Başka bir ‘cumhuriyet’ mümkün müydü?

SÜHEYLA GÜLTEKİN | YORUM

Bundan 102 yıl evvel; çoluk çocuk, kadın erkek, hasta yaşlı demeden kanının son damlasına kadar savaşmaktan bitkin düşmüş Anadolu halkı, atalarının yüzlerce yıldır hüküm sürdükleri toprakların savaştan arda kalan kısmında, yeni bir yönetimin ilanı haberine uyandı. Balkanlar kaybedilmiş, Kudüs’ün de içinde bulunduğu Arap coğrafyası İngilizlerin insiyatifine teslim edilmiş, Osmanlı resmen sona ermiş olsa da; Çanakkale “geçilemez” olmuş, küçük bir kısmı hariç Misak-ı Milli sınırları korunabilmişti. Şimdiyse okumuş adamlar “cumhuriyet” denen bir şeyden bahsediyordu. Padişah gitmişti, kim ‘baş’ olacaktı?

Yönetim biçimi olarak cumhuriyet, “egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir”di, halkın yöneticilerini kendi insiyatifiyle seçebilmesiydi, yasama/yürütme ve yargı organlarının tek bir kişi ya da gücün elinde bulundurulmamasıydı, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasıydı, hukukun üstünlüğüydü, düşünce ve ifade özgürlüğüydü. Ama ve fakat malumunuz “bizim cumhuriyet” sözlüklerde yazan cumhuriyet tanımına uyan bir cumhuriyet olamadı pek.

Yönetimin halkın seçimiyle belirlenmesini, tek bir kişi ya da zümrenin elinde bulundurulmamasını önceleyen yazılı cumhuriyet tanımı, uygulamada yerini “halka rağmen” tek parti iktidarına bıraktı.

1920’de dualarla açılan meclis, zamanla halkın inançlarının baskılanacağı bir yere dönüştü.

Fotoğrafta Şeyh Said ve yanında iki görevli görünüyor… Hükümet, isyanı bastırmak için sıkıyönetim ilan etti ve Cumhuriyet rejiminin otoritesini güçlendiren Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkardı. Tıpkı bugün AKP rejiminin OHAL’i gibi… İsyanın sert bir şekilde bastırılmasının ardından Şeyh Said ve çok sayıda muhalif Diyarbakır’da kurulan İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak idam edildi.

Savaş dönemi, rejime karşı çıkanları kolayca cezalandırabilmek için kararları kesin olan, itiraz hakkı olmayan ve yargıçlarında hukukçu olma zorunluluğu bile bulunmayan İstiklal Mahkemeleri kuruldu -savaş zamanı, vatan müdâfası için, kriz anında böyle bir çözüm anlaşılabilir- fakat savaş sonrasındaysa bu mahkemeler rejimin dayatmalarına karşı gelenleri cezalandırmak amacıyla kullanıldı. Örneğin ‘şapka devrimine’ itaat etmeyenleri yargılamak için İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla yüzlerce idam cezası uygulandı.

  • Şeyh Sait İsyanı sonrası Takrir-i Sükun (sükûneti tesis etme) kanunu çıkarıldı. “Susma kanunu” da denilebilir buna çünkü tüm muhalif basın bu kanunla susturuldu, muhalif partiler kapatıldı. Şapka devrimiyle fes yerine şapka takmak zorunlu hale geldi.

Ülke yıllarca, Türkçe ezan kararıyla ezanın “Tanrı uludur, Tanrı uludur” diye okunmasının halk nezdinde ne kadar ızdırap verici olduğunu asla anlayamayacak olanlarca yönetildi.

Kuran, Türkçe tercümeyle okunmaya başlandı. Arapça öğretmek ve Arap harfleriyle yazmak yasaklandığından orijinal dilinde Kuran’ı Kerim, gizlice okunması gereken bir şeye dönüştü.

Medreseler yasaklandı. Dini eğitim yasaklandı. Çocuklara evde Kur’an öğretmek yasak olduğundan bu işlerin tamamı Diyanet İşleri’ne devredildi. Bu durum dini eğitim veren yapıların merdiven altı sisteme dönüşmesine neden oldu. Geceleri ahırda gizli din dersleri yapılır oldu.

Toplum Batı müziğine alışsın diye Türk Sanat Müziğinin Ankara Radyosu’nda çalınması yasaklandı.

Tamamen karşıt görüşte bir muhalif oluşuma müsaade etmek şöyle dursun, rejim içi kontrollü muhalefet denemeleri bile parti kapatmalarla son buldu.

Özetle Cumhuriyet tarihi boyunca bir eli yağda diğeri balda; ömrü, içinde yaşadığı toplumu hor görmekle geçmiş elitist azınlığı saymazsak, bu saydıklarım Anadolu halkının kahir ekseriyetinin inançlarına, yaşam anlayışına, kültürüne, geleneğine, değerlerine apaçık “karşı olmak” anlamına geldiğinden yönetimle halk arasında keskin bir zıtlık oluştu.

Bu zıtlığı bugünkü sekülerler hâlâ cumhuriyet karşıtlığı olarak yorumluyor olsa da -radikal bir azınlığı saymazsak- muhafazakar tabanda ciddi karşılığı olan Bediüzzaman Said Nursi gibi dindar kanaat önderleri de dahil olmak üzere, o dönem kimsenin içi doldurulmuş ve pratiğe dökülmüş, gerçek bir cumhuriyetle bir meselesi yoktu. Kendi özünü tamamen reddeden, reddetmekle de kalmayıp onu hor görüp aşağılayan monarşik ve despot bir rejim, her ne kadar cumhuriyet diye sunulmaya çalışılsa da gerçek bir cumhuriyet olmaktan çok uzaktı.

  • Bugün geriye dönüp baktığımızda kurucu ideolojiyi yüceltip, tüm hatalardan münezzeh tutmak gibi bir gayemiz yoksa bu bahsettiğim kısıtlamaların ve halkın yönetime karşı bilenmesine sebep olan şeylerin neredeyse tamamının, halkı İslam’dan uzaklaştırmayı hedefleyen şeyler olduğunu söylemek son derece yerinde olur.

Toplumu Müslüman kimliğinden uzaklaştırma çabaları sadece yaşam alanlarına müdahaleyle de sınırlı kalmadı. Osmanlı gibi; Ermenisinden Rumuna, Arabından Kürdüne türlü türlü ulusların yüzyıllar boyu bir arada yaşayabildiği, çok kültürlülüğün ve çeşitliliğin dünya tarihi boyunca belki en güzel haliyle yaşandığı, gayrimüslimlerin Osmanlı kimliğinde buluştuğu; Arap, Kürt, Arnavut, Boşnak, Türk vs. gibi ırkların Müslüman kimliği altında buluşup hiç ayrışmadığı Osmanlı gibi bir devletin devamı niteliğinde kurulacak bir ülkeye yapılabilecek en tuhaf şey, Avrupa’daki ulusalcılık akımlarını kopyalayarak toplumu ulus kimliği üzerinden “Türkler ve Türk olmayanlar” olarak tanımlamaya çalışmak olsa gerek.

Bu çabanın bugün olduğu gibi o gün de hem birleşmek yerine ayrışmaya yol açacağını hem de toplumu dış müdahalelerin kışkırtmalarına karşı daha savunmasız hale getireceğini kestirmek de yine çok zor olmasa gerek.

‘Tek ulus’ inşa çabası, binlerce sivil insanın katledildiği, cumhuriyet tarihinin en utanç verici toplu katliamlarından biri olan ‘Dersim Katliamı’na da sebep oldu. O günlerdeki atmosferi biraz daha hissedebilmek için, bugün ülkenin en önemli havaalanlarından biri olan Sabiha Gökçen Havaalanı’na ismi verilen Türkiye’nin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen’in de Dersim Katliamı’nda görev yaptığını, dönemin 1937 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ninse bu haberi “Kahraman Türk Kızı” manşetiyle verdiğini de hatırlatmış olalım.

Atatürk ve Kazım Karabekir birlikte görünüyor… Kazım Karabekir, Kurtuluş Savaşı sürecinde Atatürk’e en büyük desteği veren isimdi ancak onun bile Cumhuriyet’in ilanından haberi yoktu!

Kendine has “cumhuriyet”in marifetleri bunlarla da sınırlı kalmadı, seçmenin yarısından fazlasının oyunu alarak “gerçekten seçilmiş” ilk başbakanını asma suçunu da gözünü kırpmadan üstlenmesiyle devam etti. Akabinde, 10 yılda bir tekrar edilen askeri darbelerle “cahil halk” aydın olduğunu iddia eden laikçi bir azınlık tarafından tabiri caizse kafasına vurularak defalarca “yontulmaya” çalışıldı.

Ve sonrasında faili meçhuller, JİTEM’ler, başörtüsü yasakları derken on yıllar boyu kendini hor gören üstenci azınlığa bir kez daha maruz kalmamak için; bunca hırsızlığa, yolsuzluğa, adam kayırmaya, hukuksuzluğa rağmen, oy vermekten bir türlü vazgeçilemeyecek olan AKP’yi büyüttü.

Demem o ki bugün yine en büyük sorunlarımızdan biri olan AKP’ye maruz kalıyor oluşumuzun sebebi de yine kurucu irade ve onun toplum hafızasında bıraktığı enkazdır desek hiç abartmış olmayız.

Şimdi gelelim başlıktaki soruya; “Başka bir cumhuriyet mümkün olabilir miydi?”

Siyaset tarihini, verilen kararların sonuçlarına vakıf bir şekilde 100 yıl sonra yorumlayıp ahkam kesmenin çok matah bir şey olmadığını ve doğru bir düşünce üretme yöntemi olmayacağını biliyorum. Ancak şunu ifade etmemize de müsade vardır diye tahmin ediyorum: Anadolu gibi yüzyıllar boyu farklı din, dil, ırk ve kültürden insana harmonik bir yaşam sunabilmiş vakur topraklarda; tüm bu modernleşme çabaları, halkın haysiyetini yok sayarak kültürünü ve inançlarını çiğneyip hoyratça yok etmek ve üzerine ona ait olmayan yabancı bir kültürü yapıştırmak üzerine kurgulanmak yerine mevcut olanı kabul edip, onun güzelliklerini ön plana çıkarmak ve eksiklerine, kendi genlerine uygun yeni alternatifler bulmak üzerine kurgulanmış olsaydı; en ufak bir meselede kolayca en derin şekilde ortadan ikiye ayrılabilen bir millet olmak yerine birbirine karşı çok daha anlayışlı, duyarlı, birleşik, uyumlu bir millet olabilirdik. Bunu ön görmek sadece şimdi değil o dönemde de, çok zor olmasa gerek.

Atatürk’ün hemen sağındaki isim Fevzi Çakmak. Fotoğrafın en sağında ise İsmet İnönü görünüyor. Atatürk’ün cumhuriyetin ilanıyla birlikte belirlediği yeni yol arkadaşları…

Bu anlattıklarıma, “Böyle sert ve despotik önlemler olmasa Türkiye; İran, Suriye ya da Afganistan gibi bir ülke olurdu.” diye tepki verenler olabiliyor. Açıkçası bunu söyleyenlerin, büyük bir çoğunluğunun Osmanlı dönemindeki sosyal yaşamdan, İran kültüründen, Arap coğrafyasından pek bir şey bildiklerini zannetmiyorum. Ayrıca insanlar Atatürk’ün alternatifi olan şeyin, Osmanlı’daki karşılığının; sakallı, cübbeli, tek kelime kitap okumamış adamlar olduklarını zannediyorlar.

Kurtuluş Savaşı mücadelesini Atatürk tek başına vermedi. Dönemin aydınları Kazım Karabekir’ler, Ali Fuat Cebesoy’lar, Rauf Orbay’lar, Refet Bele’ler, Mehmet Akif Ersoy’lar… Hepsi aydın, birikimli, kültürlü ama dini hassasiyetleri de olan, toplumun inançlarına saygı duyan insanlardı ve hepsi Atatürk’ün yanından sonradan uzaklaştılar. Bana öyle geliyor ki Müslüman kimliğini korumuş, halkla savaşmayı değil halkla pekişmeyi savunan böyle aklı başında aydınların yön verdiği bir cumhuriyet kuşkusuz çok daha evlâ ve yaşanabilir olurdu.

… Ve şimdi o kadim kültürel zenginlikten geriye ne kaldı? Kendine dayatılanı reddetme içgüdüsüyle -kimilerinin Anadolu irfanı dediği- kendinde olan cevheri de kaybetmiş, kendine dayak atanla mücadele etmekten kültürünü geliştirememiş, kültürünü çağa göre yorumlamayı yozlaşma sanmış muhafazakarlar; Doğu’yla Batı arasında kimliğini bir türlü bulamamış, Batılı olmayı Batılı gibi giyinmekten ibaret sanmış sekülerler; sürekli itildiği için ülkesine bağlılığını kaybetmiş Kürtler, çatlakları pek derin, apayrık bir toplum…

Sözün özü; muhafazakar hafızaya yerleşmiş ezilmişlik psikolojisi, Kürt meselesi, PKK sorunu, Ermeni sorunu, eğitim sorunu, hukuk sorunu, “AKP sorunu”, kültürel gelişememişlikler, arada kalmışlıklar.. Bugün Türkiye toplumunda sorun olarak dillendirilen hangi mesele varsa, kendi insanını olduğu gibi kabullenip gelişimini desteklemek yerine her ayağa kalkışında kıyafeti Batılılara benzemediği için tokatlamış kurucu ideoloji ve onun sözünden çıkmayan mirasçılarının ürünüdür. Kendileriyle sonsuza dek gurur duyabilirler.

Cumhuriyet olabilmiş bir Cumhuriyet’e özlemle..

8 YORUMLAR

  1. Keske… ama bu gercekten mumkun muydu?
    Ingiltere ve bati bu hayallere izin verir miydi?
    Bence bu basta Ataturkun de hayal ettigi devlet degildi. Batida dizayn edilen O’nun da benimseyerek uyguladigi bir Cumhuriyet oldu. Farzi muhal, itiraz etseydi, herhalde baska bir ata ya da sef bulunurdu, ve biz bugun o nu essiz, bir lider olarak anardik.

  2. O günün süper gücü ve bize hem kendisi Çanakkale’de doğrudan yenilmiş hem de vekil ettiği Yunanlıların ardına bakmadan kaçışını görmüş İngiltere, Türkiye Cumhuriyeti devletini rahat bırakmadı. Daha 1921’de Mustafa Kemal’e doğrudan suikast düzenlemek isteyip ajanları Mustafa Sagir yakalanınca planları suya düşen İngiltere, daha sonra Şeyh Sait hainini parayla destekledi. Türkiye aleyhine her kişinin ve hareketin yanında ve arkasında yer aldı. Bu ülkedeki her hainin kadim dostu İngiltere’dir. 27 Mayıs’ın sahibi de İngiltere’dir. Bugünkü hainlerin de dostu ve hamisi İngiltere’dir. Daha iyi bir cumhuriyeti engelleyen İngiltere’nin gizli ve açık saldırılarıdır.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin