Arabeskin gerçek kralı da gitti!

İsyan ve teslimiyet arasında…

Aşk şarkıları aslında toplumsal bir metafordu Tayfur’da. Bireysel ayrılıklar, toplumsal parçalanmanın sembolik bir yansımasıydı. Sevgiliden ayrılış, kent ile kırsal arasındaki mesafenin, geleneksel ile modernin çatışmasının alegorisiydi.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Daha önce kimse söylemiş midir bilmiyorum ama sanırım arabesk sadece bir müzik değil sevgili dostlar. Arabeskin öyküsü bir yönüyle insanlığın ortak acılarının öyküsüydü. Yarası birbirine denk gelen insanların ortak paydasıydı arabesk. Geçmiş zaman kipi kullanmam şu andaki bu tür müzik yapan sanatçıları küçümsemek adına değil şüphesiz. Bir müzik onu besleyen vasat ile değerlendirmeli. Dolayısıyla arabesk müziği ve Türk toplumuna etkisini doğru okuyabilmek için toplumsal tarihe bakmak da gerekiyor.

Bu yazımızda Ferdi Tayfur’a saygı duruşu babında önce arabeske kavramsal açıdan bakacağız, ardından kısa bir tarihçe, sinema ile olan ilişkisi ve nihayetinde rahmetli Ferdi Baba’nın hikayesine göz atacağız.

Çok klişe bir başlangıç yapacak olsak; Arabesk, 1940’lı yıllarda Türkiye’de ortaya çıkan ve zamanla kendine özgü bir müzik türü haline gelen önemli bir kültürel olgu, demek mümkün. Ve malum; Fransızca “arabesque” kelimesinden türeyen ve “Arap tarzı” anlamına gelen arabesk, başlangıçta sadece bir süsleme sanatını ifade ederken, Türkiye’de bambaşka bir anlam kazandı.

Aslında bu müzik türünün bidayeti, kendi çıkış tarihinin öncesine dayanıyor. Şöyle ki; Avrupa’da ve Uzak Doğu’da yükselen faşizm dalgası, sinema sektörünü ciddi anlamda etkiledi. Diktatörlerin sinemayı bir silah olarak kullanmak istemesi, bu sanatın dünya genelinde yayılımını etkiledi. Özellikle Amerika artık Avrupa ülkeleri üzerinden dağıtım yapamaz hale gelince çözümü Mısır gibi ülkeler üzerinden yeni bir rota oluşturmakta buldular. Türkiye’ye gelen Amerikan filmleri Mısır üzerinden olunca, mısır gelen bu film paketlerine kendi filmlerini de eklemleyerek yapıyordu dağıtımı.

1930’lu yıllardan başlayarak yaşanan Mısır filmleri modası Türk yapımcıları sıkıntıya soktuğu gibi, siyasi iradeyi de rahatsız etmiş ve nihayet yabancı filmlerin müziklerinde bile dublaj zorunluluğu istenmeye başlanmıştı. Özellikle Ümmü Gülsüm ve Abdulvahab’ın şarkı söyleyerek oynadığı filmlerden sonra müzikal türde yeri yapımlara yöneliş başladı.

Türk siyasi iradesi Arap illiyetinden kaçmak isterken bu ‘defacto’ durum epey rahatsızlık oluşturdu ve nihayetinde Arapça müzikler filmlerde bile yasaklandı.

Haydar Tatlıyay ve birkaç şarkıcı tarafından temelleri atılan arabesk müzik, 1938’de Arapça şarkıların yasaklanmasına rağmen, Kahire Radyosu’nun Türkiye’deki yayınları sayesinde varlığını sürdürmüştü. 1960’lı yıllarda Adnan Şenses, Orhan Akdeniz, Ahmet Sezgin gibi sanatçılar, Arap raks müziğini Türkçe sözlerle birleştirerek arabesk müziğin gelişimine katkıda bulundular.

Önce Mısır filmlerinin müzikleri bazen Türkçe sözlerle aynen alınarak, bazen de esinlenme yoluyla yeni besteler yapılarak piyasaya sunuldu. Ardından bu filmlerin etkisinde yeni Türk filmleri yapılmaya başlandı. Başrollerinde Münir Nureddin Selçuk, Müzeyyen Senar, Zeki Müren gibi isimlerin oynadığı şarkılı filmler furyası başlamıştı.

Bu tabloya özellikle 50-60 arası yaşanan ciddi iç göç ve kent nüfusunda yaşanan demografik değişim eklenince, beyaz perdede merkezine ‘acı ve hasret’in oturduğu temalar sıklıkla işlenmeye başladı.

‘Arabesk’ sözcüğünün dilimize girmesi ise besteci Suat Sayın sayesinde oldu. 1960 yıllarda Sayın, ‘Sevmek Günah mı?’ adlı bir şarkı yapmıştı. Kısa bir süre sonra bu bestenin Mısırlı Abdülvahap’ın şarkısından alıntı olduğu ortaya çıkınca Arap Müziği, Arabesk kavramları tartışılmaya başlandı. Yine bu dönemde Orhan Gencebay isimli genç bir müzisyenin çıkardığı ‘Başa gelen çekilirmiş’ isimli plak, özellikle büyük kent varoşlarında büyük bir ilgi gördü. Gencebay, daha önce örneği görülmemiş bir şekilde toplumun alt katmanlarının duygularına seslenmiş, içinde bulundukları açmazları, dertleri dile getirmişti. Gencebay, köy enstrümanı olarak bilinen bağlamayı alıp şehirli yapmıştı ve bunun ismine çok yakışıyordu arabesk.

Bu plağın başarısı üzerine aynı türde, ‘Kaderimin Oyunu’ ‘Bir teselli ver’, ‘Sevenler mesut olmaz’ plakları ile Gencebay’ı yığınların sevgilisi haline getirmişti.

Türkçe karşılığı “Arap tarzında yapılmış süsleme veya bezeme” olarak geçen arabesk, Fransızca’dan dilimize girerek yaygınlaştı. Batıda özgün bir sanat biçimi olan arabesk, Türk entelektüellerinde nezdinde ‘bütünlükten uzak, bir yığma ve karmaşıklık’ olarak karşılık bulacaktı.

Müzikteki bu yeni ve sıra dışı açılımın sinemaya yansıması da uzun sürmedi. Epey bir zamandan beri özellikle Zeki Müren, Nuri Sesigüzel gibi sanatçılar ile bu türe aşina olan Türk seyircisi, bu yeni türü de kısa sürede benimsedi. Giderek avantür filmlerin etkisi altına giren Yeşilçam’da arabesk filmler dönemi 1970’li yılların başına denk gelecekti.

Şüphesiz bu film türünün ilk örneğini yine Orhan Gencebay verecekti. 1971 yapımı olan ‘Bir Teselli Ver’in yönetmen koltuğunda Lütfi Ömer Akad vardı. Ne var ki, müziği ile kitleleri heyecanlandıran Gencebay’ın bu ilk oyunculuk denemesi gişe açısından bekleneni verememişti. Ancak Gencebay’lı arabesk filmler giderek ilgi gördü ve filmler birbiri peşi sıra geldi: Sev Dedi Gözlerim, Ben Doğarken Ölmüşüm, Dertler Benim Olsun, Batsın Bu Dünya, Bir Araya Gelemeyiz, Bıktım Her Gün Ölmekten, Hatasız Kul Olmaz, Çilekeş…

Bu tür filmlerin başarı Anadolu işletmecilerinin de ilgisini türe yönlendirmiş ve yeni arabesk starlar aranmaya başlanmıştı. Ve çok sürmeden İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses, Hakkı Bulut, Ferdi Tayfur, Neşe Karaböcek gibi şarkıcılar keşfedilip sinemaya da transfer edildi. Esasen yeni star ve açılım sıkıntısı çeken Türk film sektörü için de taze bir kan olmuştu arabesk filmler.

Görüldüğü üzere bir başka sanat disipliniyle çok yakından kader ilişkisi vardı arabesk müziğinin; sinemayla.

Gerisini biraz sosyoloji ile anlatabiliriz ancak.

Acı dolu bir geçmiş!

İsterseniz kısacık bir ansiklopedik dil kullanalım ve cemaziyülevveline bakalım rahmetli Tayfur’un.

15 Kasım 1945 tarihinde doğmuş. Adana’nın Yüreğir ilçesine bağlı Taşçı köyünde doğduğunu yazıyordu kafa kağıdı ama verdiği bir konserde aslen Besnili olduğunu söylemişti. Sanatçıya adını dublaj sanatçısı Ferdi Tayfur’un hayranı babası Cumali Bey koymuştu, oğlunun eğitimine düşkün olan Cumali Bey’in pavyon çıkışı öldürülmesi ile eğitim hayatı sona eren sanatçı yoksul ve trajik bir hayat yaşadığını, babasının ölümünden sonra annesinin evlendiğini, kendisinin de okumak istediğini ancak imkanlar yüzünden bunu gerçekleştiremediğini söylemişti bir röportajında.

Henüz çocukluk yıllarında üvey babasının bulduğu şekerci dükkanında çıraklık yapan sanatçı okumayı iş hayatında öğrendiğini de anlatmıştı. Eniştesinin yardımıyla bir süre Sakıp Sabancı’nın Ceyhan’daki mısır çiftliğinde çalıştı bu yüreği yanık delikanlı. Bir süre Konya’da bir gazinoda çaycılık yaptı. Bazı kitaplar bu gazinoyu ‘genelev’ diye yazar siz inanmayın.

Ailesinin geçimine katkıda bulunan Tayfur aynı yıllarda düğünlerde şarkı söylerken yerel gazetede Adana Radyosu’nun müzik yarışması ilanını gördü ve katıldı. Ancak birinciliği kazanamamıştı. İkinci olmak onu mutlu etmedi ve üvey babasının engellemelerine karşı İstanbul’a gelip Lunapark Gazinosu’nda iş buldu. İlk olarak dönemin starı Nurten İnnap’a bağlama çalmaya başladı. Kendi zamanının geldiğine inandığı anda da, Leyla / Aşkınla Beni Öldürdün adlı ilk plağını doldurdu ve şarkıcılıktan ilk profesyonel parayı kazandı: 500 lira!

Gerisini yine sosyoloji ile okumamız gerekiyor, yoksa yetersiz kalır anlayamayız tam olarak.

Arabesk müziğin tarihsel yolculuğunda Ferdi Tayfur, sadece bir şarkıcı değil, bir dönemin ruhunu temsil eden bir simge olarak yükseldi. 1970’li yılların ikinci yarısında, Orhan Gencebay’ın durgun tavrının karşısında, Tayfur’un müziği adeta bir çığlık gibi yükseliyordu; her şarkısında toplumsal bir travmanın yankısını taşıyordu.

TRT’nin tekel olduğu ve denetimin son derece ağır olduğu yıllarda, özellikle Kent kenar mahalle minibüslerinde yükselen bir manifestoya dönüşür arabesk.

Tayfur’un şarkıları, klasik minibüs müziği ile türkü formu arasında benzersiz bir köprü inşa etmeyi başarmıştı. “Susadım çeşmeye varmaz olaydım” gibi parçaları, neredeyse TRT denetimini bile aşabilecek türden türkülerdi. “Batan güneeş/ Beniiiii de aaaal” gibi uzun hava örnekleri ise Arap motiflerinin egemen çerçevesini yavaş yavaş kırmıştı.

Müzikal anlamda bir dönüşümün temsilcisiydi Ferdi Tayfur. Arabeskin sınırlarını genişletirken, aynı zamanda gecekondu kültürünün sesini de netleştirmişti. Onun şarkıları, sadece acıyı değil, aynı zamanda direnişi, umudu ve hayata tutunma mücadelesini de içeriyordu.

1970’lerin sonunda arabesk müziğin yeni prensi olarak sahneye çıktığında, Tayfur artık yalnızca bir şarkıcı değil, bir kuşağın duygusal kodlarını çözümleyen bir tercümandı. Feryat figan bir tavrı vardı; Ağlak tonundaki her şarkısında sanki bir ağıt, bir hesaplaşma, bir isyan saklıydı.

“Garibim derdim bitmez/ Derdime derman yetmez/ Ağlamak fayda vermez/ Böyle gelmiş böyle gider” dizeleri, dönemin toplumsal psikolojisinin adeta manifestosuydu. Tayfur, gecekondu kültürünün sessiz çığlıklarını müziğin tonlarına dökmeyi başarmıştı.

Onun yükselişi, aynı zamanda arabesk kültürün kendi müziklerini üretme aşamasına geçişinin de işaretiydi. Gencebay’ın durgun tavrının aksine, Tayfur’un müziği adeta bir isyan manifestosuydu. Toplumsal hiyerarşilerin çatlaklarından süzülüp gelen bir sesti.

Tayfur, yalnızca müzikal bir figür değil, aynı zamanda sosyolojik bir olguydu. Küçük kentlerden büyük metropollere akan insan hikayelerinin sesi, acının ve umudun eşzamanlı temsilcisiydi o ve şarkıları, göç eden insanların iç dünyasındaki fırtınaları dile getiriyordu.

Arabeskin dönüşüm döneminde, Tayfur kötümserlikle iyimserlik arasında dengeli bir hat yakalar. Salt acıyı değil, aynı zamanda hayata tutunma arzusunu da şarkılarına taşımaktaydı. Bu yönüyle o, sadece bir müzisyen değil, bir toplumsal kod çözücüydü.

Müzik piyasasındaki rekabette, Tayfur kendine özgü bir formül geliştirmişti. Kasetlerinin bir yüzünü arabesk müzikle, diğer yüzünü ise arabesk tavrında söylenmiş halk müziği parçalarıyla dolduruyordu. Bu sihirli formül, onu dönemin en özgün seslerinden biri yapmakla birlikte İbrahim Tatlıses gibi yıldızları da bu tarza çağırdı.

Tayfur’un yükselişi, aynı zamanda kent kültürüyle kırsal kültürün müzikal bir uzlaşma arayışıydı. Onun şarkıları, iki farklı dünyanın duygusal dokusunu harmanlayan bir köprü görevi görüyordu. Ne tam kentli ne tam köylü; tam da bu ara alanda var olmuştu.

1980’lerin başında, arabesk müziğin çeşitlendiği bir dönemde Tayfur, bu çeşitlenmenin en önemli aktörlerinden biri oldu. Şarkılarındaki temalar çoğaldı, kent argosuyla harmanlandı, somut ilişkiler soyut kara sevdaların yerini aldı.

Ferdi şarkılarının kırılamayan kodları!

Ferdi Tayfur, toplumsal hafızanın müzikal bir kayıt defteridir adeta. Her şarkısında bir göç hikayesi, bir yoksulluk anlatısı, bir umut kırıklığı saklıdır. O, yalnızca şarkı söylemez; toplumsal travmaların dilini konuşur.

Onun müziği, salt duygusal bir ifade değildir; aynı zamanda sosyolojik bir belgedir. Gecekondu kültürünün sessiz çığlıklarını, kent yaşamının karmaşık dokusunu ve göç olgusunun insan ruhundaki yankılarını terennüm eder.

Tayfur’un şarkıları, bir kuşağın hafızasında iz bırakan müzikal anlatılardır. Acı, umut, isyan ve teslimiyet arasında gidip gelen duygusal bir coğrafyayı haritalar. Her dizesi, bir toplumsal değişimin kodlarını taşır.

Arabeskin dönüşüm döneminde Ferdi Tayfur, yalnızca bir müzisyen değil, bir kültürel fenomendir. Onun müziği, toplumsal hiyerarşilerin çatlaklarından süzülen bir sestir; sessiz kalanlara söz, görünmeyenlere görünürlük veren bir anlatıdır.

Kent ve kır arasındaki gerilimin müzikal tercümanı olarak Tayfur, arabeskin en önemli simgelerinden biridir. Onun şarkıları, bir toplumsal değişimin ve dönüşümün müzikle örülmüş tanıklığıdır.

Ferdi Tayfur’un müzikal mirası, arabeskin yalnızca bir müzik türü olmadığını, aynı zamanda bir hayat felsefesi, bir varoluş biçimi olduğunu gösterir. Her şarkısında bir toplumsal hafıza, her dizesinde bir direniş öyküsü saklıdır. Onun sesi, gecekondu kültürünün en derin seslenişidir. Acıyı, umudu, isyanı ve teselliyi aynı anda barındıran bir müzikal coğrafyadır Tayfur’un dünyası. Ne tam kentli ne tam köylü; tam da bu ara alanda var olur.

Arabeskin tarihsel yolculuğunda Ferdi Tayfur, sadece bir şarkıcı değil, bir dönemin ruhunu temsil eden bir simgedir. Onun müziği, toplumsal değişimin en derin, en otantik anlatısıdır.

Ferdi Tayfur: Toplumsal Acının Müzikal Manifestosu

Ferdi Tayfur’un şarkıları, yalnızca bireysel duygularının ifadesi değil, bir toplumun sessiz çığlıklarının müzikal bir kronolosuydu. Her dörtlük, her dize, Türkiye’nin toplumsal dönüşümünün acı dolu sayfalarını açığa çıkarıyordu. Göç eden insanların ruhsal travmalarını, kentleşme sürecinin yol açtığı yalnızlaşmayı ve umudun tükenişini samimi bir dille anlatır. Tayfur’un sesi, sadece kendi bireysel acısını değil, tüm bir kuşağın kolektif hafızasındaki yaraları haykırmaktaydı.

Toplumsal hafızanın müzikle örülü bu anlatısında, göç eden insanların iç dünyasındaki fırtınalar yankılandı. Gecekondu mahallelerinden metropollere akan insanların kimlik krizleri, umut kırıklıkları ve varoluşsal mücadeleleri Tayfur’un şarkılarında can buldu. Her şarkı, bir varoluş savaşının tanığıydı; yoksulluğun, dışlanmışlığın ve hayata tutunma çabasının acı dolu hikayesini anlatır. Tayfur, toplumsal değişimin en çıplak ve samimi seslenişi.

Aşk şarkıları aslında toplumsal bir metafordu Tayfur’da. Bireysel ayrılıklar, toplumsal parçalanmanın sembolik bir yansımasıydı. Sevgiliden ayrılış, kent ile kırsal arasındaki mesafenin, geleneksel ile modernin çatışmasının alegorisiydi. Her “gittin” sözü, yalnızca bir aşk acısını değil, toplumsal dokudaki çözülmeyi, kopuşları ifade ediyordu. Tayfur’un şarkıları, bir toplumun kendi parçalanmışlığıyla yüzleşme biçimiydi esasen.

Göç olgusu, Tayfur’un şarkılarında adeta bir varoluş biçimine dönüşüyordu. Gurbet, yalnızca coğrafi bir yer değişikliği değil, ruhsal bir sürgünlük halini temsil etmekteydi. İnsanlar yalnızca kentlere taşınmaz, aynı zamanda kimliklerinden, geleneklerinden de koparlar. Tayfur’un şarkılarındaki hasret, bu kopuşun acısını derinden hissettirir. Her mısra, göç eden insanların iç dünyasındaki travmatik gerilimi açığa çıkarıyordu.

Ağlak ve ezik Anadolu erkeği!

Tayfur’un müziği, toplumsal cinsiyet rollerinin ve erkeklik kurgularının da eleştirel bir okumasını sunmaktaydı. Ağlayan, inleyen, boynu bükük erkek imajı, geleneksel erkeklik algısını altüst etmeye yetmişti. Duygularını açıkça ifade eden bir erkek portresi çiziyordu Ferdi Baba! Bu, aynı zamanda toplumsal değişimin ve dönüşümün de bir yansımasıdır. Geleneksel, duygusuz erkek tiplemesinin çözülüşünün müzikal bir manifestosuydu.

Kent ve kırsal arasındaki gerilim, Tayfur’un şarkılarında adeta bir varoluş mücadelesine dönüşüyordu. Gecekondu mahallelerinden metropollere akan insanların yaşadığı kimlik krizi, her şarkıda farklı bir boyutuyla ele alındı Tayfur’un müziğinde ve bu geçişkenliğin acısını, zorluğunu ve travmasını müzikal bir dile çeviriyordu. Rahmetli Karakoç’un Masal’ındaki babanın şehirde kaybolan evlatlarından biriydi sanki! Tayfur’un şarkılarında büyük şehir yaşamının soğukluğu, geleneksel değerlerden kopuş, her dizede hissettiriyordu kendini.

Tayfur’un şarkıları, aynı zamanda ekonomik eşitsizliklerin de tanığıydı. Yoksulluk, güçsüzlük ve toplumsal hareketlilik imkansızlığı her şarkıda farklı tonlarda yankılanıyordu. Kadere boyun eğme ile isyan arasında gidip gelen bir duygu dünyası çiziyordu soy ismini pek duymadığımız Turanbayburt.

O, toplumsal sınıf geçirgenliğinin zorluklarını, bireyin yaşadığı çaresizliği müzikal bir dile dökmekte ustalaşmıştı.

Politik sessizliğin hâkim olduğu dönemlerde, Tayfur müzik aracılığıyla toplumsal bir direniş pratiği geliştirir. Şarkıları, doğrudan siyasal bir söylem içermese de toplumsal adaletsizliklere karşı bir başkaldırı niteliği taşır. Her mısra, sistemin görünmeyen mağdurlarının hikayesini anlatır. Tayfur, sessiz kitlelerin sesi olur, onların acılarını, umutlarını ve isyanlarını müzikle ifade eder.

Duygusal örüntüler, Tayfur’un şarkılarında toplumsal dönüşümün aynası gibidir. Geleneksel aşk algısından modern ilişki biçimlerine geçişin izlerini taşır. Aşk artık romantik bir duygunun ötesinde, toplumsal değişimin bir metaforu haline gelir. İlişkilerdeki dönüşüm, kentleşme süreciyle paralel bir şekilde ilerler. Her şarkı, aşkın toplumsal kodlarını yeniden tanımlar.

Tüketim kültürünün toplumsal dokudaki izleri de Tayfur’un şarkılarında kendini gösterir. Kentleşmeyle birlikte değişen tüketim alışkanlıkları, ilişki biçimleri ve hayata bakış açısı her şarkıda farklı tonlarda yankılanır. Taşra ile kent arasındaki kültürel gerilim, tüketim pratikleri üzerinden okunabilir. Tayfur, bu dönüşümün duygusal ve sosyolojik kodlarını müziğine yansıtır.

Göç olgusu, Tayfur’un şarkılarında yalnızca coğrafi bir hareket değil, ruhsal bir yolculuk olarak karşımıza çıkar. İnsanlar yalnızca yer değiştirmez, aynı zamanda kimliklerini, değerlerini, aidiyet duygularını da yeniden inşa ederler. Her şarkı, bu ruhsal dönüşümün farklı bir evresini belgeler. Tayfur, göç olgusunun insani boyutunu müzikal bir dille anlatır.

Tayfur’un müziği, toplumsal hafızanın canlı bir çekmecesidir adeta. Her şarkı, bir dönemin sosyal dokusunu, duygusal kodlarını, acılarını ve umutlarını taşır. Gecekondu kültüründen kent yaşamına uzanan bir yolculuğun müzikal manifestosudur. Tayfur, yalnızca şarkıcı değil, aynı zamanda bir toplumsal antropologdur. Müziği aracılığıyla bir toplumun dönüşüm sürecini belgeler.

İsyan ve teslimiyet arasındaki gerilim, Tayfur’un şarkılarının temel karakteristiğidir. Kadercilik ile başkaldırı arasında gidip gelen bir duygu dünyası çizer. Her şarkı, toplumsal baskının karşısında duran bireyin varoluş mücadelesini anlatır. Tayfur, bu gerilimi müzikal bir dile çevirir, toplumsal sessizliğin çatlaklarını açığa çıkarır.

Tayfur’un müziği, aynı zamanda bir kimlik inşası sürecidir. Gecekondu kültüründen gelen insanların kent yaşamında kendilerine yer bulma mücadelesini belgeler. Her şarkı, bu kimlik arayışının farklı bir evresini yansıtır. Tayfur, toplumsal değişimin en çıplak ve samimi tanığıdır. Müziği, bir kuşağın varoluş mücadelesinin müzikal kronolojisidir.

Acı, umut, isyan ve teselli Tayfur’un şarkılarında iç içe geçer. Her mısra, toplumsal dönüşümün duygusal haritasını çıkarır. Göç eden insanların iç dünyasındaki travmaları, umut kırıklıklarını, varoluşsal mücadeleleri en çıplak haliyle ortaya serer. Tayfur, yalnızca şarkıcı değil, aynı zamanda bir toplumsal hafıza ustasıdır.

Tayfur’un müziği, toplumsal değişimin en otantik anlatısıdır. Kent ve kır arasındaki gerilimi, modernleşme sürecinin duygusal boyutunu, göç olgusunun insan ruhundaki yankılarını terennüm eder. Her şarkı, bir toplumsal dönüşüm evresinin müzikal tanığıdır. Tayfur, sessiz kalanlara ses, görünmeyenlere görünürlük kazandırır.

Arabesk müzik, Tayfur’un şarkılarında yalnızca müzikal bir tür değil, aynı zamanda bir varoluş biçimine dönüşür. Toplumsal değişimin duygusal kodlarını, kent yaşamının karmaşık dokusunu, göç olgusunun insan ruhundaki travmalarını en çıplak haliyle ortaya serer. Tayfur, bu müzikal dönüşümün en özgün temsilcisidir.

Tayfur’un müziği, toplumsal sınıf geçirgenliğinin müzikal bir kronolojisidir. Küçük kentlerden metropollere akan insan hikayelerinin duygusal haritasını çıkarır. O, yalnızca şarkıları aracılığıyla değil, bizzat kendi varoluşuyla da bir toplumsal hareketlilik örneğidir. Gecekondu kültüründen gelip arabesk müziğin zirvesine tırmanması, dönemin sosyal dinamiklerinin çarpıcı bir yansımasıdır.

Ferdi Tayfur ve Arabeskin Evrimi

Arabesk, zamanla değişse de Ferdi Tayfur’un etkisi hiç kaybolmadı. 90’larla birlikte tür daha popüler bir forma evrilirken Tayfur, köklerinden kopmadan müziğini güncel tutmayı başardı. Yeni jenerasyonlar onun eserleriyle arabeski tanıdı. Bugün bile şarkıları, nostaljik bir hazine gibi dinleniyor ve birçok genç sanatçıya ilham kaynağı oluyor.

Ferdi Tayfur’u ve arabeski anlamak için, onun sadece bir sanatçı değil, aynı zamanda halkın sesi olduğunu kavramak gerekir. Tayfur’un eserlerinde, toplumun bir dönemdeki duygusal, sosyal ve ekonomik dinamiklerini bulmak mümkün. O, Türkiye’nin “kader” ve “acı” kavramlarını sanatsal bir boyutta yeniden tanımlayan suskun bir halk filozofuydu.

Ezcümle, Ferdi Tayfur yalnızca bir müzisyen değil, aynı zamanda bir toplumsal kod çözücüsü, kültürel bir antropologdu. Şarkıları, göç eden insanların iç dünyasındaki travmaların, umut kırıntılarının ve varoluşsal mücadelenin en çıplak ifadesiydi. Tayfur, arabeskin salt müziksel değil, aynı zamanda sosyolojik bir olgu olduğunu gösteren en önemli örneklerden biri olarak bu fani dünyadan göçüp gitti.

Rahmetler olsun…

 

3 YORUMLAR

  1. Merhabalar.
    Yazı güzel ama insan okudukça sürekli tekrar edilen cümlele ile karşılaşıyor. Editörün törpülemesi lazımdı.
    Teşekkürler.

  2. Bir köylü olarak kendi yorumumu eklemek istiyorum.. Ferdi, Orhan, Müslüm.. bunları dinleyenlerin profilleri ile kendi bakışımla bir değerlendirme..

    Orhan köyden kente göçmüş gururlu köylünün arabeskiydi. Kentle tanışmış, ama gönlü aklı hala köy tadında, köy saflığında gelecekten ümitli, bir gecekondu mahallesinde yaşam alanı bulan kentli köylünün arabeskiydi. Karşılığı olan, o tuğla duvarlı bahçeli, şehrin kenarındaki evlerin sokak aralarında yaşanan, birbirini bazen gizli bazen açık seven, şehrin içinde tutunma gayretinde olanların arabeski.

    Ferdi doğrudan köylünün arabeskiydi. Daha köye taşınmamış köylünün. Şehir yoktu Ferdi de. Zaman algısı durmuş, bin yolluk köy tanımı içinde yaşanılan aşkın arabeskiydi. Daha yalıtılmış, daha eski bir hikayesi vardı Ferdi arabeskinin bu nedenle.

    Bu nedenle, Varlığının tiryakisi, yokluğunun delisiyim, seni benden mahrum etme, gözlerinin hastayım derken o genç, bir dağ yamacına kurulmuş küçücük köyünde, birkaç çamurlu adına sokak dahi denilmeyecek patikamsı yolun ötesindeki kadın/adam tüm dünyadaki kadınları erkekleri temsil ediyordu onun için. Adem ile Havvanın gelişmiş az gelişmiş versiyonuydu Ferdi Tayfur aşkları, şarkıları.

    Susadım çeşmeye varmaz olaydım.. ın yaşandığı binlerce köy çeşmesiyle doluydu. Çoban çeşmesi dağlarda kırlarda köylünün alıştığı çeşmeydi de, herkes de bilirdi ki, herköyün içinde ortasında akan bir çeşme de var.. İşte tam o çeşmeydi susadım çeşmeye varmaz olaydım..

    Irmak kenarında tokaçla elbise yıkanılan yıllardı elbette ozamanlar. Aliye Rona’nın, ağanın atının başını okşayan kadının horlandığı, ayıplandığı yılların aşk şarkılarının adamıydı kısaca Ferdi tayfur köylerde.

    Zamanla Ferdi de değişti tabi, şehirleşme arttıkça.

    Neyleyim sen yoksan eğer, sahilleri, kırları, Neyleyim sen yoksan eğer, neyleyim ben İstanbul’u.. ile kente de adım atıldığının göstergesiydi de aynı zamanda Ferdi Tayfur.

    Çünkü hiçbir arabesk, takipçisini yalnız bırakmazdı, köyden kente en çok göçün olduğu yıllar da, Ferdi de bu olucaktı.

    Orhancılar ile Ferdicilerin de rekabeti tam olarak burda başlamıştı. Orhan kentteki köylüyü, Ferdi ise köydekini temsil ederken, aynı mekanda da toplanır oldular.

    O nedenle Orhancılarbiraz daha elitist hissetti kendini, Ferdicilere karşı. Dağdan gelip, bağdakini mi kovuyorsun tadında bir tuhaflık olsa da, aslında ikisi de Köle İsaura nın izlendiği yıllarda çok popülerdi. Ne fark ederdi ki aslında, biri kölelikten terfi Kahya, diğeri hala maraba tadında.

    Yeni bir makam doğmuştu kısaca arabesk üzerinden, acı ve kederin müzik üzerinden edebiyatında. Beyazlar Siyahlar arasına Kuntaki olma konumuna çıktı böylece kısaca Orhancılar.

    Müslümcülerden hiç bahsetmiyorum. Zira onların rakipleri yoktu kendi grubunda. Kentteki köylünün tutunamayanlarıydı onlar. Yanlış yaşanmaya başlamış bir yaşamın temsilcisi, edebiyatı, şarkısıydı onlar. O aleme girmek cesaret ister. Ben dahi girmedim hiç, şükür ki o yollara düşmedim.

    Çoğunlukla da Ferdi dedim elbette, eh bazen de Orhan.

    Bir şey vardı ayrıca o yıllarda daha da dikkat çeken.

    Karşılıksız sevenler, Ferdi ya da Müslüm dinlerdi. Orhan dinleyenler daha makul stabil.

    Karşılığı olan köy aşkının, ya da köylü kentlinin aşkıydı kısaca.

    Orhan Gencebay o nedenle umuttu. Ferdi ise asla umutsuzluk değildi bu arada. Zamanın donduğu yerde sıkışma olmaz. Öylesine ve öylece olmaktı Ferdi. Sıkışmışlık olsa olsa Müslümcülerde olurdu.

    Güzel yıllardı o zamanlar kısaca.

    Sınavla girilen şehrin en iyi okullarında yeni bir temsil kazandı Orhan ve Ferdi bu arada.

    Babasının parası olanın okula servisle geldiği, servisle evine gidenlerin aslında dinlediği müzikle de doğrudan ilişkili olduğu yıllardı.

    MC Hammer’ın “you can touch this” i çalarak evine servisle giden öğrenciler bir yanda, onların sıra arkadaşı yürüyerek evine giden, kulağında walkman Ferdi dinleyenler de yaya kaldırımında.

    Dedim ya tatlı yıllardı. Tatlı yıllardı çünkü, cemaatçisi, mhp lisi, akp lisi ve hatta ilahi yanında başka dinleyen tarikatçısı dinlerse ya Ferdi dinlerdi, ya Orhan belki Müslüm.

    Bu kadar dı aramızdaki ayrışmalar. Şen şakrak günlerdi. Tadında özünde. Kıyas edince bu günlere.

    Bahçelinin Ferdi Tayfuru dinlemesini de tam da bu nedenle çok şaşırtıcı bulurdum.

    Ferdiyi dinleyenler ferdiyi bilir çünkü.

    Ferdi Tayfur dinleyenleri bir gözlem altına alın, asla kimseye zarar gelmesini istemeyen tiplerdir.

    Bahçeli bu yönüyle beni çok ama çok şaşırtmıştır.

    Tüm samimiyetimle söylüyorum ki, benim gibi eskiden Ferdi dinleyen, cemaatçi bilmem neci diye zulme uğrayanlara bu yaptıklarından için için vicdan azabı duyuyordur.

    Ferdi Tayfur, sabahleyin kalkınca bugün birisini mi kırdım acaba diye düşünürüm ben, kime ne yaptım, ne ettim acaba aklıma gelir, diyen birisi.

    Orhan Gencebay ile karıştırılmamalı. Öyle Akil Heyetlerine girecek kadar kentleşmiş bir köylü asla değil.
    Beceremez. Beceremedi de.

    O küçücük dar dairesinde, Necla Nazırla, kızıyla ve özel hayatındaki gelişmelerle kısır döngüler arasında kaldı gitti.

    Ne zulme, ne zalime taraf oldu. Bir kelime de söylediğini pek duymadım.

    Bahçeli ve Ferdi isminin bu nedenle anılmasından, bu ilişkinin bir tarafı olarak ben de rahatsızım.

    Bir ülkücü Ferdici olabilir, ama bir Ferdici asla zalim olmaz.

    Öyle birşey ki, iddia ediyorum, zulmeden akp li, mhp, siyasal islamcıların hiçbiri geçmişinde tam Ferdici değildir.

    Olmadılar olamazlar.

    O şarkıların ruhunu hisseden kişi, karıncayı dahi incitmekten çekinir çünkü.

    Tüm mücadelesi, makuliyet olan bir arabesk akımı, Ferdicilikte bu çıkmaz çünkü.

    Akredite olan gazeteciler gibi, zamanın ruhuna göre akredite olan arabeskçiler vardı, Orhan Gencebay ve hatta Müslüm Gürses dahi akredite oldu da, hatta Orhan Gencebay yarışma programlarında jüri, Akil Heyetinde, Bülent Ersoyun tabiriyle “akıllı” oldu da, bir türlü Ferdi tayfur akredite olamadı.

    Tarihe gidecek en büyük sitemi bu olsa gerekti bu yönüyle Ferdi Tayfur un.

    Nitekim, bunu ilk ve hatta belki de tek kıran, ona bin teşekkür ihtimal TRT Müzik ve Kıraç oldu.

    Kıraç, TRT Müzik de, İstanbul stüdyosunda Funda Arar ile canlı performanta Ferdi şarkısı söylerken, Ferdi dayanamamış programı aramış ve zevkle o programa katılmıştı.

    Ve bu bir ilk deyip, bu yıkılan duvarın sevincini dillendirip, ” bu kadeh senin şerefine emmoğlu” demiş, bu türküyü bir daha çal gene çal tadında olmuştu.

    Tabi o zamanlar, karşı dağı duman almış, pus almamış, uzun ömürlerimiz zulm yolunda kısalmamıştı.

    Allahına Kurban, Akp dönemiydi. Oysa şarkının tamamı birileri için, benim gibiler için başka gurbet ellerinde tamamlanacaktı.

    Sürgünlük ile lutfun karışımı doğa harikası köyüm de karşı dağa bakarken, nereden bilebilirdim ki bir Ferdici olarak, “bende bu dağların nesine geldim, meleşir kuzular sesine geldim, bir garip ölmüşte yasına geldim…” tadında içimden mırıldanıcağımı. Dinlediğim şarkıların kaderini yaşıyordum belki de.

    Ama işte demem o ki, Kırk yılda bir kere, akredite olmuştu, TRT Müzik de Ferdi.

    Leyla ile Mecnun daki, o İsmail abinin getirdiği yarım yamalak ekibin, “Bende özledim Bende, resmin var şu an elimde…” ile ülke çapında olduğu dolaylı akredite, işte o en en zirve haldi.

    Ama saman alevi gibi işte. Kibrit çöpü tadında. Yandı söndü.

    Kimseye zararı olmayan, katkısı nedir ne değildir bilmiyorum ama, bir sıradanlıkta biri geldi geçti ülkemde.

    Ferdi Tayfur ve onu dinleyenler, gerçek bir araştırma konusu.

    Onu Orhan Gencebay ve Müslüm Gürses dinleyenler ile bir tutmamak, ayrı tutmak ise bu araştırmanın ilk şartı.

    Ve tüm bunları yaparken lütfen şuna dikkat edilmeli.

    Böyle bir ferdici ruhun içinde Bahçeli gibi birisi nasıl çıktı.

    Şaka sanmayın lütfen, çok ama çok şaşırıyorum. Bahçelinin Ferdi tayfur dinlediğini öğrendiğimden beri, bu zülme taraftar olmasını, ortak olmasını, belki bazen başat olmasını hiç ama hiç anlamıyorum.

    Bu dediğim hususta özellikle bu araştırmayı yapanlar tarafından not edilmeli bence.

    Allah Rahmet eylesin.

    Şarkılarını severek dinlediğim Ferdi Tayfur. Hak ettiği gibi gitmedi bence.

    Bir devir kapandı bence.

    Sevenlerinin, değerli ailesinin, tüm ülkenin başı sağolsun.

  3. Ferdi Tayfur ve hayata gözlerimizi açtığımız günden beri hep gördüğümüz siyasetçisinden sanatçısına ötelere göç ettiğinde yüreğimizden bir şeyleri adeta koparıp götürüyor…Tuaf bir hal alıyorum bu gidişlerden… Allah rahmet etsin.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin