ENGİN TENEKECİ | YORUM
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, eserlerinin bazı bölümlerinde dikkat çekici bir şekilde, kendi ifadesiyle nurları ‘avlamaktan’ söz eder. Örneğin, On Dördüncü Lem’a’nın İkinci Makamı’nın hemen başında, mealen, Besmele’nin rahmet noktasında parlak bir nurunun, sönük aklına (burada her zamanki gibi yüksek bir tevazu sergiliyor) uzaktan göründüğünü söyler. Söz konusu nuru, kendi nefsi için kaydetmeyi arzuladığını belirtir. Yirmi otuz kadar sır ile o nurun etrafında bir daire örmek, onu avlayıp kavramak istediğini kaydeder; ancak maalesef şimdilik o arzusunu tam gerçekleştiremediğini, bu sırların sayısının yirmi otuzdan beş altıya indiğini bildirir. Zaten bu makamda, söz konusu nurları altı sır olarak beyan eder.
Üstad Said Nursî’nin “av” teşbihine değindiği bir diğer yerse, Latif Nükteler’dir. Üstad burada, “De ki: ‘Rabbimin sözlerini yazmak için bütün denizler mürekkep olsaydı, hatta onun bir mislini de takviye gönderseydik, bu denizler tükenir, Rabbinin sözleri yine de bitmezdi.’” (18:109) ayetinin manasına değinir. Bu azîm ayeti, çok büyük, âlî ve geniş bir denize benzetir. İçindeki cevherleri (yani hakikati ve derin anlamları) açıklayabilmek için bir cilt kitap yazmak gerektiğini söyler.
Ayetin, birkaç gün evvel hakikatlerin hatırlandığı noktada, kendisi için önemli bir zaman olan namaz tesbihatında, uzaktan uzağa fikrinin nazarına ilişen bir nüktenin, ince hakikatinin şuaı, yani ışığının göründüğüne değinir. Ancak o anda, söz konusu ışığı kaydedemediğini ve gittikçe uzaklaştığını söyler. Işık tamamen kaybolmadan önce, o nüktenin bir cilvesini avlamak amacıyla, etrafında daireler çizer gibi birkaç kelime söyleyeceğini belirtir ve ardından bunu beş kelimeyle açıklar.
Son olarak Mesnevî-i Nuriye’nin “Katre” bahsinde, akıldan kalbe, kalpten akla inip çıkmaktan yorulduğunu; bir nur bulduğunda, hemen üzerine bir kelime bıraktığını beyan eder. Ancak ona göre, nurların üstüne bıraktığı bu kelime taşları delil için değil, sadece kaybolmamaları için birer nişan ve birer alâmet niteliğindeydi: “Sonra baktım ki o karanlıklar içinde bana yardım eden o nurlar, Kur’an güneşinden ilham edilen misbah (lamba) ve kandillerdi.”
Fark edildiği üzere, Bediüzzaman Hazretleri “av” metaforunu nur, şua (ışın, ışık), lamba ve kandil gibi imgelerle ilişkilendirmektedir. Peki, bu metaforlar neye işaret etmektedir? “Av” mecazıyla ne kastedilmektedir ve söz konusu gaybî avı nasıl gerçekleştirmektedir?
Öncelikle Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin burada manevî bir keşifte bulunduğunu hatırlatalım. Hakikat ehli bunu mükâşefe olarak adlandırır. İnsandaki “incelerden ince duygu” anlamındaki bu latifeyle, Şemsüddîn es-Semerkandî’nin İlmü’l-Âfâk ve’l-Enfüs’te belirttiği gibi, uzaktaki şeyler müşâhede edilir.
Tasavvufî gelenekte, manevî hakikatlerin idraki yalnızca aklî, mantıkî bilgiyle değil; aynı zamanda kalbî, vicdanî, ruhî tecrübelerle de mümkündür. Fiziksel dünyayı gözlemleyen, inceleyen görme ve işitme gibi duygularımız olduğu gibi; onun ötesine nazar eden, mükâşefe gibi yüksek duygularımız da vardır. Fethullah Gülen Hocaefendi, “Mükâşefe” başlıklı makalesinde kavramın “keşf” kelimesinden geldiğini söyler. Ona göre mükâşefeyle hakikat ehline ilâhî sırlar zuhûr eder. Ancak bu, Hakk’a ve hakikate ulaşma yolunda olan anlamına gelen sâlikin manevî mücâhedesiyle mümkündür. Böylelikle, hakikat yolcusu belirli bir seviyeye gelerek esmâ ve sıfât hakikatlerini duyacak, sezecek ve bilecek ruhî bir kıvama erer.
Et-Teysîr fi’t-Tefsîr sahibi Necmeddîn Ömer en-Nesefî, Fâtiha Suresi’ndeki “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden medet umarız…” (1:5) ayetini tefsir ettiği yerde mükâşefeyi ihlâsla irtibatlandırır: “İhlâs ile yalnız Sana kulluk ederiz, sırlarımızın mükâşefesi için yalnız Senden yardım dileriz.”
Yazının başında belirttiğimiz gibi, Üstad Hazretleri’nin “Besmele’nin rahmet noktasında parlak bir nuru…” şeklindeki sözlerini yukarıdaki perspektiflerle ele alabiliriz. Bilindiği gibi, Besmele’de Zat (Allah), sıfat (Rahman) ve isim (Rahim) gibi yüce hakikatleri yatmaktadır.
İşârâtü’l-İ’câz’da belirtildiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm dört temel hakikatten söz eder: Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet. Besmele ise bu dört esası özetler. ‘Allah’ ismi tevhidi ifade eder; ‘Rahman’ ismi O’nun has sıfatı olup peygamberliği (nübüvveti) ispat eder. ‘Rahîm’ ismi ise haşir ve adaleti dile getirir.
Böylelikle Üstad Said Nursî, ilahî isimler ve sıfatlar ile Kur’an, nübüvvet ve varlığa dair yüksek hakikatleri; zirve bir takvayla saflaştırdığı kalbi ve aklıyla “avlamış” ve bunları, kendi ifadesiyle manaların kalıpları olan kelimeler aracılığıyla idrak seviyemize sunmuştur. Bu bağlamda, bu eşsiz Risale-i Nur külliyatı, böylesi bir mükâşefenin meyvesi olarak değerlendirilebilir.
Risale, Arapça kökenli bir kelime olup “küçük kitap” veya “mektup” anlamına gelir. Nur kavramının içeriğinde ise, “fizikî ve nesnel şeyleri görmemizi sağlayan ışık, “ziya”nın yanı sıra “hakikat”, “mana”, “ilham” ve “ilim” gibi anlamlar da gizlidir. Dolayısıyla Risale-i Nur’un hem dinî hem de fennî hakikatleri aydınlatan “nurlu sözler” anlamına geldiği söylenebilir. Farklı bir ifadeyle, bu harika külliyat; gaybî, manevî ve aynı zamanda tekvînî realiteleri somutlaştıran, idrake yaklaştıran eserler bütünüdür.
Zaten Üstad ve benzeri zatlardan bizlere kalan en büyük miras marifet, hakikat, mana eksenli keşfi kerametleridir. Hocaefendi’nin “Keramet” başlıklı yazısında altını çizdiği, manevî keramettir. İlâhî bir ikram olan bu manevî kerameti; kâmil iman, salih amel, sağlam marifet, yürekten muhabbet ve Hakk’a tam bağlılık gibi değerlerden oluşan bir hâl olarak tanımlar. İlmî bereket, irşatta tesir gücü, Hakk’ı ve Hz. Muhammed’i (sav) sevip sevdirme gayreti ve bu yöndeki başarılar da söz konusu manevî kerametin kapsamına giren ilâhî lütuflar olarak değerlendirir.
Ayrıca, mükâşefe gibi latif ve hassas bir duygu, ayette ifadesini bulduğu üzere, “en mükemmel sûrette yaratılan” (95:4) her insanın benliğinde mevcuttur. Her fert, kendi kabiliyet ve donanımına göre bu duyguyu tıpkı bir maden gibi işletebilir; onunla yüksek hakikatleri keşfedebilir. Zira bu latifenin kapıları, her şahsın kendi donanımına göre aralık bırakılmıştır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin “nur avcılığı” metaforu, yüce hakikatleri derin bir manevî tefekkürle arayıp kelimelere dökme çabasını simgeler. O, varlığın görünen ve görünmeyen yönlerini; akıl ve kalp bütünlüğü içinde, kendini hakikatin özü ve esası olan vahye ve nebevî beyanlara teslim ederek, mükâşefe yoluyla keşfetmiş ve bu hakikatleri Risale-i Nur vasıtasıyla insanlığa sunmuştur. Bu bağlamda “nur avcılığı”, güçlü bir iman ve derin bir marifetullah yoluyla elde edilen manevî ilmin kelimelerle aktarılmasıdır. Her insanın kendindeki bu latifeyi işleterek hakikate ulaşma çabası da, bu manevî mirastan çıkarılacak en önemli derslerden biri olsa gerek.
Hocam bu kıymetli yazınız için çok teşekkürler. Sönük alaka ve sathi bakışlarımızı canlandırmaya, derinleştirmeye vesile olsun…
Hocam yazınızda üstadımızı anmanız çok sevindirici. Ancak başlığın gözmüzdeki kalbmizdeki üstada çok yakışmadığını düşünüyorum. Belki avcı kelimesi bizler için düşünülebilir ama üstadımız için çok şık düşmemiş bence.