Yeni Türkiye’nin ötekisi Batı

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Avrasyacılığa konjonktürel yaklaşarak, onu günlük siyaset çerçevesinde anlamaya ve analiz etmeye çalışıyoruz. Bu Avrasyacılık stratejisinin yanlış anlaşılmasına ve salt reaksiyoner (tepkisel) bir strateji olarak algılanmasına neden oluyor. Türkiye siyasetinde bugün başat dış ve güvenlik politikaları belirleyicisi olan bu stratejinin sadece üçüncü ülkelerin aldıkları pozisyonlara ve bu pozisyonların sonuçlarına endekslemek ve Ankara’nın bir savunma refleksi olarak Avrasyacılık stratejisine yöneldiğini varsaymak bizi yanlış sonuçlara götürebilir. Dahası, Avrasyacılık stratejisini yalnızca TSK ve devlet bürokrasisindeki Avrasyacı Ergenekoncu ekiple bağlantılı olarak, yanı 15 Temmuz sonrasındaki iç siyaset iklimi çerçevesinde okumak da doğru olmaz. Çünkü her ne kadar her türlü stratejik yönelim o yönelime karar veren veya ona etkide bulunan karar alıcı elitlerle ilintili olsa da, ülkelerin içinde bulundukları bölgesel ve küresel koşullar, yeni politika değerlendirmelerinde bulunma zorunluluğunu beraberinde getirebilir. Bu yazıda Avrasyacılık stratejisine bu bakımlardan yaklaşmaya ve yeni bir okuma girişiminde bulunmaya çalışacağım.

Türkiye, Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1989-1991 yılları arasındaki jeopolitik kaymayla beraber, klasik Batı yönelimli politikalarını sorgulamaya başladı aslında. Çünkü 1945-1989 yılları arasında hâkim olan paradigmada, güvenlik merkezli yaklaşım Ankara’ya Batılı bir aidiyet ve kimlik garantiliyordu. Daha başka türlü formüle edersek, Türkiye NATO’nun güneydoğu kanadında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile olan ortak sınırı ve o sınırın – ve dolayısıyla güneydoğu Avrupa ve doğu Akdeniz’in – güvenliği ile aynı bağlamda değerli bir işlevi yerine getiriyordu. Türkiye’nin Batı kulübü için önemi ve değeri tartışmasızdı. Ankara’nın kronik hastalığı olan insan hakları sorunları ve demokratikleşmede yaşadığı sorunlar, bu çerçevede görmezden geliniyor, stratejik önemi nedeniyle bazı yapısal sorunlarının üzerine gidilmiyordu.

1991 öncesinde her ne kadar AET/AT/AB (bundan böyle AB olarak yazılacak) bütünleşmesinde tam üyelik elde edemese de, AB ile özel bir tür ilişki kurmuş olan Ankara, durumundan memnun görünüyordu. Batı’nın askeri ve ekonomik bütünleşmesinde kurumsal yer alıyor, karar alma mekanizmalarında temsil ediliyordu. NATO üyeliği sayesinde askeriyesini modernize ediyor, en donanımlı ve sofistike teknolojileri edinebiliyor, personelini yüksek standartlarda eğitebiliyordu. Ekonomik bakımdan Batılı aktörlerin ve kurumların desteğini rahatlıkla buluyor, efektif işlemeyen ekonomisine karşın Batılı piyasalara (özellikle AB piyasasına) rahat giriş yaparak ciddi avantajlar sağlıyordu.

1991’den sonra bu durum değişmeye başladı. Her şeyden önce, Soğuk Savaş süresinde görmezden gelinen insan hakları ve demokrasi karnesi, Ankara’nın ikili ve çoklu ilişkilerine damga vurmaya başladı. Bunda uluslararası ilişkilerde iç işlerine karışmama doktrininin giderek geçerliliğini kaybetmesi ve insan hakları konusunun devletlerin iç meselesi olarak kabul edilmesi yaklaşımının terk edilmesi önemli bir rol oynadı. Artık Türkiye’nin demokratikleşme ve insan hakları – özellikle de azınlık hakları – üzerinden doğrudan eleştirildiği bir dönem başlamıştı. Elbette doğu bloğunun yıkılması, SSCB’nin son bulması, doğu Avrupalı devletlerin piyasa ekonomisine ve liberal demokrasiye geçiş kararıyla birlikte, AB projesinin ekonomik alan dışına taşarak politik bütünleşmeye girişmesi, bu sürece katkıda bulundu. Eski komünist devletler AB projesi dâhilinde demokratikleşiyor ve sistem dönüşümü gerçekleştiriyorlardı. O halde Ankara’dan da aynı beklentide bulunmak gerekmez miydi? Avrupa ve genel olarak Batı’da hava bu yöndeydi.

Sevr sendromu

Oysa Ankara’daki siyasi elitler, Sevr sendromu ve kemikleşmiş devlet doktrini nedeniyle bu sürece uyum sağlamakta zorlandılar. Avrupa’nın beklentilerini, Türkiye’nin istikrarını bozucu bir etki olarak okudular. Özellikle de Kürt sorununa siyasi çözüm bulma konusundaki AB beklentilerini, AB’yi Türkiye’nin üniter yapısına kast etmekle suçlayarak yanıt verdiler. İçe kapandılar ve Kopenhag ölçütlerinden öcü gibi kaçmaya giriştiler. AB “Müslüman mahallesinde salyangoz satmakta”, Türkiye’nin “özel koşullarını” anlamamaktaydı. Ankara’da hâkim algı buydu!

NATO’lu ve AB’li ülkelerdeki zihniyetle Ankara’daki devletlû kesim arasındaki zihniyet birbiriyle uyuşmuyordu. Bu atmosferde AB’deki Hristiyan Demokratlar ve diğer Türkiye’ye şüpheyle yaklaşan kesimler, AB ile Türklerin değerlerinin birbirine uyuşmadığı tezini dillendirmeye başladılar. Bu tezin en önemli savunucusu dönemin Almanya şansölyesi Helmut Kohl’dü. Onun yanından Fransa ve bazı diğer kilit ülkeler de giderek bu görüşü benimsediler. Doğrusu Ankara’nın demokratikleşme ve insan hakları konularındaki ayak sürter tavrı, kültürel temelli iddiaları güçlendiriyor, hatta coğrafi aidiyetle alakalı AB tezlerini de kuvvetlendiriyordu.

Bu ortamda AB hızla demokratikleşen ve ekonomi oyununu piyasa kurallarına göre oynamaya başlayan doğu Avrupalı eski komünist ülkelere tam üyelik perspektifi veriyordu. Aynı AB, Türkiye söz konusu olunca, tam üyelikle ilgili söz vermekten kaçınıyordu. Bu hava içinde 1998 Lüksemburg zirvesine gelindi. AB, yukarıda bahsettiğim tutumu bu kez kâğıda dökerek, Türkiye’yi ileride üye olacak aday ülkeler arasında saymadı. Bu durum Ankara’da bir depreme neden oldu. Zaten 1991-1998 yılları arasında Ankara “Türk dünyası” ile bütünleşme sevdasına düşmüş, hiçbir fizibilite ve altyapı çalışmasında bulunmadan, saçma sapan zirvelerde zırvalayarak, “Türk cumhuriyetleri” denen SSCB ardılı ülkelerle ortak para, ortak Pazar vs. hayalleri kurmaya başlamıştı. Türkiye AB’ye mesaj veriyor, “alternatifimiz var” diyordu. Ama esasında alternatif falan yoktu. Türkî devletlerde Rusya başat aktördü. Her ne kadar bocalama döneminde de olsa, Rusya’nın SSCB’den ve daha önceki Çarlık etkisinden kalan kültürel, ekonomik, askeri ve stratejik gücü, Kafkasya ve Orta Asya’da çok belirgindi. Putin sonrası konsolide olan Rusya, Avrasyacılık doktrini sayesinde bu bölgelerde giderek daha belirleyici oldu. Oyun kurucu oldu ve oyunu kabul etmeyen Gürcistan ve Ukrayna gibi “yakın komşuluk” çerçevesinde arka bahçesi olarak gördüğü ülkeleri hizaya soktu. Sonra Suriye kriziyle beraber tarihlerinde ilk defa Akdenizli bir güç oldular. Rusya artık bildiğimiz Rusya değildi.

Rusya, tarihi boyunca ana stratejisini sıcak denizlere inmek olarak belirlemişti. Bu stratejinin en önemli nedeni, Rusya’nın özünde bir kara gücü olmasıydı. Rusya deniz güçlerinin (eskiden İngiltere’ydi, sonradan 1954’in ardından ABD oldu) etkisini dengelemek ve dünya egemenliği için mümkün olduğunca deniz güçlerini – mesela Türkiye’yi – Atlantikçi kanattan kopartmak stratejisini, Avrasyacılık doktrininin temeline oturttu. Fakat Türkiye NATO üyesiydi. Rusya’nın bu stratejisi Pentagon dâhil tüm NATO içinde çok ciddiye alınmadı. NATO Türkiye’de belli bir NATO karşıtı ve Rusya yanlısı subay potansiyeli olduğunu biliyordu. Ama bunları marjinal olarak değerlendiriyordu. Hâlbuki AB sürecinde gerçekleşen demokratikleşme esnasında gücünü kaybeden birçok mülayim TSK subayı da Batı etkisinden alerji kapmaya başlamıştı.

İslamcı birileri tüm cihatçı manyakları “bizim çocuklar” olarak gördü

TSK’da artık Batıya ve NATO’ya ihtiyaç olmadığı, hatta NATO’nun ve ABD’nin Türkiye’nin çıkarlarını dikkate almadığı, dahası Kürtlerin bağımsızlığını alttan destekledikleri yönünde bir algı ortaya çıktı ve giderek yaygınlaştı. Tezkere krizini müteakip çuval krizi sonrasında bu kopuş için iyi bir duygusal-nasyonalist malzeme üretildi. AKP iktidarının İslamcı formatı da toplumda bir tür “Batılıların uzaylılaştırılması” sonucunu beraberinde getirdi. Buna göre Türkler zaten Batılı değildi! Biz Osmanlıydık. Batıya karşı durmuş, ona karşı olmak üzerine kimlik inşa etmiştik. Bu İslamcı tarih okuyuşu, 1945-1991 arasındaki işbirliği ve müttefiklik dönemini toplumsal hafızalardan çıkardı. Bunun yerine, bizim altımızı oyan, bize tuzaklar kuran, bizi bölmeye ve parçalamaya gayret eden bir Batı imajı, hem Türk muhafazakârlarına hem de solcularına yerleştirildi. Sağ ve sol, Batı karşıtlığında birleşti. Bunun bir adım sonrası toplumun AB’den kopuşa “bana ne!” tutumuna geçişi, NATO’dan uzaklaşmaya meşruiyet dayanağı ise özellikle “Irak’taki Kürt oluşumunu başımıza dert eden ABD ve İngiltere” algısı oldu. Çekiç Güç’e dâhil olan Türkiye konusu sadece uzmanların masa üstü bilgisi olarak kaldı. Dahası, Suriye kriziyle beraber, ABD IŞİD’e karşı Ankara’yı yanına çekemedi, çünkü İslamcı birileri tüm cihatçı manyakları “bizim çocuklar” olarak görmekteydiler. Bu stratejik derinlik sarhoşluğu esnasında Washington Suriye Kürtlerinde güvenilir bir müttefik buldu. Üstelik Türkiye’nin son yıllardaki profilinin aksine, bu müttefik seküler ve pro-Amerikandı.

Ankara’daki Batı karşıtı santrifüj etkisi böylece artarak devam etti. Özellikle AB demokratikleşme reformları döneminde tasfiye edilen vesayet sistemi ve bu sistemden vazgeçmek istemeyen Ergenekon’cu, Balyoz’cu, Sarıkız’cı, vs. odaklar, Batıdan kopup artık daha “reel politik” müttefiklere yönelme eğilimine girdiler. 28 Şubat’tan beri hâkim görüşlerden biri olan “Batı’nın altımızı oyduğu” görüşü, bu cuntalarca ciddi şekilde benimsenmişti. Ankara’ya silah ve teknoloji aktarımında devamlı sorun çıkartan NATO yerine Rusya ve Çin, hatta İran, çok daha mantıklı stratejik ortaklar olarak lanse ediliyordu. Türk komünistleri arasındaki ABD karşıtlığı sol nasyonalistlere, İslamcılardaki Batı düşmanlığı da sağ nasyonalistlere ciddi bir meşruiyet zemini oluşturuyordu. Böylece sol ve sağ nasyonalistler birleşti. Üstüne üstlük, ABD menşeli genişletilmiş Ortadoğu projesi (BOP) ve ılımlı İslam gibi esasında bizde fazla abartılmış olan yaklaşımlar, bu meşruiyet zeminlerinde meze olarak topluma servis edildi. Oh, artık her şey yolundaydı. Batı’nın ötekileştirilmesi (esas genetik kodlarımızı!) yeniden aktif hale gelmiş, toplum yaşanan yörünge değişikliğine hiçbir tepki vermemeye başlamıştı.

Rusya’nın başını çektiği Avrasyacı kamp, Türkiye’yi açık kollarla, sarılmaya hazır bir ahtapot gibi bekliyordu. Nükleer enerji santrali ihaleleri, Mavi Akım, Türk Akımı, S-400’ler, daha önce Çin’den alınması düşünülen balistik füze teknolojisi gibi adımlar, bu bağlamda dikkate alınması gereken politika değişikliği göstergeleri. Dahası 15 Temmuz esnasında Moskova istihbaratının bu operasyondaki rolü, sonrasında Cemaat’in ABD ajanı gibi lanse edilmesi, yine ciddi önemde göstergeler arasında. 15 Temmuz sonrasında tutuklanan TSK personelinin NATO ile çalışmaya devam etme yanlısı subaylar olduğu bir sır değil. Zaten Perinçek gibi Ergenekon sözcüleri, bu konuda hiç de şifreli olmayan, gayet açık beyanlarda bulundular.

Avrasyacılık stratejisi a- düşmanları etkisiz hale getirme ve b- yeni fırsatlar oluşturma bakımından Türkiye’nin savunma ve güvenlik politikalarını, sonuç olarak da dış politika yönelimini dönüştüren bir vaka. Yeni Türkiye’nin ötekisi Batı!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin