
SEVİNÇ ÖZARSLAN – HABER YORUM
Berlin’de Alman Avukatlar Birliği (DAV), Uluslararası Af Örgütü ve DAV Ceza Hukuku Çalışma Grubu’nun dün “Türkiye’de Hukukun Üstünlüğünün Durumu” adlı bir panel gerçekleştirdi.
Programa Diyarbakır’da faili meçhul bir cinayete kurban edilen avukat Tahir Elçi’nin eşi Türkan Elçi, Türk Ceza Hukuku Reformu’nun baş mimarlarından Prof. Dr. Adem Sözüer, Diyarbakır Barosu Başkanı Abdülkadir Güleç, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Hürrem Sönmez ve İstanbul Barosu avukatlarından Ramazan Demir konuşmacı olarak katıldı.
“YILDIRIM’IN ÖLÜMÜ ÇOK ETKİLEYİCİ, ÇOK FARKLI BİR HUKUKİ MÜCADELE VERMELİSİNİZ”
Programın ayrıntılarına geçmeden önce, ne tevafuk ki, Türkiye’de sürekli saldırı altında olan avukatlık mesleğinin zorluklarının konuşulduğu programın gerçekleştiği sabah Türkiye’de bir avukat, tam da bu sebeplerle hukuksuzluğun kurbanı olarak öldü.
Denizli’de 30 yıl avukatlık yapan merhum Süleyman Yıldırım hakkındaki iddialardan biri, KHK davalarına bakmasaydı. Yıldırım, haksız yere tutuklanmasının yanı sıra, hapiste tedavisi geciktirildiği için sol ayağını diz altından itibaren kaybetti. 3. evre kanser teşhisi konuldu ve tahliyesinden sadece 43 gün sonra, dün vefat etti.
Programda, Türkiye’deki hukuksuzlukları dile getiren hiç kimse, 15 Temmuz’dan sonra ilan edilen OHAL döneminde Yıldırım’ın da aralarında bulunduğu 600 avukat hakkında soruşturma başlatıldığından bahsetmedi. On yıldır KHK’lıların maruz kaldığı haksız tutuklamalardan, gözaltılardan, ötekileştirmelerden, dışlamalardan bahsetmedi. Bir cümle dahi olsa dile getirmediler. Sadece Prof. Adem Sözüer, darbe girişiminden sonra Türkiye’de rejimin tamamen değiştiğini ve şu an adı konulamayan bir sistem olduğu söyledi. Türkan Elçi ise, eşinin öldürülmesinden sonra ülkede şiddetin ve hukuksuzluğun artarak sürdüğünü belirtti.
Avukat Süleyman Yıldırım’ın vefatını ise salondaki herkes Human Rights Defenders (HRD) Başkanı Hüseyin Demir’e söz verilmesiyle öğrendi.
Programın moderatörlerinden biri olan DAV Ceza Hukuku Çalışma Grubu Prof. Dr. Heiko Ahlbrecht, Güleç, Sönmez ve Demir’in konuşmalarından sonra salona dönerek konuşmacılara soru olup olmadığını sordu. Tek bir soru soruldu. O da Almanya merkezli insan hakları derneği Human Rights Defenders’ın (HRD) Başkanı, ihraç edilen Anayasa Profesörü Hüseyin Demir’den geldi.
Demir, “Katılımcılar bugün burada Türkiye’deki hukuk devletinin durumunu izah ediyorlar ama ben büyük bir kesimle alakalı bir şey duyamadım. Gülen hareketi mensubu diye gözaltına alınan, hakkında soruşturma başlatılan 600’den fazla avukat vardı. Ve bunlardan biri bugün İzmir’de öldü. Avukat Süleyman Yıldırım. Sayın von Raumen’den de birkaç hafta önce Süleyman Yıldırım’la ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir mektup yazarak kendisinin tahliye edilmesi için çağrıda bulunmuştu. Türkiye cezaevlerinde bu şekilde birçok insan öldü ya da birçok avukat müvekkillerini savunduğu için tutuklandı. Şunu söylemek istiyorum. Eğer biz insan haklarını savunurken mağdurda kimlik ayrımı yapmaz, her mağduriyeti, bir insan hakkı ihlali olarak ortaya koyarsak daha güçlü bir şekilde otokratik yönetimlere karşı mücadele etmiş oluruz. Burada ‘Savcılıktan avukatlığa geçen var mı?’ diye sordunuz. Esas problem, savcılıktan avukatlığa geçenler değil, bugünkü iktidar partisinin saflarında siyaset yaparken avukatlıktan savcı ve hâkim olanlar. Böyle binlerce insan var. Bugün yargının tarafsız olmamasının temel sebeplerinden biri budur. Bir zamanlar nasıl Almanya’da ‘Yerinde Hitler olsaydı nasıl karar verirdi’ diye düşünen hakimler vardıysa, şu anda Türkiye’de ‘Yerimde Erdoğan olsaydı nasıl karar’ diyen hakimler var. Dolayısıyla burada hem sivil toplum örgütlerinin, DAV gibi, Uluslararası Af Örgütü gibi kurumların el ele vererek ayrım yapmaksızın bu mücadeleyi sürdürmesi gerektiğine inanıyorum.”
Demir’in verdiği örnekten etkilendiğini ifade eden Heiko Ahlbrecht, “Hakikaten çok etkileyici. Bunlar münferit örnekler değil. Bugünkü toplantı gösteriyor ki, Türkiye’de bizim bildiğimizden çok daha farklı bir hukuki mücadele vermek zorundasınız.” dedi.
Yani DAV’lı hukukçu, konuşmacı olarak katılan meslektaşlarına bir anlamda hukuki mücadelede birlikte hareket etmenin önemine dair öneride bulundu. Ayrımcılığın olmadığı başka bir yol bulunması gerektiğini anlatmaya çalıştı.
Haksız mı? Değil.
Elbette KHK hukuksuzluklarını dile getirip getirmeme konusunda herkes özgür. Ancak Almanya’da, hem de yüzlerce üyesi olan Alman Avukatlar Birliği’nin düzenlediği bir programda hem de hukukun üstünlüğü gibi bir konuda tek taraflı konuşmalar yapmak şık bir durum değildi. Üstelik programı organize eden DAV’ın Başkanı Stefan von Raumer bile Yıldırım’a yapılan hukuksuzluğa duyarsız kalmamışken…
HANS LITTEN VE TAHİR ELÇİ’NİN BENZERLİĞİ
Programda yapılan diğer konuşmalara gelince… Öncelikle etkinliği gerçekleştirildiği DAV’ın Berlin’deki ana binasının bulunduğu Littenstraße’den başlayalım. DAV Bakanı Stefan von Raumer de konuşmasına bu caddeye adını veren Hans Litten’i ve onun hayatıyla benzerlik kurduğu Tahir Elçi’yi anarak başladı.
35 yaşında çok genç ölen avukat Hans Litten, Nazi karşıtı bir avukat olarak biliniyor. Çok cesaretli bir avukat, tıpkı Elçi gibi hukuki direncin sembol isimlerinden biri. Kısa hayatında hep işçileri ve komünistleri savunmuş. 1932’de Hitler’i bizzat mahkemede sorgulayarak onu zor durumda bırakmasıyla tanınıyor. Bu nedenle Nazi rejimi intikam olarak onu tutukluyor, işkence yapıyor ve Dachau toplama kampında intihara sürüklenip hayatını kaybediyor.
DAV Başkanı Stefan von Raumer’in Litten’i ve Tahir Elçi’yi anarak 14.00’te başladığı konferans, Türkan Elçi’nin konuşmasıyla ve birer saat süren üç panelle devam etti. Tahir Elçi’nin adının artık “ahlaki cesaretin, avukatlık bağımsızlığının ve bu uğurda ödenen bedelin sembolü” olduğunu vurgulayan von Raumer, Elçi’nin eşi Türkan Elçi’nin de salonda bulunmasından onur duyduklarını ifade etti.
“CİNAYET HALA AYDINLATILAMADI”
Tahir Elçi’nin yaşamı boyunca siyasi baskı altındaki kişiler ve insan hakları ihlallerinin mağdurları için mücadele ettiğini hatırlatan von Raumer, Elçi’nin hem devlet şiddetine hem de PKK tarafından işlenen hak ihlallerine karşı açık tavır aldığını söyledi. Elçi’nin 28 Kasım 2015’te Diyarbakır Sur’da bir basın açıklaması sırasında öldürüldüğünü hatırlatan von Raumer, “Ölümüne ilişkin soruşturmalar başından itibaren engellendi. Cinayet bugün hâlâ aydınlatılmış değildir” dedi.
“SİLİVRİ CEZAEVİ BASKININ SEMBOLÜ OLDU”

Türkiye’de hukuk devletinin durumunun endişe verici olduğunu belirten von Raumer, son bir yıl içinde yaşanan gelişmelerin avukatlık mesleğinin bağımsızlığı ile hukuk devleti arasındaki doğrudan bağı bir kez daha ortaya koyduğunu söyledi. Konuşmasında, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasını, muhalif belediye başkanlarına yönelik operasyonları ve avukatlara karşı yeniden açılan davaları örnek gösterdi.
Özellikle İstanbul Barosu yönetimine yönelik sürecin “son derece vahim” olduğunu vurgulayan von Raumer, insancıl uluslararası hukuka ilişkin bir hukuki görüşün “terör propagandası” olarak kriminalize edilmesini sert sözlerle eleştirdi. Baro yönetiminin Mayıs 2025’ten bu yana Silivri’de yargılandığını hatırlatan von Raumer, Silivri’nin bugün hâlen gazetecilerin, siyasetçilerin ve avukatların tutulduğu bir “baskı sembolü” olduğunu söyledi.
“İNSAN HAKLARI İÇİN YARGILANIYORSAK BU BİZİM İÇİN ONURDUR”
Alman Avukatlar Birliği’nin davalara bizzat gözlemci gönderdiğini aktaran von Raumer, Türk avukatların savunmalarını “hukuki parlaklık ve ahlaki açıklıkla” yaptıklarını ifade ederek şu sözleri aktardı: “İnsan haklarına dair bir söz söylediğimiz için yargılanıyorsak, bu bizim için bir onurdur.”
Ocak 2026’da yeniden Silivri’ye gideceğini belirten von Raumer, meselenin yalnızca dava konusu yapılan baro yöneticileri değil, İstanbul Barosu’nun 67 bin üyesinin ve Türkiye’de yaşayan herkesin özgür savunma hakkı olduğunu vurguladı.
“AVUKATLARA YAPILAN SALDIRILAR AVRUPA’NIN DA MESELESİDİR”
Konferansta Avrupa’daki birçok baro ve sivil toplum kuruluşunun temsil edildiğine dikkat çeken von Raumer, avukatlık mesleğine yönelik saldırıların artık bir ülkenin iç meselesi olarak görülemeyeceğini söyledi. “Bu saldırılar, Avrupa hukuk düzeninin temel direklerine yönelmiş saldırılardır” dedi.
“TAHİR ELÇİ’NİN MİRASI HEPİMİZİN SORUMLULUĞUDUR”
Konuşmasının sonunda yeniden Tahir Elçi’ye dönen von Raumer, onun “bağımsız, korkusuz ve satın alınamaz” bir avukat olduğunu vurgulayarak şu ifadeleri kullandı: “Onun mücadelesi artık bizim de sorumluluğumuzdur. Alman Avukatlar Birliği, Türkiye’deki meslektaşlarını hem mahkemelerde hem de kamusal alanda desteklemeye devam edecektir.”
Konuşmasını “dayanışma” ve “uluslararası sorumluluk” vurgusuyla tamamlayan Raumer, sözü Türkan Elçi’ye bırakarak kürsüden indi.
“EŞİMİN ÖLMEDEN ÖNCEKİ SON BİR AYINI UNUTAMIYORUM, YAKIN ÇEVRESİ BİLE DIŞLADI, ENTELEKTÜEL YALNIZLIK İÇİNDE ÖLDÜ”

Türkan Elçi, eşi Tahir Elçi’nin yaşamını, mücadelesini, öldürülme sürecini ve devam eden yargılamayı anlattı.
Konuşmasında Tahir Elçi’nin 49 yıllık yaşamını insan hakları mücadelesine adadığını vurgulayan Elçi, “Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılması için mücadele eden bir insanın kendi cinayetinin de faili meçhul kalması benim için ayrı bir acı,” dedi.
“İTİRAZ GÜCÜ VE CESARET ONUN KİŞİLİĞİYLE BÜTÜNLEŞMİŞTİ”
Türkan Elçi, eşinin yalnızca bir avukat değil, aynı zamanda güçlü bir entelektüel kişilik olduğunu belirterek, “Mesleki bilgi, toplumsal duyarlılık, itiraz gücü ve cesaret onun kişiliğinde birleşmişti. Ben onu örneğine az rastlanan bir Kürt entelektüeli olarak görüyorum,” ifadelerini kullandı.
“2015 BİR DÖNÜM NOKTASIYDI”
2015 yılını Türkiye ve Kürt tarihi açısından bir kırılma noktası olarak değerlendiren Türkan Elçi, o dönemde sivillerin öldürülmesine karşı Tahir Elçi’nin güçlü biçimde itiraz ettiğini, bunun sonucunda ise yalnızlaştırıldığını söyledi.
“Ben 2015’i, Kürt tarihinde ve özellikle Türkiye tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendiriyorum. Bence hâlâ o dönem yeterince adlandırılabilmiş değil. Hâlâ gerektiği gibi araştırılamadı, hâlâ hakkıyla dillendirilemedi. Böyle bir dönemde itiraz etmek ve cesaret göstermek elbette bir karşılık doğurur. Peki o neyle karşılaştı? Karşılaştığı şey dışlanmaktı. En yakın çevresi tarafından bile eleştirildi. Çünkü yalnızdı. Onun kadar yüksek sesle, sivil insanların ölümüne karşı çıkan başka bir örnek ben görmedim. Bir bakıma bu, entelektüel bir yalnızlıktı. Aynı zamanda itiraz eden, cesaret gösteren bir insanın yalnızlığıydı.
Hakkıyla anlaşılmadan, o yalnızlık duygusu içinde bu dünyaya gözlerini kapattığına bizzat tanıklık ettim. Aradan 10 yıl geçmiş olabilir; toplumun belli bir kesimi onu unutmuş olabilir. Ama ben, o ölüme yalnız gidişini, linçler ve tehditler altında gidişini, ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.” dedi.
“DAVA GÖSTERMELİK YÜRÜTÜLDÜ”
Yargılama sürecine de sert eleştiriler yönelten Türkan Elçi, dosyanın olaydan 4 yıl 6 ay sonra açıldığını, delillerin eksik toplandığını, kameraların sürekli ‘çalışmıyor’ gerekçesiyle devre dışı bırakıldığını söyledi. “O dava adeta bir tiyatroya dönüştü. Biz ne talep ettiysek reddedildi. Adaletin gerçekten istenmediğini açıkça gördük,” diye konuştu.
“ŞİDDET VE HUKUKSUZLUK TÜM ÜLKEYE YAYILDI”
Elçi, Tahir Elçi’nin öldürülmesinden sonra ülkede şiddetin ve hukuksuzluğun artarak sürdüğünü savundu. Kayyım atamaları, haksız tutuklamalar, Anayasa ve AİHM kararlarının uygulanmamasının hukuk düzenini çökerttiğini belirtti.
“YİNE DE UMUDU SEÇİYORUM”
Tüm yaşananlara rağmen umudu koruduğunu vurgulayan Türkan Elçi, özellikle kadınlara ve çocuklara yönelik şiddetin önlenememesine dikkat çekti. Konuşmasını, “Enseyi karartmayalım. Umudu ve samimi mücadeleyi bırakmazsak hepimiz biraz olsun huzur buluruz,” sözleriyle tamamladı.

Türkan Elçi’nin konuşmasından sonra “Türkiye’de Avukatlığın Durumu” başlıklı ilk panel gerçekleştirildi. DAV Ceza Hukuku Komitesi üyelerinden Dr. Anna Oehmichen ve DAV Ceza Hukuku Çalışma Grubu Prof. Dr. Heiko Ahlbrecht’in moderatörlüğünde düzenlenen panelde Diyarbakır Barosu Başkanı Abdülkadir Güleç, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Hürrem Sönmez ve baro avukatlarından Ramazan Demir’e söz verildi.
Diyarbakır Barosu Başkanı Abdullah Güleç, yaptığı konuşmada Türkiye’de hukukun üstünlüğünün hiçbir dönemde tam anlamıyla tesis edilemediğini vurguladı. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren yargının bir “araç” olarak kullanıldığını belirten Güleç, İstiklal Mahkemeleri’nden 12 Eylül darbesine, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nden olağanüstü hal uygulamalarına kadar muhaliflerin sistematik biçimde bastırıldığını anlattı. Kürtlerin ve farklı kimliklerin inkâr edildiğini, anadil ve temel hakların gasp edildiğini ifade eden Güleç, 1990’lı yıllarda köy yakmalar, JİTEM yapılanmaları, faili meçhul cinayetler, işkence ve gözaltında kayıplarla ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığını söyledi.
Güleç, Tahir Elçi’nin bu karanlık dönemde faili meçhul cinayetleri, köy yakmaları ve işkenceleri cesaretle belgelediğini, bu nedenle sürekli tehdit edildiğini ve hedef haline getirildiğini belirtti. Elçi’nin 1993’te arkadaşlarıyla birlikte işkence gördüğünün Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararıyla da tescillendiğini hatırlatan Güleç, Tahir Elçi suikastının bu uzun baskı ve cezasızlık politikasının bir devamı olduğunu söyledi.
Güleç, 2000’li yıllarla birlikte avukatlara yönelik baskının biçim değiştirdiğini, insan hakları savunucularının artık kriminalize edilerek yargı yoluyla susturulmak istendiğini belirterek, savunma mesleğinin ve baroların ağır bir kuşatma altında olduğunu vurguladı. Uluslararası dayanışmaya, hukukçuların birlikte mücadele etmesine ihtiyaç olduğunu belirtti.
Aynı zamanda İstanbul Barosu’nda İnsan Hakları Merkezi’nde sorumlu koordinatör olarak görev yapan Hürrem Sönmez konuşmasında, Tahir Elçi’nin insan hakları mücadelesindeki ısrarcı duruşunun kendileri için hâlâ ilham kaynağı olduğunu vurgulayarak, bugün avukatlara ve barolara yönelik baskıların özellikle yargı eliyle sistematik biçimde arttığını ifade etti; İstanbul Barosu yönetimi olarak Suriye’de öldürülen iki gazeteciyle ilgili yaptıkları ve yalnızca insan haklarını ve uluslararası hukuku hatırlatan açıklamanın ardından “halkı yanıltıcı bilgi yaymak” ve “terör propagandası” suçlamalarıyla yargılandıklarını, hatta görevden alınmalarına karar verildiğini ancak bu kararın istinafta olduğunu anlattı; buna rağmen bunu bir mağduriyet hikâyesi olarak değil, insan haklarını savunmanın onuruyla karşıladıklarını belirtti ve İstanbul Barosu’nun tarihsel olarak baskılara boyun eğmeyen köklü bir kurum olduğunu hatırlatarak, insan hakları mücadelesinin yalnızca Türkiye’ye özgü olmadığını, uluslararası ve kolektif bir dayanışma gerektirdiğini vurguladı.
“İNSAN HAKLARINI SAVUNANLARIN DAYANIŞMASI ÖNEMLİ”
Sönmez, “Dünyanın gidişatına baktığımızda, evet, bizde hukuk devleti hiçbir zaman tam anlamıyla yerleşmedi. Eskiden ‘Türkiye bir hukuk devleti değil, kanun devletidir’ derdik; bugün artık ‘kanun devleti’ olup olmadığımızı bile tartışır hâle geldik. Ama bence şunu da söylemek gerekiyor: İçinde yaşadığımız bu dünyaya, yeryüzünün genel gidişatına baktığımızda, burada verdiğimiz mücadelenin sadece Türkiye’ye özgü olmadığını görüyoruz. Başımıza asla gelmez denilen ülkelerde de benzer süreçlerin yaşanabildiğine tanık oluyoruz. Bu nedenle insan hakları mücadelesi yalıtılmış, izole bir mücadele değil; kolektif bir mücadele. Tıpkı hafıza gibi. Bu yüzden insan haklarını savunanların, avukatların, insan hakları savunucularının dayanışması son derece kıymetli.” dedi.
“AVUKATLIK SADECE CESARET DEĞİL, ISRAR VE İNAT İŞİDİR”
Ramazan Demir ise, 2015 sonrası Türkiye’de özellikle Kürt coğrafyasındaki sokağa çıkma yasakları, ölümler ve ağır insan hakları ihlallerine ilişkin başvurular nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurduklarını, bu nedenle kendisinin de “ülkenin itibarını zedelemek” suçlamasıyla tutuklandığını anlatarak avukatlık mesleğinin Türkiye’de yalnızca cesaret değil aynı zamanda uzun soluklu bir ısrar ve inat işi hâline geldiğini vurguladı; cezaevinden internet erişimi konusunda yürüttükleri ısrarlı hukuki mücadeleyle Türkiye aleyhine tarihi bir karar çıkardıklarını örnek vererek, avukatların bugün adalet ile siyasi iktidar arasındaki “son barikat” hâline geldiğini, müvekkil savunmanın dahi suç haline getirilebildiğini söyledi ve Selahattin Demirtaş hakkında verilen AİHM Büyük Daire kararını, Kürt siyasetinin nasıl yargı eliyle kriminalize edildiğini gösteren bir “arşiv” olarak niteledi; Tahir Elçi’nin bıraktığı insan hakları mirasına sahip çıkmaya devam edeceklerini, yargı baskısına rağmen korkmadan mesleklerini yapmayı sürdüreceklerini güçlü bir kararlılıkla ifade etti.
“ALMANYA’DA LÜKS BİR ADADA GİBİYİZ”
Yapılan açıklamalardan oldukça etkilenen Prof. Dr. Heiko Ahlbrecht, “Diğer ülkelerde avukatlar bu kadar rejimle mücadele etmiyor. Türkiye ile karşılaştırıldığında biz Almanya’da lüks bir adada gibiyiz.” yorumunda bulundu.
Heiko Ahlbrecht, özellikle Demir ve Sönmez’in avukatlık mücadelesine dair deneyimlerini gülümseyerek anlatmalarına çok şaşırdığını dile getirdi. “Biraz şizofren bir durum, halen gülerek anlatabiliyorsunuz böyle şeyleri, bu tavrınız beni çok etkiliyor.” dedi.
“YÜZÜMÜZÜN GÜLÜYOR OLMASI MUTLULUKTAN DEĞİL, DİRENİŞ NEŞESİNDEN KAYNAKLANIYOR”
Hürrem Sönmez’in bu yoruma verdiği cevap güzeldi:
“Nietsche’nin çok sevdiğim bir sözü vardır: Canavarın gözüne bakmaya cesaret edenlerin neşesi… Bu, gamsız, umursamaz bir neşe değil; bilakis mücadeleden ve direnişten süzülen bir var olma biçimi. Bunu da büyüklerimizden, bizden önceki kuşaklardan böyle öğrendik. 12 Eylül dönemini, 12 Mart’ı, o dönemlerdeki işkenceleri, gözaltında kayıpları, cezaevinde yaşananları dinlerken de hep şunu gördük: Çok ağır acıların içinde bile ayakta kalabilme cesaretiyle iç içe geçmiş bir ‘direniş neşesi’ vardı. Bugün bizde de aynı damar sürüyor.”
ADEM SÖZÜER: AVRUPA KOMAYA GİRERSE BİZ ÖLÜRÜZ, BELKİ DE ÖLDÜK

Programın ikinci bölümünde İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Adem Sözüer, Almanca kısa bir sunum yaptı.
Adem Sözüer, Türkiye’de geçmişte her askeri darbenin ardından bir geçiş ve normalleşme dönemi yaşandığını, ancak bugün gelinen durumun adının bile konulamadığını vurgulayarak, esas kırılmanın yaklaşık on yıldır süren süreçle ve özellikle 15 Temmuz sonrası kurulan Cumhurbaşkanlığı sistemiyle başladığını ifade etti.
Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik sürecinde ifade özgürlüğünü güvence altına almak için Anayasa dâhil olmak üzere pek çok yasanın değiştirildiğini, eleştirel düşüncenin suç olmaktan çıkarıldığını belirten Sözüer; ancak bugün gelinen noktada yargının “kanunlara değil siyasi iradeye baktığını”, güçler ayrılığının fiilen ortadan kalktığını ve tüm yetkinin tek elde toplandığını söyledi. Recep Tayyip Erdoğan ile kişisel geçmişine de değinerek, reformların yasa düzeyinde yapıldığını fakat uygulamada bilinçli bir şekilde etkisizleştirildiğini vurguladı.
Bu duruma çarpıcı bir örnek olarak gazeteci Fatih Altaylı’nın tutuklanma sürecini anlatan Sözüer, Cumhurbaşkanı başdanışmanı Oktay Saral’ın sosyal medyadaki tehdidinin ardından gözaltı, resmî açıklamalar ve tutuklamanın hızla devreye sokulduğunu, hâkimlerin karar verirken artık kanunlara değil “kimin ne dediğine” baktığını söyledi.
Altaylı’nın fiilen mümkün olmayan bir “fiziki saldırı” suçlamasıyla mahkûm edilmesinin, sorunun yasaların içeriğinden değil, sistemin işleyişinden kaynaklandığını ortaya koyduğunu belirtti. Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının alt mahkemelerce uygulanmadığını vurgulayan Sözüer, bu rejimin adının net biçimde konulmadan hukuksuzluğa çözüm bulunamayacağını ifade ederek konuşmasını tamamladı.
“HAKİMLER KANUNLARA DEĞİL, KİM TWEET ATTI DİYE BAKIYOR”
Sözüer şunları söyledi: “Örneğin Fatih Altaylı Youtube kanalında konuşuyor, Erdoğan’ı eleştiriyordu. Cumhurbaşkanını eleştirirseniz sorun çıkabilir ama mesele şu; nasıl bir sorun çıkar? Fatih Altaylı konuşuyor. Cumhurbaşkanı danışmanı Oktay Saral ‘Senin suyun ısındı’ diye tweet attığı için Altaylı gözaltına alınıyor. Cumhurbaşkanlığı İletişim Müdürlüğü ‘Büyük suç işledi’ diye açıklama yapıyor. Ardından Adalet Bakanı konuşuyor ve ardından Altaylı cezaevine gönderiliyor. Hâkimler karar verirken kanunlara bakmıyor, kim tweet attı diye bakıyorlar. Youtube binlerce insan şu an Altaylı’nın boş sandalyesine bakıyor. Altaylı’ya 4 yıl 2 ay ceza verildi. Aslında serbest bırakılması gerekirdi bırakılmadı ama dediğim gibi sorun kanun değil. Fatih Altaylı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a fiilen yani fiziken saldırıdan yargılandı. Bunu Youtube’tan yapabilir misiniz? Bu mümkün mü? Değil. Ama bu nedenle mahkûm oldu. Dediğim gibi sorun kanunlar değil. Anayasa Mahkemesi, Avrupa İnsanlar Hakları Mahkemesi bir karar veriyor, alt mahkemeler bunu uygulamıyor. Bu sistemin adını koymamız gerekiyor ki çözümü bulalım.”
ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ: SADECE TÜRKİYE’YE DEĞİL, KENDİ EKSİKLİKLERİMİZE DE BAKALIM
Adem Sözüer’den sonra Alman Adalet Bakanlığı Meslek Hukuku Bölüm Başkanı Susanne Münch “Avukatlık Mesleğinin Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi”nde başlıklı bir konuşma yaptı. Münch’ün konuşmasından sonra Prof. Dr. Heiko Ahlbrecht, Türk meslektaşlarına bu bilgilerin Türkiye’de uygulanabilir olup olmadığına dair yorumlarını sordu. Ve tabii ki hayır cevapları verildi.
Dinleyiciler arasında yer alan, Uluslararası Af Örgütü’nde görev yaptığını söyleyen bir katılımcı Münch’e önemli bir soru sordu. Aslında bu soruyu, Diyarbakır ve istanbul barosu avukatlarının sorması daha şık olurdu ama akıllarına gelmedi sanırım.
Uluslararası Af Örgütü çalışanı dedi ki, “Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını uygulamıyor. Ne Osman Kavala, ne Selahattin Demirtaş ne de KHK’lı Yalçınkaya kararı… Hiçbirini bugüne kadar uygulamadı. Biz bu durumda ne yapabiliriz?” Açıkçası bu soruya tatmin edici bir cevap verilmedi.
Uluslararası Af Örgütü’nün Türkiye koordinasyon grubunda çalışan ve Tahir Elçi’nin yakın dostu olan Amke Dietert, programın başında Türkan Elçi’nden önce söz almış ve “Türkiye’deki eksiklikleri tartışıyoruz ama kendi kurumlarımıza da bir bakalım. Örneğin mültecilerin oturumları reddediliyor. Türkiye’de duruşmalar hukuka uygundur deniliyor, Almanya’da birçok idare mahkemesi de böyle düşünüyor. Türkiye’de gazeteciler, avukatlar, barışçıl gösteri düzenleyen herkes terörle mücadele kanunuyla yargılanıyor ve uzun yıllar ceza alıyor. Bugün burada Almanya’daki ilticayı ele almayacağız ama bunlara bakmamız gerekiyor.” demişti.
Dietert, Avrupa kurumlarının eksikliklerini dile getirmesi şaşırtıcıydı. Çünkü ilk yıllarda KHK hukuksuzluklarıyla ilgili raporlar hazırlayan Amnesty, son yıllarda onu da yapmıyor. Umarım çuvaldızını kendilerine batırmayı başarırlar. Hangi konuda olduğu fark etmez, eksikliklerinin farkında olmaları ve dile getirmeleri hem ümit hem de ilham verici.
Gerçek değişim yalnızca başkalarını eleştirmekle değil, önce kendi kör noktalarımızla cesurca yüzleşmekle mümkün; bunu başarabilen her kurum, hangi ülkede olursa olsun hâlâ umut üretmeye devam edebilir.