Yitik günün zafer duruşu  

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ

Bedir’den sonra Uhud’da da aynı hezimetin yükü altında ezilmeye başlamışlardı ki yalandan bir zafer kurguladılar!

İçteki unsurları da kullanarak öylesine köpürttüler ki geçici de olsa bir üstünlük görüntüsüne ulaştılar.

Ancak, bu üstünlük havasını cephede devam ettiremeyeceklerinden eminlerdi ve iş kıvamında iken Uhud’dan ayrılmayı tercih ettiler.

Tabii, işin bir de “hava” boyutu vardı ve göstere göstere bunu da yaptılar! Zafer kazanmışçasına yaklaştı ve Bedir’in rövanşını aldıklarını söylediler. Üstelik, bir de davetleri vardı; özetle:

“Madem iş, berabere bitti; gelecek yıl Bedir’de buluşup kozlarımızı paylaşalım!” diyorlardı.

İşin garip yanı, böylesine havalı bir görüntü arz etmelerine rağmen arkalarına bile bakmadan Mekke’nin yolunu tuttular.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbıyla yola çıktı ve Hamrâü’l-Esed’e kadar gitti. Üstelik, burada üç gün bekledi. Zira o günün teamüllerine göre zaferi kazanan taraf, savaş meydanında üç gün beklerdi ve bu üç gün zarfında karşı taraf yeniden gelip savaşma cesareti gösteremezse zaferini ilan ederdi.

Bu zaviyeden bakıldığında Uhud, mutlak bir zaferdi!

Zaman, su gibi akıp gidiverdi ve teklif ettikleri Bedir mevsimi kapıya dayandı.

Ortada, havasını attıkları, meydan okuyarak düelloya çağırdıkları bir cephe vardı ama Mekke’de başka bir durum daha vardı; kasıp kavuran bir kıtlıkla boğuşuyorlardı!

Açlığın acısı yürek yakıyor, çoluk çocuğun feryadı gökleri inletiyordu! O kadar ki yiyecek bulamayan hayvanlar telef olmaya başlamıştı!

Ebû Süfyân’ın gözü-kulağı Medîne’deydi.

Endişe ettiği gibi beklediği de oldu ve günün birinde Nuaym İbn-i Mes’ûd, İkinci Bedir için Medîne’nin sefer hazırlığı yaptığının haberini getiriverdi!

Evet, bunu kendisi teklif etmişti etmesine ama o, bir yıl önceydi. Hem, mağlubiyet gömleğini giymemek için o gün öyle denilmesi, üst perdeden konuşulması ve cesaretsizliğini zafer gömleğiyle perdelemesi gerekiyordu.

Şimdi ise gün değişmiş, devran dönmüş, köprünün altından ne sular akmıştı.

Görünen köy kılavuz istemezdi ve gidişatı gören Ebû Süfyân, bu durumda yapılacak bir savaşın sonucunu şimdiden görüyordu.

Bunu kaldıramazdı.

Hamaset naralarıyla Uhud’u perdelemiş olsa da yeni bir Bedir macerasını hiçbir yamacı kapatamaz, zafer diye yutturamazdı!

Öyleyse, İkinci Bedir olmamalıydı.

Ancak, “Korktu ve gelmedi!” denilmesini de istemiyordu.

Bunun tek bir yolu vardı; ne yapıp etmeli ve Medîne’yi bu sevdadan vazgeçirmeliydi!

Böylelikle, acziyetin faturasını da Medîne’ye kesecek, vaziyeti kurtaracaklardı.

Nuaym İbn-i Mes’ûd ile masaya oturdu ve bir anlaşmaya vardılar; gidecek ve Medîne’yi bu sevdadan vazgeçirecekti. Üstelik, beyanlarını sorgusuz tekrarlayacak nakaratçı takımını da harekete geçirecek, beyanlarının münferit olmadığını gösterecek ve böylelikle, aklı olan herkesin aynı fikirde birleştiği kanaatini uyandıracaktı.

Hem, bu işin üstesinden gelir, yalanına Medîne’yi kandırabilirse, üstüne yirmi deve de ücret alacaktı.

Kureyş’in kudretli hatibi Süheyl İbn-i Amr da buna kefildi!

Ne yapsınlar, o günün imkanları bu kadardı; günümüzün ağzı süt kokan paytak badili insanları gibi hazır kıta orduları olsaydı, kim bilir ne atışlar yaptırır, gün ortasında güneşi, karadelik diye yuttururlardı!

Planladıkları gibi Medîne’ye geldi, Nuaym; gördüğü, karşılaştığı herkese, “Ebû Süfyân, karşı konulamayacak bir kuvvet hazırladı!” demeye başladı.

İçi boş bir yalanla, koskoca bir şehrin algısını değiştireceğine inanıyor ve yirmi deveye tamah ettiği dünyalık için katmerli yalanını, dünyanın en yalın hakikatiymiş gibi pazarlıyordu!

Ama nafile; ne Uhud’daki şehidlerden bahisler açması ne de o gün alınan yaraları hatırlatıp hazin manzarayı önlerine koyması, sonucu değiştirmiyordu.

Metanetiyle ortada duran ve “Söz verdik; Bedir’e gideceğiz!” diyen Ashâb’ın bu tavrı, onu çileden çıkaracak gibi oluyordu:

“Ne isabetsiz bir görüş! Ne yanlış bir karar! Beni dinleyin ve evlerinizde oturun; şayet Bedir’e giderseniz, kaçanlarınızdan başkası kurtulamaz!” dese de sözünün karşılık bulmadığını görmek onu kahrediyordu.

Bu badireyi, ancak içerideki unsurların, uykuda görünümü veren aktif hücrelerin yardımıyla aşabilirdi ve o da nifak yuvalarının kapısını aşındırmaya başladı!

Belirlenen yeni slogan, “Bu ordunun elinden Muhammed kurtulamaz!” şeklindeydi.

Tabii olarak bu, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) kulağına kadar geldi; ashâbını topladı ve onlara şunları söyledi:

“Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin olsun ki kimse gelmese bile Ben, tek başıma yola çıkacak ve sözleşme yerine gideceğim!”

Lider, ortalığın kazan gibi kaynadığı bu demlerde belli olurdu ve bu Nebevî duruş, yalanın tesir alanına girenleri de kendine getirdi; bundan böyle Medîne, Bedir’e kilitliydi!

Beri tarafta, yalanın kuş tüyü yastığında hayal gören Mekke, Medîne’nin işinin bittiğine inanıyor ve bir daha cesaret gösterip karşılarına çıkamayacaklarını konuşup duruyorlardı!

Neden mi?

Tek kanaldan besleniyorlardı; zaten, düşünme lüksleri yoktu ve onlara göre “reis” ne diyorsa, sorgu-sualsiz mutlak doğru o idi.

Medîne’yi yolundan çevirememiş olmanın acziyle yola çıksalar da başka çare kalmamıştı; realiteyi kabul edecek ve geri döneceklerdi. Nasıl olsa, önlerine konan her argümanı hazmeden bir teb’aları vardı; bu dönüşün faturasını, kıtlık ve yaşanan sıkıntılara bağlayacak, foyalarının çıkmasına yine meydan vermemiş olacaklardı!

Bedir panayırına ticaret için gelen Mahşî İbn-i Amr, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbını karşısında görünce çok şaşırmış ve bu şaşkınlıkla şunları söylemişti:

“Sen bu kuyuların başına, Kureyş ile karşılaşmak için mi geldin, yâ Muhammed? Halbuki, bize anlatılanlara göre hepiniz öldürülmüş ve işiniz de bitmişti! Ancak, görüyorum ki panayırın büyük çoğunluğu sizlerden oluşuyor!”

İnsan işte!

Bir hakikatin bin yalanı kül edeceğini bile bile buna tevessül ediyor ve hezimetine zafer süsü vererek, yitik gününü kurtarabilmek için kaç türlü kılığa girebiliyor!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin