Bir İrlandalı çiftlik yöneticisinin adıyla anılan boykot, bugün dünya çapında en etkili pasif direniş stratejilerinden biri haline geldi. Değişim dalgaları, bazen ‘yapmamak’ eylemiyle, kaçınmanın gücüyle şekilleniyor.
M. NEDİM HAZAR | YORUM
İrlanda’nın batısında rüzgârlı, gri bir sabah… Takvimler 1880’i gösteriyor. Mayo Kontluğu’nda, Ballinrobe kasabasının hemen dışında, geniş bir arazide tekinsiz bir sessizlik var. Tarlalar işlenmiyor, yollar boş, kapılar sıkıca kapalı. Ve bir adam: Charles Cunningham Boycott…
Boycott, İngiliz soylusu Lord Erne’nin topraklarını yöneten görevli. Görevi basit aslında: Kiracı köylülerden toprak kirasını toplamak, düzeni sağlamak. Ancak bu topraklarda adalet, yalnızca kağıt üzerindeki bir kelimeden ibaret. Ve kadere bakın ki, o yıl mahsul kötüydü. Yağmurlar geç kalmış, hasat zayıf düşmüştü. Köylüler, bu yıkıcı yılı atlatabilmek için Boycott’tan kira indirimi talep etti.
Ama Boycott kararlıydı. “Kural, kuraldır.” dedi. Ne bir kuruş indirim yaptı, ne de taviz verdi. Hatta bazı köylüleri arazilerinden kovdurdu.
İşte o an… Kırılma noktasıydı.
İrlanda Ulusal Arazi Ligi, köylüleri şiddete başvurmadan direnişe çağırdı. Fakat bu, alışılmış bir protesto olmayacaktı. Ne pankart vardı ortada, ne de bağıran bir kalabalık. Aksine, derin bir sessizlik yayıldı. Hizmetçiler işi bıraktı. Postacı mektup getirmedi. Kasabanın manavı, kasabı, terzisi… Hiçbiri Boycott’a hizmet etmedi.
Yokmuş gibi davrandılar. O artık görünmeyen bir adamdı.
Bir İngiliz askeri birlik tarafından koruma altına alındı ama artık çok geçti. Gazeteler olayı manşetlere taşıdı. “İrlanda’da Yalnız Bırakılan Adam: Charles Boycott.”
Bir adamın soyadı, çok geçmeden bir eylem biçiminin adı oldu. Dilin kimyasına karıştı: Boycott.
Bugün bir markayı, bir festivali, bir ülkeyi protesto ederken kullandığımız o kelime, aslında bir adamın yalnızlığına verilen isim. Sessizliğin gücünü anlatan bir tarih notu. Çünkü bazen en güçlü çığlık, hiç atılmayan oluyor.
Görüldüğü üzere tarih boyunca güç asimetrisi karşısında, silahsız bir halkın en etkili direnişi bazen hiçbir şey yapmamak olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca güçsüzler ekonomik ve sosyal güçlerini birleştirerek “almama”, “yapmama” ve “katılmama” sanatını incelikle geliştirmiş.
İşte dilimize “Boykot” olarak geçen kavramın cemaziyülevvelinin hikayesi böyle.
İsterseniz bir de dünya boykot tarihine bakalım, neler yaşanmış geçmişte.
Kadim Yunan devletlerinde bile, bir şehrin diğerine uyguladığı ticari ambargolar vardı. Roma’da pleblerin, (Antik Roma’daki toplumsal sınıflardan biriydi. Roma toplumunda halk iki ana sınıfa ayrılıyordu: Patriciler ve Plebler.) haklarını elde etmek için şehri terk etme tehdidiyle yaptıkları “Aventine Çekilmeleri”, halk kitlesinin katılmayarak yaptığı ilk organize protestolardandı. Ancak boykot, modern çağda, kolonyal güçlere karşı verilen mücadelelerde ve insan hakları arayışında sistemli bir direniş stratejisine dönüştü.
Hindistan’da Mahatma Gandhi, “Ahimsa” (şiddetsizlik) ve “Satyagraha” (hakikatte ısrar) felsefelerine dayanarak İngiliz kolonyal gücüne karşı bir dizi boykot başlattı. 1921’de başlayan “Swadeshi” hareketi, İngiliz kumaşlarının reddedilmesini ve evlerde çıkrıklarla Hint kumaşı dokunmasını teşvik etti. Binlerce Hintli, ithal kumaşları meydanlarda yaktı. İngiliz tekstil endüstrisi, en büyük pazarlarından birini kaybetmeye başladı.
1930’daki “Tuz Yürüyüşü” ise belki de tarihin en poetik boykotlarından biriydi. İngilizlerin tuz üzerindeki tekelini ve vergisini protesto etmek için Gandhi, denize doğru 240 mil yürüdü ve varış noktasında eğilip deniz suyundan tuz üretti. Bu basit karşı hamle, kolonyal bir imparatorluğun ekonomik ve ahlaki temellerini sarstı. Milyonlarca Hintli, tuz vergisini reddederek kendi tuzlarını üretmeye başladı. Boykot, yalnızca bir ürünün reddedilmesi değil, bir halkın kendi kaderine sahip çıkma iradesiydi.
Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde, 1955 yılında, Rosa Parks’ın otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetmesiyle başlayan Montgomery Otobüs Boykotu, Martin Luther King Jr.’ın liderliğinde tam 381 gün sürdü. Siyahiler, şehrin otobüs sistemini neredeyse iflas ettirdi. Bu direniş, yalnızca Montgomery’deki ulaşım sistemi ayrımcılığını sona erdirmekle kalmadı, Amerikan Sivil Haklar Hareketi’nin de sembolik başlangıcı oldu.
Güney Afrika’da, Nelson Mandela ve arkadaşlarının hapiste olduğu yıllarda, “apartheid” rejimine karşı uluslararası boykotlar, izolasyon şeklini aldı. Spor takımları Güney Afrika ile maç yapmayı reddetti, sanatçılar ülkeye gitmeyi kabul etmedi, akademik kurumlar iş birliklerini kesti. Ekonomik yaptırımlarla birlikte, bu kültürel ve sportif boykotlar, apartheid (Bu kavramla ilgili geniş bir yazıyı şuradan okuyabilirsiniz) rejiminin meşruiyetini dünya gözünde yok etti. Kültür ve spor alanlarında dışlanan Güney Afrika, uluslararası toplumun bilinçli görmezden gelişiyle yüzleşmek zorunda kaldı.

Olimpiyat Boykotu!
Olimpiyat Oyunları, 20. yüzyılın en önemli boykot sahnelerinden biri haline geldi. 1980 Moskova Olimpiyatları, 65 ülkenin Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalini protesto etmek için katılmamasıyla tarihe geçti. Dört yıl sonra, Sovyetler Birliği ve 14 Doğu Bloğu ülkesi 1984 Los Angeles Olimpiyatları’nı boykot etti. Spor, böylece diplomasinin bir uzantısı haline gelmişti.
Tüketici boykotları ise modern çağın en etkili ekonomik protestolarını oluşturdu. 1970’lerde Nestle’nin gelişmekte olan ülkelerde anne sütü yerine formül süt kullanımını teşvik eden pazarlama uygulamaları, dünya çapında bir boykota yol açtı. Bu hareket, şirketlerin etik sorumluluklarını yeniden değerlendirmesine neden oldu.
1995’te Shell’in Brent Spar petrol platformunu Kuzey Denizi’ne batırma planı, Greenpeace önderliğinde Avrupa çapında bir boykot başlattı. Almanya’da Shell istasyonlarının satışları %40 oranında düştü. İmaj kayıplarının ekonomik etkisinden korkan şirket geri adım atmak zorunda kaldı. Böylece çevresel duyarlılık, tüketici davranışıyla güçlü bir şekilde ilişkilendirilmiş oldu.
21. yüzyılda boykotlar, sosyal medya platformlarında organize edilmeye başlandı. #DeleteUber kampanyası, şirketin Trump yönetiminin göçmen yasağı sırasında taksi şoförlerinin protestosunu kırdığı algısı üzerine milyonlarca kullanıcının uygulamayı silmesine yol açtı. Uber, rakibi Lyft karşısında pazar payı kaybetti ve CEO’su istifa etmek zorunda kaldı.
Facebook’un veri gizliliği skandalları sonrasında başlayan #DeleteFacebook hareketi, dijital platformların etik sorumluluklarını sorguladı. Cambridge Analytica skandalıyla birlikte, kullanıcılar kişisel verilerinin nasıl kullanıldığını sorgulayarak dijital alandaki haklarının farkına vardı.

2020’de George Floyd’un öldürülmesinin ardından başlayan “Black Lives Matter” protestoları, sistemik ırkçılığa karşı küresel bir boykot dalgasını tetikledi. Irkçı geçmişleri olan markaların ürünleri reddedildi, kolonyal çağrışımları olan marka isimleri değiştirildi. Tüketici tercihleri, ekonomik adaletin ve toplumsal değişimin araçları haline geldi.
Peki günümüzde durum nasıl?
Küresel sahnede, boykotlar bugün dünyanın dört bir yanında hükümetlerin ve şirketlerin politikalarına karşı etkili bir protesto aracı olarak kullanılıyor. Satın almama, katılmama veya tüketmeme eylemleri, Türkiye’den Kuzey Amerika’ya, Balkanlar’dan Orta Doğu’ya kadar geniş bir coğrafyada değişim talebiyle yankılanıyor.
Türkiye’de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali ve tutuklanması, üniversite öğrencilerinin başlattığı, muhalefet partilerinin de desteklediği protestolara ve boykot çağrılarına yol açtı. Tüketimden kaçınmayı hedefleyen bu eylemler, politik tepkinin ekonomik alana yansıması olarak görülürken, iktidar tarafından ‘ihanet’ olarak görülüp, cezalandırılıyor.
Gürcistan, belki de en uzun soluklu protestolara sahne olan ülkelerden biri. Halkın sokaklara 125. kez çıktığı ülkede, muhalefet AB yanlısı görüşleriyle dikkat çekiyor. İktidarı Rusya yanlısı politikalar izlemekle ve baskıcı bir rejim kurmakla suçlayan muhalifler, ekonomik boykotun yanı sıra üniversite işgalleri ve parlamento boykotu gibi çeşitli yöntemlere başvuruyor. Özellikle meclis boykotu sonrası 49 milletvekilinin vekilliklerinin düşürülmesi, iktidarın mecliste kontrolü tamamen ele geçirmesine neden oldu.
Balkanlar’da ise boykot rüzgârı başka bir yönde esiyor. Sırbistan’da bir tren istasyonu çatısının çökmesi sonucu 16 kişinin hayatını kaybetmesinin ardından başlayan protestolar, Başbakan Milos Vucevic’in istifasıyla kısmen sonuç verdi. Ancak eylemler sona ermedi. Bölgede dikkat çeken bir diğer hareket ise Hırvatistan’dan başlayıp Bosna-Hersek, Karadağ ve Kuzey Makedonya’ya sıçrayan market boykotu. Fiyat artışlarına tepki olarak başlayan bu hareket, ilk haftasında Hırvatistan’da market satışlarını yüzde 53 oranında düşürdü.
İsrail’de protestolar farklı bir rotada ilerliyor. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısı öncesinde, hükümetin yargı üzerindeki kontrolünü artırmayı hedefleyen düzenlemeye karşı dokuz ay süren protestolar gerçekleşmişti. İş dünyası ve sendikaların da desteklediği bu eylemler, havalimanlarının kapanmasına ve genel grevlere sahne olmuştu. Ancak 7 Ekim saldırısı sonrası bu protestolar tamamen durdu ve kısa süre önce tartışmalı yargı reformu sessizce yasalaşırken, muhalefet vekilleri oturumu boykot etti.
İran’da ise siyasi katılım boykotu dikkat çekiyor. Temmuz 2024’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayların çoğunun yarışmasına izin verilmemesi tepkilere neden olurken, ilk turda halkın yüzde 60’ından fazlası sandığa gitmedi. Bu oran, 1979 İslam Devrimi’nden bu yana en düşük katılımı temsil ediyor. Öte yandan, 2022’de Mahsa Amini’nin ölümünün yıldönümlerinde Kürt bölgelerinde esnafın kepenk kapatması, sessiz bir direniş olarak sürüyor.
Öte yandan boykotlar ülke sınırlarını da aşıyor. Gazze savaşının ardından İsrail menşeili ürünlere yönelik küresel boykot bunun bir örneği. Güncel olarak ise ABD Başkanı Trump’ın Kanada’yı “51. eyalet” olarak nitelendirmesi ve komşu ülkeden ithalata ek gümrük vergileri getirmesi, Kanada’da Amerikan mallarına boykot çağrılarını tetikledi. Benzer şekilde, Trump’ın Avrupa’ya yönelik gümrük vergilerini artırmasıyla, kıta ülkelerinde de ABD mallarına tepkiler büyüdü. Almanya’da yapılan bir ankete göre, halkın yüzde 48’i Amerikan mallarına yönelik boykotu destekliyor.
Ve ırkçı Elon Musk’un Tesla’sı ise özel olarak hedef alınan markalardan. Musk’ın Trump yönetimindeki rolü ve Avrupa’da aşırı sağcı partileri desteklemesi, şirketin ürünlerine yönelik protestoları alevlendirdi. Yılın ilk çeyreğinde Tesla’nın Fransa’daki satışları yüzde 41, Almanya’da ise Ocak ve Şubat aylarında sırasıyla yüzde 60 ve yüzde 76 geriledi.
Bu küresel boykot panoraması, ekonomik gücün politik bir araca dönüşebileceğini ve tüketici tercihlerinin artık sadece fiyat ve kaliteyle değil, değerler ve politik duruşlarla da şekillendiğini gösteriyor. Bireysel kararların kolektif bir güce dönüşebildiği bu eylemler, sessiz ama güçlü bir küresel trend olarak karşımızda duruyor.
Boykotun gücü
Boykotların paradoksu, katılmayarak katılmak, reddetmekle söz sahibi olmak, sessiz kalarak ses çıkarmak demek. Ekonomik ve sosyal sistem içinde yaşayan birey, bu sistemin içinde kalarak ona karşı çıkabilir mi? Boykotların tarihine baktığımızda, cevabın “evet” olduğunu görüyoruz.
Bir zamanlar sömürge güçlerine, ayrımcı rejimlere, büyük şirketlere ve hatta devletlere karşı en mütevazı silah olan boykot, günümüzde küresel ölçekte hızla yayılabilen, halkların iradesini ortaya koyan bir direnişe dönüşmüştür. Artık finansal piyasalar bile sürdürülebilirlik ve etik prensipler etrafında şekillenen boykot hareketlerinin gücünü hesaba katmak zorunda.
Boykotlar, tarih boyunca insanlığın ekonomik ve sosyal düzene sessizce “hayır” diyebilme gücünü gösterdi. Bu sessiz isyan, bazen bir tuz taneciğinde, bazen bir otobüs koltuğunda, bazen bir hashtag’de cisimleşti. Ancak özünde hep aynı mesajı taşıdı: Katılımı ve onayı geri çekmenin, eyleme geçmekten daha güçlü olabileceği gerçeğini.
Bugün boykotlar, küresel bir vicdanın yansıması haline gelmiş durumda. Dünya vatandaşları, tercihlerinin siyasi ve etik anlamını her zamankinden daha fazla farkında. Bireylerin kolektif reddi, belki de modern demokrasilerin en saf haliyle işleyişi demek – halk, istediği dünyayı satın almaya ve desteklemeye, istemediğini ise reddetmeye karar vermekte.
Bu sessiz ama güçlü direniş biçimi, bize tarih boyunca aynı dersi veriyor: Gerçek iktidar, sadece yapmak, sahip olmak ve kontrol etmek değil, aynı zamanda reddetmek, uzak durmak ve vazgeçmek gücünde de saklıdır.
Sonraki yazımızda, boykotun bir sonraki adımı, sivil itaatsizliği ele alacağız.
NOT: Bir önceki yazıda “Korku Rejimi” yazısına devam edeceğimizi yazmıştık ama bu mevzu daha güncel olduğu için öne aldık. Bu konuda bir yazı daha yazıp, önceki konunun devamına geçeceğiz.
Türkiye de 1990 lı yıllarda yıllarda Diyarbekir başta olmak üzere bütün Kürt şehirlerinde uygulanan KEPENK KAPATMA eylemlerini anmamak mümkün değil… Pkk yı toplumlaştıran en önemli silah dı. Şehirlsr aniden bir iki gün boyunca İN-CİN şehrine dönüşürdü. Öyleki devlet bıktırması bir yana biz orda yaşayan halkı da psikolojik olarak derinden sarsıyordu…
Dünyayı anlatmışsın ama Türkiyenin boykot tarihini hiç anlatmamışsın . GErçi Ülkede boykot yapacak bir izm yok ki. Kelemi kemiren koyun yığınları var. Kemalistler, dinciler, kürtler milliyetçiler hepsi faşist. Bunlarda protesto ve boykot kültürü yok ki. Bir anda alev yanar samanı tutuşturur koyunlar meler ve bu iş biter. Bakın imamoğlu unutuldu. Bu ülkede protestoyla boykot la grevle falan bir değişim olmaz. Ülkeye eli sopalı bir çoban lazım. O da zaten 20 küsur senedir başlarında.
Kürtlerin boykotu
Üzerine asitli asimilasyon betonu dökülen Kürtlerin boykotları bir halkı tekrar tarih sahnesine taşıdı…
Neredeyse tüm dünyadan boykota örnekler vermişsiniz ama bizim tarihimizden bir tane bile boykot örneği vermemişsiniz. Yok mu? Var tabi ki… Mesela, 1908 Fes Boykotu, 1910 Yunanistan Boykotu, 1911 Hacı David Vapur Kumpanyası Boykotu, 1969 öğretmen Boykotu, 1998 İtalyan Makarnası Boykotu. Bu haliyle yazınız eksik. Bence sivil itaatsizlik yazınızdan önce bu topraklardaki boykot tarihini yazın.
Enteresan.. her zamanki gibi yeni bilgilerle dolu yaziniz..