi ise bu kanaatimizin doğruluğunu teyit eder nitelikte.

Sorunun bir boyutu da “kim gazeteci sayılır?” eşiğinin siyasî ve ideolojik olarak çizilmesi: özellikle Gülen hareketine yakın kurumlarda çalıştığı için yargılanan pek çok isim hem Ankara hem de önemli bir kısmı uluslararası kurumlar tarafından “terör mensubu” kategorisine atılarak fiilen gazetecilik statüsünden dışlanıyor. Bu yaklaşım, cezaevi istatistiğini “kozmetik” olarak aşağı çekse de basın özgürlüğü ihlallerinin toplam boyutunu perdeleyen ciddi bir optik yanılsamaya sebebiyet verdiği ise aşikar!.

Rakamın dışına itilen isimler

Türkiye’de özellikle 2015 sonrasında, Gülen hareketi ile bağlantılı medya organlarında çalıştığı için ağırlaştırılmış cezalarla yargılanan ve yıllardır hapiste tutulan çok sayıda isim var. Bunlar arasında, örnek niteliğindeki bazı dosyalar şunlar:

Mehmet Baransu: Kapatılan Taraf gazetesinin muhabiri/yazarı; 2015’ten beri cezaevinde, hem “devlet sırlarını ifşa” hem de “örgüt üyeliği” suçlamalarıyla 19 yılı aşan hapis cezalarına çarptırıldı.

Hidayet Karaca: Eski Samanyolu Yayın Grubu CEO’su; “örgüt yöneticiliği” ve yayın içerikleri (Dizi senaryosu) üzerinden terör propagandası suçlamalarıyla ağırlaştırılmış müebbet dahil çok uzun süreli hapis cezaları aldı ve yıllardır hapiste.

Alaeddin Kaya: Zaman gazetesi eski sahibi/yöneticisi olarak “örgüt finansörü” ve “örgüt yöneticisi” suçlamalarıyla yargılandı, uzun süreli tutukluluk ve ağır mahkûmiyet kararlarıyla karşı karşıya kaldı.

İlhan İşbilen: Eski AKP milletvekili; Gülen hareketi ile ilişkisi nedeniyle “örgüt yöneticiliği” suçlamasıyla yargılandı, mal varlığına el koyma ve uzun süreli hapisle cezalandırıldı.

Ali Ünal gibi Zaman yazarları: Yazıları ve editoryal pozisyonları, doğrudan “örgütsel faaliyet” ve “darbe teşebbüsüne destek” olarak yorumlanarak ağır hapis cezalarına hükmedildi.

Yıllardır hapiste olan Hizmet hareketi mensubu gazetecilerden sadece birkaçı bu, eminim benim aklıma gelmeyen en az on tane daha gazeteci çıkacaktır. Dahası, bu isimlerin çoğu hapisteki kötü muamelelerinden dolayı sağlıklarını kaybetmiş durumda, pek çoğu ağır hasta.

Bu isimlerin tamamı, kendi çevreleri ve uluslararası bazı hak örgütleri tarafından “gazeteci” veya “medya mensubu” olarak anılırken, Ankara’nın “FETÖ üyeliği” kategorizasyonu nedeniyle birçok uluslararası endekste “tutuklu gazeteci” hanesine yazılmıyor. Dolayısıyla, RSF’nin “Türkiye’de sadece 4 gazeteci hapiste” gibi rakamları, özellikle Gülen hareketine yakın veya muhalif İslâmcı/muhafazakâr medya kökenli tutukluları büyük ölçüde görünmez kılıyor.

Üstelik bu kadar değil, raporun önemli yapısal kör noktaları var!

RSF, küresel ölçekte vazgeçilmez bir referans; ancak Türkiye örneğinde raporun en az üç kör noktası olduğu söylenebilir:

Statü sorunu: “Gazeteci kimdir?” sorusunu çoğu zaman mevcut siyasal yargı kararlarına ve akreditasyon pratiklerine yaslayarak yanıtlaması, özellikle “terör” davalarında çalışan muhalif gazetecileri istatistik dışına itiyor.

Niceliğin siyasallaşması: Hapisteki gazeteci sayısını dar tutan tanım, iktidarın “bakın artık çok az gazeteci içeride, reform yaptık” söylemine dolaylı meşruiyet sağlamasına yol açıyor.

Güç bloklarına duyarlılık asimetrisi: Batı karşıtı veya İslamcı otoriter rejimlere dönük sert dil, kimi zaman “müttefik” görülen hükümetlere veya karmaşık ittifak ağlarına sahip ülkelere karşı daha temkinli bir tonla dengeleniyor; bu da bazı ülkelerdeki, özellikle “terör” torba suçlamaları altındaki gazetecilerin görünürlüğünü azaltıyor.

Şunu da tekrar vurgulayayım da, bu satırlardan başka anlam çıkacak aklı evvellerin önünü almış olalım. Bu eleştiriler, RSF’nin verisini bütünüyle reddetmeyi değil, özellikle Türkiye gibi “terörle mücadele” söyleminin hukuku boğduğu bağlamlarda daha derin, yerel-uluslararası çapraz doğrulama gerektiğini gösteriyor. Basın özgürlüğü analizi, salt sayı ve sıralamaya indirgenmeden; hangi gazetecilerin, hangi dosyalarla, hangi siyasî bağlamda susturulduğunu da ayrıntılı biçimde tartışmak zorunda.

Peki bu rapor Türkiye için ne anlama geliyor?

Biraz önce söylediğim için, iktidarı ile, muhalefeti ile bu raporun herhangi bir anlam ifade ettiğini düşünmüyorum. Aklı başında ciddi bir muhalefet olsa, bu raporu Meclis’te okur, yeri göğü inletirdi. Ama CHP’nin böyle bir derdi hiç olmadı!

Bir de genel manzara var: Türkiye’nin, savaş ve devlet çöküşü yaşayan Irak, Sudan, Pakistan ve ağır otoriter rejimlere sahip Uganda, Bangladeş gibi ülkelerin gerisine düşmesi, demokratik meşruiyet iddiasını fiilen boşa çıkaran bir işaret fişeği niteliğinde. Bu tablo, sadece gazetecilerin değil, kamusal tartışmaya katılmak isteyen tüm yurttaşların ifade özgürlüğünün güvence altında olmadığını, “haber alma hakkı”nın da kurumsal olarak sakatlandığını ortaya koyuyor.

RSF’nin 2025 raporunda görülen hem küresel nefret/cezasızlık iklimi hem de Türkiye’ye dair rakamsal kör noktalar, eleştirel bir medya okuryazarlığı çağrısını zorunlu kılıyor: Raporların kendisi de tartışılmalı ama bu tartışma, Türkiye’deki gerçek baskı mimarisini ve yıllardır cezaevinde tutulan gazeteci ve medya çalışanlarının dramını görünmez kılmamalı.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin