PROF. M. EFE ÇAMAN | YORUM
Türkiye son yıllarda birçok iç politik sorun yaşadı, yaşıyor. Bunların tümü adi suça batmış İslamcıların darbeci pro-faşistlerle kurdukları güç ittifakının sonuçlarıdır. Ancak bir de daha objektif, teknik bir konu var, o da dış ve güvenlik politikaları konusudur. Bu alanın da en önemli parçalarından birini askeri-stratejik tercihler oluşturuyor.
Türkiye 1950’lerden beri NATO üyesi olarak birçok avantaj elde etti. Bunların başında Türk Silahlı Kuvvetleri’ni (TSK) modernizasyon, silah envanterlerini yenileme, organizasyon ve taktik kabiliyetleri arttırma, caydırıcılık gibi temel savunma politikaları hedefleri gelir. Bu çerçevede TSK Türkiye’nin Batı’ya en açık, en donanımlı, en işlevsel ve başarılı kurumlarından biriydi. TSK’nın vesayet rejimindeki rolü hariç tutulacak olursa, TSK Türkiye devletinin tüm kurumları içinde bir rol modeldi.
Resmi adlandırmasıyla 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi bu durumu değiştirdi. TSK içerisinde ciddi bir tasfiye operasyonu yapıldı. Serves (Sevr) Antlaşmasıyla bile dağıtılamayan ordu, sivil darbe neticesinde tümüyle çökertildi. Dâhili bedhahlar tarafından ülkenin tüm orduları bilfiil dağıtıldı. Her iki kurmay subaydan biri tutuklandı. Her iki general/amiralden biri tutuklandı. Muvazzaf subayların çok ciddi bir oranı tasfiye oldu.
Bu da yetmezmiş gibi, sivil darbeci güç TSK’nın Osmanlı’dan devraldığı askeri okulları bile kapattı. Harp Akademileri kapatıldı. Yerine Milli Savunma Üniversitesi adında ucube bir kurum kuruldu. Başına tarih doktoralı vasat bir İmam Hatip’li akademisyen atandı, bu adama bir gecede general rütbesi verildi ve ülke ordularının kaderi kendisine emanet edildi.
Sosyal medyaya defalarca yansıyan askeri merasimleri görmeyeniniz var mı? İzlemeyenler birkaç video bulup mutlaka izlesin. Uygun adım yürüyemeyen, çapulcu görünümünde yürüyüşler sanırım son 600-700 yıllık devlet deneyiminin en kötü seviyesidir.
Bugün TSK’da uçak uçuracak pilot bulmakta zorlanılıyor. Eldeki uçak envanterinin asgari devriye uçuşlarını gerektiği şekliyle yapabilecek pilot personel bulunamıyor. Bir ara emekli personelin reaktive edilmesi amacıyla pilot ilanına çıkılmıştı. Hatta daha da vahimi, Pakistan gibi ülkelerden askeri pilot getirilmişti.
Fakat bu yazının konusu personele dair olmayacak.
Esas sorun silah sistemlerine ve ittifak ilişkilerine dair olan meseledir. Bu da güvenlik politikaları yönelimiyle alakalıdır.
Türkiye bir NATO üyesi olarak kendisini Batı ittifakı içerisinde konumlandırdı. Bu, Türkiye dış politikasını olduğu kadar, Türkiye’nin savunma politikalarını da belirlemiştir. Hatta iç siyasette de çok partili yaşama geçiş de dâhil olmak üzere, birçok ana tercih güvenlik mülahazasıyla ilintilidir.
Türkiye’nin savunma aidiyeti bugünden yarına değişebilecek bir şey değildir. Dahası savunma politikalarını belirleyen ideolojik faktörler değil, fiziksel koşullardır.
Örnek vermek gerekirse Türkiye’nin NATO’ya katılmayı tercih etmesinin ana nedeni, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan jeopolitik gerçeklerdi. Bunun başında Sovyetler Birliği’nin yayılmacı emelleri geliyordu. Sovyet yayılmacılığından korunmak için Yunanistan’la beraber NATO’ya alınan Türkiye, bu yolla hem tehdidi nötralize etti, hem de Batı ile entegre oldu. Bu durum coğrafi konumla olduğu kadar jeopolitik koşullarla da bağlantılıdır.
Türkiye’yi yönetenler ısrarla dış siyasette maceracılıktan kaçınmaya çalıştılar. İdeoloji, tarih, kimlik gibi öğelerin etkisine kapılıp gerçekleri dikkate almayan maksimalist tercihlerin yıkıcı etkisini Birinci Dünya Savaşı deneyiminden öğrenmiş kadrolar, bu tercihleri belli bir rasyonel akıl ve tarihsel deneyim üzerine inşa etmişlerdi.

1991’de Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra Türkiye’de rasyonel akıl yerine ideoloji, tarih, kimlik, tahayyüller vs. gibi faktörler dış siyaset ve güvenlik politikaları inşasında rol oynamaya başladı. Önce Pantürkizm, sonrasında İslami Ümmet ve Osmanlıcılık gibi yaklaşımlar rasyonel siyasetin yerini aldı. Bunda karar alıcıların teknik yönü ağır basan dış ve güvenlik politikasını iç siyasi malzeme olarak kullanma motivasyonları etkili oldu.
Bu sürecin pik noktası AKP’nin 2013 sonrası dönemidir.
Önce Suriye politikası zıvanadan çıktı ve Davutoğlu liderliğinde stratejik derinlik (sarhoşluğu) Türkiye dış politikasını siyasal bir oyun alanına dönüştürdü. Suriye’de cihatçı İslamcı terör grupları desteklendi, TSK bu gruplara peşkeş çekilmeye başlandı. Türkiye tüm kurumlarıyla ve altyapısıyla Suriye iç savaşına çekildi. Bunun bedeli olarak milyonlarca sığınmacı, istikrarsızlaştırılan komşu Suriye’den Türkiye’ye yığıldı. Demografik bir kriz yaşandı, bu krizin güçlü sosyolojik ve ekonomik artçı şokları halen hissediliyor.
Diğer ciddi sorun AB sürecinin bitirilmesi oldu.
Bu AKP iktidarının derinlerle yaptığı pazarlığın koşullarından biriydi. Avrasyacı ekip 15 Temmuz sonrası tasfiyelerde Batıcı, NATO’cu realist subayları tasfiye etti. Bunların yüzde kaçı Cemaat’e sempati duyuyordu, yüzde kaçı Atatürkçüydü, yüzde kaçı sekülerdi veya dindardı gibi spekülasyonların konuyla alakası yok. Bunların ortak noktası, Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Avrasya’da maceralara sürüklenmesini tehlikeli ve yanlış bulmaları, ülkenin AB yolunda ilerlemesini desteklemeleriydi. Bunlar şu anda toptan tasfiye edilmiş durumdadır. Bu A takımı yerine gelen B, C, n takımları orduyu dejenere etti, TSK profilini vesayetçi ekstremizmden rejim hizmetkârlığına (BAAS tipi sadakate) itti. AB ve NATO yönelimi yerini Erdoğan rejiminin maceracı diskurunun kaygan zeminine bıraktı.
En somut veri ise S-400’ler ve F-35 denklemine ilişkin irrasyonel tercihtir.
Türkiye’yi yöneten kleptokrasi ve darbeci Avrasyacı mihrak, üretici konsorsiyum üyesi olunan F-35 savaş uçağı projesinden dışlatmak için Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi aldılar ve Türkiye’yi projeden kovdurdular. Yeni nesil F-35’ler’in üreticiliğini bırakın, bu uçakların satın alınmasını bile olanaksız hale getirdiler.
Hatta bugün 1980’lerin teknolojisi F-16’ları bile alamayan bir Türkiye var. Halkın gazını almak için “Kendi uçağımızı yaparız” diskurunu ortaya atan Erdoğan rejiminin ‘Kaan’ diye pazarladığı gövde-kaporta modelin de sadece kokpit hidroliği veya iniş takımları değil, motorunun da olmadığı ortaya çıktı. Motoru için ABD’ye yalvaran rejimin beklediğini alamadığı son ABD ziyareti esnasında ortaya çıkınca, şimdi Avrupa pazarına yönlendikleri anlaşılıyor.
Ne var ki Almanlar da “Alırsınız ama NATO ile uyumlu kullanırsınız” mesajı iletiyorlar. Elde uçuracak uçak kalmama tehlikesi olunca pazarlık payı dipte olan rejim de bunu kabul eder noktaya geliyor. Hatta bir adım ötesinde, ikinci el savaş uçağı almak için Ortadoğu devletlerinin kapıları aşındırılıyor. Neredeyse Sahibinden.com üzerinden temiz ikinci el savaş uçağı aranacak – durumun vahameti budur!
Türkiye bugün NATO’dan fiilen dışlanmış durumdadır. Kendisini Batı’yla olan tüm ilişkilerinde “öteki” olarak konumlandıran Türkiye, sonunda tüm Batılı müttefiklerce Ortadoğulu alelade bir ülke olarak algılanmaya başlanmış durumda.
Bin bir emeklerle elde edilmiş güvenlik yapıları kumdan kaleler gibi darmadağın olurken, Türkiye artık oradan oraya savrulan, kifayetsiz muhterislerin iç politikada kullanma öncelikli ideolojik fantezilerinin istikametinde ileri-geri yapan, hesaplanamaz bir ülke konumuna gerilemiştir. Bu durumun güvenlik zafiyeti oluşturduğu sizce kimin umurunda?
Rejim mümessillerinin tüm siyasetlerini kendilerinin ve yakın çevrelerinin menfaatlerine göre belirlediği acı gerçeğini hesaba katacak olursanız, çok ciddi bir ulusal güvenlik sorunuyla karşı karşıya kalındığını da rahatlıkla varsayabilirsiniz.
Rejimin tahribatı kalıcı hasara yol açmış durumda ve bu tür sorunların muhalefetçe yeterince ciddiyetle ele alındığını görememek ayrıca gelecek endişelerini arttırmakta.
Çöküş döneminin iç hasarı kadar, bu jeopolitik (dış politika ve güvenlik politikaları ile birincil olarak ilgili) heyelan boyutu üzerinde de durmalıyız.