Bir ‘yelpazeyle’ gelen felaket: Cezayir’in işgali

DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU | YORUM

Kanuni devrinde bir Osmanlı toprağı haline gelen Cezayir, Osmanlı idaresinde olsa da farklı yerel yönetimler altında kalmış ve XIX. yüzyılın başlarından itibaren Fransa’nın hedefi haline gelmişti.

Cezayir dayısının Fransız konsolosuna yelpazeyle vurması sonrasında işgal gerçekleşse de büyük bir direniş başlamıştı. Osmanlı yönetimi ise gerek iç gerekse dış şartlar yüzünden çaresiz kalacak ve diplomatik çabalarından bir sonuç alamayacaktır.

BARBAROS VE CEZAYİR 

İspanya’da yüzyıllardır devam eden Müslüman hâkimiyetini sona erdiren İspanyollar, hakimiyetlerini Cezayir’e yaymak istediklerinde, o zamana kadar Ege ve Akdeniz’de korsanlık faaliyetlerinde bulunan Oruç Reis ve Hızır Reis’le karşılaştılar. Bu mücadeleler, Cezayir’deki Osmanlı hakimiyetinin başlangıcını oluşturdu.

Cerbe adasına hâkim olan ve Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Osmanlı egemenliğine giren Barbaros kardeşler, Cezayirlilerin talebi üzerine bölgeye yardıma giderek Cezayir şehrini ve batısını ele geçirdiler. “Cezayir Sultanı” ilan edilen Oruç Reis’in İspanyollarla yapılan savaşta şehit olması üzerine, yerine Hızır Reis geçti. Hızır Reis, 1519’da bir ariza ile Cezayir halkının yardım talebini Padişah Yavuz Sultan Selim’e iletti.

Yavuz da “Barbaros” olarak adlandırdığı Oruç Reis’e, yeniçeri ve topçulardan oluşan 2.000 kişilik askeri birlik ve savaş malzemeleri gönderdi. Ayrıca Anadolu’dan gönüllü olarak Cezayir’e gideceklere, “yeniçeri imtiyazı” ve Barbaros’a da ihtiyacı olan askerleri toplama iznini verdi. Hutbenin Osmanlı padişahı adına okunmasıyla Cezayir, Osmanlı himayesine girmiş oldu. Barbaros, bu sırada İspanyolların zulmüne maruz kalan 70.000 Endülüs Müslümanını Cezayir’e taşıdığı gibi ele geçirdiği ganimetlerle de bölgenin zenginleşmesini sağladı.

VİYANA KONGRESİ 

Kanuni Sultan Süleyman, 1534 yılında Barbaros Hayreddin Paşa’yı İstanbul’a davet etti ve onu “Cezayir Beylerbeyi” sıfatıyla Osmanlı donanmasının başına getirdi. Böylece Cezayir, doğrudan Osmanlı beylerbeyliği haline geldi. Barbaros’un 1546’da vefatından sonraki beylerbeyleri de Vehran dışındaki bütün Cezayir’e hâkim oldular.

Cezayir’in Konstantine şehrinde Karaman sokağı

 

Cezayir, 1830’a kadar devam eden Osmanlı hakimiyeti döneminde farklı şekillerde yönetildi. 1518-1587 “beylerbeyiler devri”, 1587-1659 “paşalar devri”, 1659-1671 “ağalar devri”, 1671-1830 “dayılar devri” olarak adlandırıldı. Osmanlı egemenliği esnasında Cezayir, Trablusgarp ve Tunus’la birlikte “Garp Ocakları” denilen idari birimin parçasıydı. Garp Ocakları’nda genellikle Batı Anadolu’dan getirilen ve çeşitli sebeplerle toprağını terk etmiş köylülerin (çiftbozan) oluşturduğu gemiciler yer alırdı.

Askeri sınıfı ise İstanbul’dan gönderilen yeniçeriler oluşturmakta ve başlarında da “ağa” bulunmaktaydı. Hem leventler hem de yeniçeriler genellikle Türk kökenliydiler. Bunların yerli kadınlarla evlenmelerinden doğan ve “Kuloğulları” denilen nesil, Garp Ocaklarının sosyal hayatında önemli bir rol oynamıştır. Ancak Kuloğulları, Cezayir’de yönetimi ele geçirememişlerdir. Cezayir’in demografik yapısı da Araplar, Berberiler, Türkler, Kuloğulları ve az sayıdaki Musevilerden oluşmaktaydı.

Trablusgarp, Cezayir ve Tunus’tan oluşan Garp ocaklarının statüsü “yarı bağımsız” denetilebilecek şekildeydi. “Salyaneli eyalet” statüsündeki ocaklarda, tımar sistemi uygulanmamakta ve beylerbeyi ya da valiler hatta askerler serbest hareket etmekteydi. Bu durum, yukarıda söz ettiğimiz gibi önce paşalar sonra ağalar ve daha sonra da dayıların hakimiyetini başlattı.

Cezayir’in en büyük geliri korsanlıktan gelmekteydi. Korsanlık faaliyetleri; Akdeniz dışında İngiltere, İrlanda, Hollanda, Danimarka ve İzlanda’ya kadar uzanmaktaydı. Fakat XVIII. Yüzyıldan itibaren İngiliz ve Fransız donanmalarının Akdeniz’de güçlenmesiyle korsanlık sekteye uğradı.

Korsanlık gelirlerinin azalması üzerine vergiler artırılınca bu sefer de isyanlar kaçınılmaz oldu. Dayıların önemli bir bölümü isyanlarda öldürüldü. Osmanlı Devleti’nin Cezayir’de uyguladığı serbest yönetim; dayıları kural tanımaz hale getirmekte, dayılar Osmanlı Devleti’nin imzaladığı antlaşmalara bile aykırı hareket etmekte, kendi başlarına savaş açıp barış yapabilmekteydiler.

XIX. Yüzyıl başlarında Akdeniz’de İngiliz ve Fransız mücadelesi iyice yoğunlaştı. Bu aşamada, İngiltere’nin Avrupa’nın yeni sınırlarının belirlendiği Viyana Kongresi’nde “korsanlığın yasaklanması” yönünde bir karar çıkarması, Cezayir’e büyük bir darbe vurdu (1815). İngiltere, bu kararın hayata geçirilmesini üstlenerek Hollanda donanmasıyla birlikte Cezayir şehrini topa tutarak gemileri batırdı. Cezayir dayısı da hem korsanlığın sonlandırılmasını hem de savaş tazminatı ödemeyi kabul etti.

YELPAZE İLE GELEN İŞGAL 

Cezayir’in bu şekilde zayıfladığı bir dönemde, Osmanlı Devleti de birçok farklı problemle karşı karşıyaydı. 1820’de önce Eflak’ta başlayıp sonra 1821’de Mora’da devam eden Yunan isyanını bastıramayan Padişah II. Mahmut, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’dan yardım istemek zorunda kalmıştı. Avrupalı devletlerin müdahalesiyle de isyan, bir Avrupa sorununa dönüşmüştü. İşte böyle bir konjonktürde Fransa, Akdeniz’de İngiltere etkisini azaltmak ve yeni bir sömürge elde etmek amacıyla güçsüz bir durumda olan Cezayir’e göz dikmişti.

Bu olumsuz şartların yanında Cezayir dayısı İzmirli Hüseyin Paşa’nın yaptığı bir hata, işgale zemin hazırladı. Fransa o dönemde ülkenin güney tarafların tahıl ihtiyacını Cezayir’den karşılamaktaydı. Direktuvar döneminde hükümet, Cezayirli iki Musevi tüccardan dayının da onayıyla 15 milyon Frank değerinde hububat almış ancak borcun bir kısmını ödememişti. Sonraki Krallık hükümeti bu borcu kabul etse de ödemeyi durdurmuştu. Paşa, vergi borcu olan tebaasından bu iki tüccarın hakkını almak için Fransız gemilerine el koymuştu.

Hüseyin Paşa, 29 Nisan 1827’de Ramazan Bayramı tebrik merasiminde Fransa’nın Cezayir konsolosu Pierre Deval ile bu borçlar yüzünden tartışmaya başladı. Duval’ın “Fransa Kralı ve cumhuru sana kâğıd tahrir itmez ve mersul kâğıdlarına dahi karşuluk irsal itmez” şeklindeki küstahça cevabı karşısında sinirlerine hâkim olamadı ve elindeki yelpazeyle konsolosun yüzüne üç kere vurarak onu kovdu. Zaten işgal planları yapan Fransa, kayıtlara “Yelpaze Olayı” olarak geçen bu olayı hakaret sayarak ilişkileri kesti.

Babıali devreye girdiyse de Hüseyin Paşa geri adım atmadı. Fransa da 16 Haziran 1827’de savaş ilan ederek Cezayir’i ablukaya başladı. Osmanlı Devleti’nin buraya askeri yardım götürme imkânı olmadığı gibi yukarıda bahsettiğimiz gibi Yunan isyanı nedeniyle büyük bir mücadele içindeydi. II. Mahmut 1826’da Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmış ancak yerine oluşturulan “Asâkir-i Mansure-i Muhammediyye” adlı ordu, yeterli seviyeye gelmemişti.

Yunan isyanına müdahale eden İngiliz ve Fransızlar, 1827’de Osmanlı ve Mısır donanmalarını Navarin’de yaktılar. 1828-1829 Savaşı’nda Ruslar doğuda Erzurum’a, batıda Edirne’ye kadar geldiler. Bu şartlar nedeniyle Osmanlı Devleti’nin yalnız bıraktığı Cezayir ise üç yıl boyunca direnmeyi başardı.

Savaşın üçüncü yılında Fransızlar, 14 Haziran 1830’da büyük bir donanma ve 35.000 kişilik ordu göndererek 5 Temmuz 1830’da Cezayir şehrini işgal ettiler. İşgal sonrası bekar yeniçeriler Fransızlar tarafından gemilerle Anadolu’nun çeşitli yerlerine, İzmir’e ve Girit’e sevk edildiler.

İSTANBUL’UN ÇARESİZLİĞİ 

Osmanlı Devleti’nin tek yapabileceği şey, diplomatik yollarla işgali sona erdirmekti. Çünkü daha sonra Mısır valisi M. Ali Paşa da isyan etmiş ve II. Mahmut, valisinin isyanına karşı Ruslarla 1833’te Hünkâr İskelesi Antlaşması’nı yaparak ve 1838’de Baltalimanı Ticaret Antlaşması ile İngilizlere yeni ekonomik imtiyazlar vererek dış destek bulabilmişti.

Hüseyin Paşa

Cezayir’deki işgalin sona ermesi, devletlerarası çıkar çatışmalarına daha açık ifadeyle İngiltere ve Fransa’nın karşı karşıya gelmesine bağlıydı. Osmanlıların Kanuni devrinden beri dost olduğu Fransızlar, Napolyon komutasında 1798’de Mısır’ı işgal etmiş, işgal sırasında Osmanlılar bir taraftan İngiltere’den destek isterken diğer taraftan da Rus gemileri Boğazlardan geçerek Akdeniz’e çıkmış ve işgalin sona ermesinde İngilizler ve Ruslar etkili bir rol üstlenmişlerdi.

Bu gelişmeler, Osmanlı Devleti’nin artık eski gücünde olmadığını ve topraklarını takip edeceği denge politikasıyla koruyabileceğini gösteriyordu. Bu politikanın sonuç vermesi, uluslararası dengelere bağlıydı. Osmanlı Devleti ise Dayı Hüseyin Paşa’dan farklı olarak Fransa’ya taviz verilerek problemin çözülmesinden yana bir politika izliyordu.

Bunun için hem Fransa hem de İngiltere nezdinde girişimlerde bulunuyor ancak bir sonuç alamıyordu. Fransa’nın Cezayir’e yerleşmesi; Korfu, Malta ve Cebelitarık’ı elinde tutan İngiltere’nin Akdeniz egemenliğine büyük bir darbe vuracaktı. Buna rağmen İngilizler, Osmanlıların yanında yer almadılar.

En ilginç gelişmelerden birisi de Cezayir’e elçi olarak gönderilen Tahir Paşa’nın başına gelenlerdi. Babıali, Paşa’dan haber alamayınca meraklanmış ve Fransa elçiliği vasıtasıyla ulaşmaya çalışmıştı. Paşa mektubunda; Cezayir’i abluka eden Fransızların izin vermemeleri nedeniyle Toulon’a gittiğini, Fransız ordu ve donanmasının Kuzey Afrika’ya doğru yola çıktığını gördüğünü yazıyordu. Aslında elçi farklı gerekçelerle oyalanmış ve Fransızlar bu arada Cezayir şehrini ele geçirmişlerdi.

Fransızlar 1830’da şehre gösterişli bir törenle girdikleri gibi Hüseyin Paşa da yıllarca para ve çeşitli malların biriktirildiği hazinenin anahtarını teslim etti. Paşa’ya istediği kadar mücevher alma izni verildi. Paşa alabildiği kadar mücevheri aldıktan sonra tahtını da teslim etti. Fransızlar hazinede yüz elli milyon frank, çok kıymetli mücevherler ve iki bin tunç kale topu bulduklarını ifade etmişlerdir.

Dayı Hüseyin Paşa ise işgal sonrası Paris’e gitmiş ve Cezayir’i geri almak için uğraşmıştı. Halk ise Paşa’yı istemiyor, onun yerine Osmanlı egemenliği altında başka bir paşanın yönetimini tercih ediyordu. Fransızlar halkın bu eğilimini görünce daha hoşgörülü bir politika izlemeye başlamış; Cezayir’e sadece yeniçerileri cezalandırmaya geldiklerini, kutsal yerlere saygılı davranacaklarını açıklamışlardı.

Buna karşılık diplomatik olarak Fransa’nın tavrı farklıydı. Savaşla aldıkları Cezayir şehrinin kendi tasarrufları altında olduğunu ileri sürüyorlardı. Osmanlı Devleti ise İngiltere’nin desteğini almaya çalışsa da Avrupa’da 1830 ihtilalleri sonrasında ortaya çıkan tablo, durumu daha da zorlaştırıyordu. İngiltere, yeni statüko karşısında Fransızları gücendirmeme politikası izliyor ve bu durum Osmanlı Devleti’ni Cezayir meselesinde yalnız bırakıyordu.

EMİR ABDÜLKADİR

Fransa her ne kadar Cezayir’i işgal etse de iç kısımları ele geçirmesi hiç de kolay olmadı. Batıda “sultan” ilan edilen Emir Abdülkadir liderliğinde, doğuda da Konstantine emiri “Kuloğlu” kökenli Hacı Ahmed Bey liderliğinde büyük bir direniş başladı. Fransızlar İstanbul’a bağlılığını sürdüren Ahmed Bey’i 1837 yılında yenerek Konstantine’ye girdiler. Fransızlara esir düşen Ahmed Bey, Cezayir’de vefat etti.

Emir Abdulkadir

Abdülkadir ise 1839’a gelindiğinde Cezayir’in üçte ikisini yönetmekte olup bir bürokrasi oluşturmuş, vergi toplamaya başlamış ve liderliğini iyice pekiştirmişti. Fransa ise onu eski Osmanlı idaresinden daha güçlü görmekte ve özellikle sahile ulaşmasını engellemeye çalışmaktaydı. Ayrıca Abdülkadir, “Emir el Müminin” unvanını kullanmakta ve halk üzerinde çok etkili olmaktaydı.

Abdülkadir’in işgalin genişlemesini engellemesi, Fransa’nın farklı tedbirlere başvurmasına neden olmuş; her taraf harap edilmeye başlanmış, çocuk ve kadınları da hedef alan katliamlar yapılmıştı. 1830’da başlayan işgal sonrasında üç milyon olduğu tahmin edilen Cezayir halkının, 1849 yılına kadar yedi yüz bini katledilmişti.

Sonunda Abdülkadir’in direnişi de kırılacak, Fransa’ya götürülen Abdülkadir; İstanbul, Bursa ve tekrar Paris’te yaşadıktan sonra Fransızların onayı ile Şam’a yerleşecek hatta ilk ayrılıkçı Arap örgütü tarafından kurulması amaçlanan Arap devletinin “devlet başkanı” olması planlanacaktır.

Osmanlı Devleti, 1847 yılında Cezayir’deki egemenlik haklarından vazgeçerek burasının Fransız toprağı olduğunu onayladı. Nitekim aynı yıl ilk defa basılan Devlet Salnamesi’nde “Cezayir” yer almadı.

Sonuçta Fransa’nın Cezayir’i işgal planı bilindiği halde bir taraftan yerel yöneticilerin basiretsizliği diğer taraftan İstanbul’un içinde bulunduğu ağır şartlar nedeniyle işgal önlenemedi. Avrupa’daki gelişmelerin yalnız bıraktığı Osmanlı Devleti, izlediği denge politikasında bir destek bulamadığından sadece süreci uzatmayı çalıştı. Özellikle yeterli ve tecrübeli bir hariciye teşkilatının olmaması da Osmanlı Devleti’nin çaresizliğinde önemli nedenlerden biri oldu.

Cezayir’in işgali, Napolyon’un başarısızlıkla sonuçlanan 1798’deki Mısır işgalinden sonra Osmanlı Afrika’sının işgalinin ilk adımıydı. Osmanlı Devleti’nin uzak coğrafyalardaki bu işgal karşısındaki çaresizliği, Avrupa devletlerini daha da cesaretlendirdi. Tunus 1881’de Fransızlar, Mısır 1882’de İngilizler, Trablusgarp da 1911-1912’de İtalyanlar tarafından işgal edildi. Böylece Osmanlı Devleti’nin Afrika’da dört yüz yıla yakın devam eden varlığı da sona erdi.  

Kaynaklar: Karaer, N. (2024); “Cezayir’in Fransa Tarafından İşgali Karşısında Osmanlı Devleti’nin Yürüttüğü Diplomatik Faaliyetler”, XIX. TTK Kongresi Bildirileri, C. III-1. Kısım, s. 377-398; Danişmend, İ. H. (1972), İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. 4; Baktıaya, A. (2010), “1830: Fransa’nın Cezayir’i İşgali, Abdülkadir’in Yükselişi ve Amerikan Kamuoyunda “Abdülkadir” Hayranlığı”, Ortadoğu Etütleri, C. II, S. 2, s. 143-169; Nam, M. (2013), “İşgalden İstiklale Cezayir”, Tarih Dergisi, S. 55, s. 155-187; Kahraman, K. (1993), “Cezayir (Osmanlı Dönemi), DİA, C. 7, s. 486-489; Çetin, A. “Garp Ocakları”, DİA, C. 13, s. 382-386; Kuran, E. (1988), “Abdülkadir el-Cezairi”, DİA; C. 1, s. 232-233.

Anahtar Kelimeler: Osmanlı Devleti, Cezayir, Fransa, Emir Abdülkadir.

 

1 Yorum

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin