Yüz yıl önce, yüz yıl sonra

Tartışmalı bir tarihi kişilik olan 2. Abdulhamit, ismini bizzat kendisinin koyduğu Gülhane Askeri Tıp Hastanesi’nin (GATA) isminin Abdulhamit olarak değiştirilmesiyle yeniden gündemde. Tartışmalı tarihi kişiliklerin, milli-manevi değerlerin istismarcı siyaset tarafından sömürülmesinin yeni bir örneği olan bu hamle Abdulhamit gerçekliğini de yeniden tartışma zeminine çekti.

Yaşadığı dönemde seveninden çok muhalifi olan 2. Abdulhamit’in 1950’li yıllardan itibaren Cumhuriyet dönemi baskılarına bir tür tepkisellikle efsaneleştirilmesinin tarihi anlama çabasından ziyade dönemin siyasi ihtiyacından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Murat Belge’nin T24’te kaleme aldığı son iki yazı bu konuda oldukça aydınlatıcı. Adı istibdatla anılan 2. Abdulhamit’in kutsallaştırılmasının sakıncaları ise ortada. Sebebini anlatayım.

Malum olduğu üzere tarih, yazının icadıyla başlatılır. Çünkü yazı, kayıt ve belge demektir. İçinde yaşanılan şartlar geçmişe bakışa etki etse de tarih bir gerçekler alanıdır. Tarihe ve tarihi şahsiyetlere dokunulmazlık ve hatta bir nevi kutsallık atfetmek büyük hatadır. Çünkü, kutsallaştırılan ve hataları görmezden gelinip güzellemelerde bulunulan tarih efsaneleşir, mitleşir. Bir ders alma alanı olmaktan çıkar. Böylece geçmişte yaşanmış hataların defalarca tekrarlanmasının önü açılır. Hele hele kutsanılan istibdât dönemleri ise kendisini yeniden üretmesinin önüne geçilemez. Eleştirilmeyip kutsanan müstebitlerin yeni ve çağdaş müstebitlere münbit birer rol model olması kaçınılmaz hale gelir.

Kör ölür, badem gözlü olur. Ego-santrik bir yaklaşımla dönemin Avrupa güçler dengesine ve Osmanlı Devleti’nin bu dengedeki yerine dair cehaletten beslenerek yüceltilip mitleştirilen bir istibdât devri, benzer devirlere ilham kaynağı olur. İstibdât, eleştirilmek yerine hoşgörülüp kutsandıkça bir fasit daire gibi kendisini üretir durur. Tıpkı şu an Türkiye’de yaşadığımız zulüm döneminde olduğu gibi.

İSTİBDÂTI GÖRMEZDEN GELMEYELİM

Hatasıyla, sevabıyla tarihe mal olmuş 2. Abdulhamit’in muhafazakar çevrelerde efsaneleştirilmesi, kurduğu istibdât düzeninin özenle görmezden gelinmesi kendisini onunla özdeşleştiren yeni müstebitlere alan açmıştır. Sansürcülüğüyle, jurnalciliğiyle, cadı avcılığıyla, keyfiliği ve hukuksuzluğuyla, baskı ve zulmüyle Türkiye’nin bugün yaşamakta olduğu istibdâdın ve mümessili olan müstebidin muhafazakar kitlelerden tepki çekmek şöyle dursun, yüceltilerek alkışlanması bu özdeşleştirmenin bir verimidir.

Muhafazakar modaya uyup kesif bir istibdat dönemini yüceltmektense Mehmet Akif, Said Nursi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Neyzen Tevfik, Tevfik Fikret, Şair Eşref ve benzeri, farklı görüşten o devrin müteffekirlerine kulak vermek dönemin acı gerçekliğini doğru anlamamızda faydalı olur. Devrin münevverlerine kulaklarımızı kapayıp bir istibdat dönemini mitleştirmenin ne tür fecaatlere yol açabileceğini bugün yaşadığımız zulümler altında bile anlayamazsak korkarım ki bir daha  anlayamayız.

Tarihi şahsiyetlere yönelik yaygın kutsama ve efsaneleştirerek dokunulmaz kılma gayretleri, iç karartıcı tarihi gerçeklerin dönemin sorumlularına yakıştırılamamasıyla sonuçlanır. Bosna, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus’un da dahil olduğu on civarında ülkenin/beldenin Osmanlı’dan koparıldığı dönemin padişahı, Avrupa güçler dengesi engel olmasa Yeşilköy’e kadar gelmiş Rus ordusuna karşı çaresiz kalan sanki 2. Abdulhamit değilmiş gibi sürdürülen bir mitleştirmedir bahsettiğimiz. Süleyman Şah Türbesi’nin bir gece gizliden kaçırılmasından bile zafer algısı oluşturulan bir toplumda tarihe dair bu algı çarpıklığına belki de şaşırmamak lazım.

DEVRİN MÜNEVVERLERİNE KULAK VERELİM

2. Abdulhamit’in istibdât rejimine dair dönemin özgürlükçü muhalif münevverleri tarafından kaleme alınan yazıların haddi hesabı yoktur. Burada küçük birer örnek olarak sadece Mehmet Akif’in ve Şair Eşref’in bazı mısra ya da kıtalarını paylaşmakla yetineceğim. Bakalım dönemin birbirine zıt görüşten iki kalemi yaşadıkları devrin müstebidini sizin, bizim bildiğimiz gibi mi biliyormuş?

Mehmet Akif, istibdât rejimine isyanını bazen doğrudan değil, başka ülkelerdeki iyi ya da kötü örnekler ve mukayeseler üzerinden dile getirirdi. Tıpkı “Acem Şahı” şiirinde olduğu gibi:

Zafer-yab olduğun kimdir? Düşün bir kerre, millet mi? 

Adâlet isteyen bir kavmi vurmak gâlibiyyet mi? 

Nasîbin yok mudur bir parça olsun âdemiyyetten?

Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryâda milletten?

Emin ol bunca mazlûmun yüreklerden kopan âhı,

Tepeden indirir, elbette birgün lâ’netu’llâhı!

 

Hasır” isimli şiirinde ise zulümler karşısında dünyaya kahrettiğini ve ölümü arzulayacak hale geldiğini şöyle dile getirir:

Yüzümde âleme nefrin, içimde şevk-i memat;

Gözümde içyüzü dehrin: Yığın yığın zulümât!

 

Meşhur “Âsım” şiirinde de tek muhalif sese tahammülü olmayan mevcut durumu tasvir eder Akif;

Bir muhâlif hava yok, dinlediğin aynı sadâ:

“Zât-ı sâmînize millet de, hükûmet de fedâ.”

 

Zulüm ve baskıya isyanının haddi olmayan Akif, “Süleymaniye Kürsüsünde” olduğu gibi zaman zaman “hazele”, yani alçaklar, dediği zalimlere meydan okur;

Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,

Fikr-i hürriyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!

 

Ülkeye ve millete bedelinin çok ağır olacağını bildiği istibdâdın uzayıp gitmesine tahammülü iyice tükenen Akif, “Vaiz Kürsü’de” şiirinde bir kez daha uyarıda bulunur, ama beyhude;

Münafığın sonu gelmez, söner sefil ocağı…

Bugün tüterse henüz gelmemiş, demek ki çağı!

Nedir ki, verdiği yangınla memleket de biter,

Saçak tutuşmadan evvel basılmamışsa eğer.

Yanında yaş da yanar, çâresiz, yanan kurunun…

Diyor Kitâb-i İlâhî: “O fitneden korunun…

 

Ve nihayet Akif, yaka silktiği istibdâdın yıkıldığını da görür ve o devrin nasıl berbat bir şekilde anılacağını “İstibdât” isimli şiirinde dile getirir;

Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd,

Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd!

 

Maalesef gelen gideni aratır. Özgürlük ve demokrasi vaat ederek iktidara gelenler, benzer bir riyakarlıkla iktidara gelip bugün yaşadıklarımıza yol açanlara benzer şekilde zulümde yeni bir çığır açarlar. İlkeli duruşunu koruyan Akif “Hala mı Boğuşmak?” isimli şiirinde İttihat ve Terraki iktidarının baskılarına ve toplumu yozlaştıran etkisine veryansın eder:

“Hürriyyeti aldık!” dediler, gaybe inandık;

“Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık!”

Cem’iyyette bir fırka dedik, tefrika çıktı;

Sapasağlam iken milletin erkânını yıktı.                    

 

ŞAİR EŞREF’TEN SANSÜR’LÜ ŞİİRLER

Mehmet Akif, bugün 2. Abdulhamit devrini adeta hatadan münezzeh bir devirmiş gibi kutsayan muhafazakarların büyük değer verdiği bir şair. Akif’in bile böylesine isyan ettiği bir dönemi acaba tam bir muhalif heccav olan Şair Eşref nasıl değerlendiriyordu dersiniz? Bana göre Akif’tense Şair Eşref’in o devre dair yazdıkları daha kıymetli. Çünkü, bir dönemin ne kadar adil ve özgürlükçü, ne kadar zalim ve baskıcı olduğunu adil bir şekilde ancak hedefindekilerin ve baskıladıklarının tanıklıkları üzerinden ölçebiliriz.

2. Abdulhamit dönemindeki sansür ve baskılardan illallah eden Şair Eşref, her fırsatta sansürü diline dolar;

Hem sözü, hem fikri nâsın kontrol altındadır.

Kimseler Türkiye’de bu hâle mâni olmuyor.

Eskiden derlerdi ki, gümrük alınmaz lâfdan,

Şimdi sansür yüzde yüz gümrükle kani olmuyor!

 

Cehaletten beslenen farklı fikirlere baskı, zulüm ve sansürün akıl almaz boyutlara ulaşmasından yakınan Eşref, şöyle der bir dörtlüğünde;

Çizerler her eserden bî-muhâbâ birtakım yerler.

Edibim, sanma kim yalnız senin divânı çizmişler.

Geçen gün Encümen’de yok iken Hayret, bütün hey’et,

Arabca bir kelâm zann eyleyib Kur’ân’ı çizmişler!

 

Sansür, karartma ve baskılar arttıkça Şair Eşref, durmaz devam eder;

Bizdeki san’atı taklîd edemez Avrupalı.

Sanma âheng-i umûmîye bu hey’et kapılır;

Milletin ağzı açıldıkça kilit vurmak için

Bâb-ı Âli’de ne san’atlı anahtar yapılır!

                     

Sınır tanımayan sansürün sadece mevcut halinden değil, varacağı muhtemel yerden de endişelidir Eşref;

Ey pâdişah-ı âlem, düşman mısın zekâya?

Erbâb-ı iktidârı gördün mü saldırırsın.

Asrında kaldı millet üstâdsız, kitabsız,

Havf eylerim yakında Kur’ân’ı kaldırırsın!

                     

Korku ve paranoya üzerine inşa edilen istibdât rejimleri ya da tek adam düzenleri gücünü de yaydığı korkudan alır ve korkuyla beslenir, korkuyla güçlenir. Şair Eşref, hicviyle bu durumu da resmeder;

Korkuyor asrında millet âh çekmekten bile,

Her ne yaptınsa yapıp dünyâyı ettirdin sükût.

Bûmlar ötsün sarây-ı şevketinde an-karib,

Pâdişâhım perde-dâr olsun kapında ankebût!

                     

Bugün de olduğu gibi sanki İslam adınaymış, Şeriat namınaymış, ümmetin iyiliği içinmiş gibi icra edilen baskı ve zulmün haddi hesabı yoktur. Eşref’in elbette bu olanlara diyeceği vardır;

Menbâ-ı zehr-i denâet mi dimâğın, yoksa

O mukassî yüreğin şeytana hizmetçi midir?

Müslüman kisvesi altında o kalpaklı nefer,

Yıktığın hânelerin üstüne nöbetçi midir?

 

İstibdât bir süre sonra sistemleşir ve emrine amade memurlarıyla halkın acılarına duyarsız hale gelir. Şair ise her zaman olduğu gibi duyarlıdır;

Her biri hâlince icrâ-yı mezâlim etmede,

Görse bir me’mûru insan bir şakî zann eyliyor.

Eyleme bîhûde ey bîçâre feryâd ü figan,

Âh-ı mazlûmu hükûmet mûsikî zann eyliyor!

 

Baskı arttıkça Eşref’in tepkisi de artar;

Bilenlerle değildir pâdişâhım bilmeyenler bir,

Tarîk-i i’tisâfı yolcular reh-zenden öğrensin.

Ma’at-ta’zim gelsin şimdi diz çöksün huzûrunda,

Usûl-i zulm ü gadrı Engizisyon senden öğrensin!

 

Zulüm ve baskı toplumları bozar, yozlaştırır. Baskıcı rejimin zulmüne maruz kalmak istemeyen karakterce zayıflar rejimle cedelleşmektense işbirliğine yönelir, dostlarını bile satar;

Kalmadı eski selâbetten, metânetten eser,

Hüsn-i ahlâkı bozuldu ümmet-i merhûmenin.

Pâdişâhım verme beyhûde hafiyye aylığı,

Hasbeten lillâh millet hep hafiyyendir senin!

 

Baskıcı rejime boyun eğmeyip, sesini kısmayan Şair Eşref, vicdanen müsterihtir;

Mümkün oldukça çalıştım mihneti zevk etmeğe,

Ömrümü demle geçirdim, gamla meşgûl olmadım.

Haps ü tazyîkın dahi envâ’ını gördümse de,

Hamdü-lillâh kendi vicdânımda mes’ul olmadım!

 

Zulüm karşısında duruşunu değiştirmeyeceğini ilan etmekten de geri durmaz Şair;

Mekteb-i gâmda Hüseyin-i Kerbelâ’dan feyz alıb,

Bin felâket dersini birden bitirmişlerdeniz.

Etmeyiz öyle olur olmaz belâdan ictinâb,

Biz makam-ı Yusuf’u görmüş geçirmişlerdeniz!

 

Dindar bir kişi değildir Şair Eşref. Ama zulüm ve baskılar karşısında adil-i mutlak olan Allah’a olan teveccühünü ve ümidini hep korur;

Her taraftan kat’ı ümmîd eyliyen bir âdemin

Hasbihâli arşa doğru nâle-i cângâh olur.

Müddeîsi pâdişâh olsa eğer bir kimsenin,

Hâkimi rûz-ı cezâda Hazret-i Allah olur!

                     

“Dindardır, zulüm yapmazlar” diyerek hüsn-ü zan beslenen bir iktidarın birkaç yıl içerisinde tüm dini, milli ve tarihi değerleri istismar etmek suretiyle nasıl despotlaşarak, yarım yamalak da olsa demokratik bir hukuk devleti olarak devraldıkları rejimi tam bir zulüm sistemi haline getirdiklerini gördük. Bu acı tecrübeyle, günümüzün müstebidlerinin mitleştirerek kendilerini özdeşleştirdikleri tarihi şahsiyetlere ve sebep oldukları zulümlere dönüp yeniden bakmakta sizce de fayda yok mu?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin