Yeni “paralel yapı”

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

İstanbul ve Ankara gibi metropollerde merkezi devletin yerine getirmediği sosyal destek ve sağlık hizmetlerini belediyeler yerine getirmeye başlayınca Ankara’daki İslamofaşist yönetim yine “paralel devlet” terimini gündeme getirdi. Biliyorsunuz bu terim daha önce Gülen Cemaati için kullanılıyordu. 17 Aralık 2013’te suçüstü yapılan aç İslamcılar, kendilerini kurtarmak için derinlerle anlaşarak bu yapılan yolsuzluk operasyonunun devlete sızan “paralel bir yapı” tarafından gerçekleştirildiğini ileri sürdü. Onlara göre bu merkezi devlet otoritesini ortadan kaldırmaya yönelik bir sivil darbe girişimiydi. Böylece siyasi literatürümüze “paralel devlet” kavramı girmiş oldu. İslamofaşistlerin ebeliğini yaptığı bu kavram o gün bu gündür çok tuttu. Bugün aynı kavramı CHP’nin yerel yönetimleri için kullanıyorlar. 17 Aralık’ta Cemaat’i bitirme şehvetiyle paralel devlet kavramına balıklama atlayan “aslan sosyal demokratlar”, şimdi yakınıyor. Bu yazıda biraz bu paralel devlet terimini açalım, ne dersiniz?

Esasında paralel devlet yaklaşımı, temelleri siyasi kültürümüzde olan merkezi devlet geleneğine dek geri götürülebilir. Türk devlet geleneği merkezi devlet ve devlet otoritesi olgularına dayanır. Bunun tersi, ademi merkeziyetçi devlettir. Ademi merkeziyetçi devletlerde devletin yetkileri merkez ve yerel arasında paylaştırılır. Merkez her ne kadar ana siyasi yönelimi belirlese de, yerel birimler kendilerinin yetkili olduğu alanlarda kararlar alır. Bu durum merkez ve yerel birimler arasında bir tür güç dengesi oluşturur. Merkezi devlet modelinde ise merkez en ufak birimlere kadar tüm dizginleri elinde tutar. Bu durum yerelin politika karar alma süreçlerindeki etkisini sıfırlar. Merkeze ise olağanüstü güçler ve yetkiler verir. Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıcında kısmen yerel unsurlara belli bir serbesti sağlanmış da olsa, zamanla bu azaldı. 18. yüzyıldan itibaren imparatorluk yıkılana dek yerel unsurların yetkileri giderek azaldı, merkezi devlet otoritesi arttırıldı. Bazılarına göre bu Osmanlı’nın çözülme sürecini engellemeye yönelik bir önlemdi. Ama bu önlemin etkisi imparatorluğun toprak bütünlüğünü sağlamaya yaramadığı gibi, devletin tek merkezden idare edilmesi, ister istemez merkezin yerel sorunların çözümlenmesinde daha da başarısız olması sonucunu doğurdu. Böylece yerel düzeydeki memnuniyetsizlikler katlanarak arttı. Örneğin Balkanlar’da ademi merkeziyetçi ve federalist yönetsel özelliklerin arttırılması halinde bazı bölgelerin Osmanlı’nın koruyucu kalkanını bir süre daha tercih etmeleri beklenebilirdi. Bu olmadı. Merkez gücü elinde topladığı oranda esneklik azaldı ve daha kırılgan bir yapı oluştu. 

1920’lerde Sevr Sendromu ile karşılaşan Osmanlı elitleri, özellikle askeri elitler, 1923’te cumhuriyet kurulurken çok daha merkeziyetçi bir devlet teşkilatlanmasını tercih etti. Bu örgütlenmenin esasları bellidir. Özünde merkezin yereli kontrolü esastır. Bunun başarılabilmesi için yerel kimliklerin ve aidiyetlerin merkezi yönetime gelen elitlerde tamamen eritilmiş olması gerekiyordu. Özellikle Kürtler, Aleviler, solcular, İslamcılar, Turancılar uzunca bir süre – dönemsel farklılıkları görmezden gelirsek – devlet kadrolarında barındırılmadılar. Ancak mesela etnik ve kültürel olarak Homo Respublicus (cumhuriyetin ideal insan modeli) haline dönüşenler, mülki ve askeri kadrolara seçilmeyi başardı. Devletin “sızmalara karşı” refleksleri bu dönemde bilendi ve keskinleşti. Kürtler böylece “Kürt kökenli” oldular – o da Kürt meselesinin görece rasyonelleşmeye başladığı 2000’lerle beraber! Kökenli olmak, ne olduğunuzu değil nereden geldiğinizi betimler. Kürt kökenliler artık “Kürtlükle bağları neredeyse kalmamış, iyi asimile olmuş” Kürtlerdi. Aleviler de öyle. Alevilerin en iyisi seküler olanlarıydı. Alevi mistisizmine ve dinsel ananelere bağlı olanlar genelde büyükanne ve büyükbaba nesillerdi. Yeni jenerasyon Atatürkçü veya Marksiyan sol arasında tercih yapıyordu. Genelde genç yaşlarda daha solcu, ilerleyen yaşlarda Atatürk’ün ilerici Milli Demokratik Devrim lideri olduğuna inanan, yaşlanınca artık kemik Kemalist olan Aleviler, böylece devlette hak ettikleri yeri alabiliyorlardı. 

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Türk devleti böylece “sızmalara karşı” donanımlı bir merkeziyetçi devletti. Üniter devletin federal devlete tercih edilmesi, merkezi gücü koruma endişesidir. Hâkim Türk-Sünni-Seküler elitler (Homo Respublicus) böylece kontrolü ellerinde tutacaklardı. Devlette çift başlılık olmaz düsturu, bu paralel devlet diskurunun ana mantığıdır. 

Bu devletin en oturmuş ve sabit (istikrarlı) merkezi orduydu. Sonrasında sivil bürokrasi geliyordu. İkincisi biraz daha gevşektir. Devletin en hassas olduğu birim ordu olmuştur hep. Çünkü sonuçta işler kontrolden çıkarsa ordu devleti eski olağan yörüngesine oturtmakla görevliydi. Yazılı olmasına gerek olmayan, hatta anayasadan üstün, bir nevi yazılı olmayan anayasadır bu! Devletin bir sabite oluşu, dönüştürülmemesi gerektiği adeta bir varoluşsal gereklilik olarak lanse edildi. Devlete eğer daha başka profillerde “adam alınırsa” (memur alınırsa veya siyasal seçilmişler olarak göreve gelirlerse) devletin “şirazesi şaşardı”. Bu tektipleştirici devlet, ışığa gelen güveler gibi, devletin devamlı farklı ideolojilerden olan grupların akınına uğramasına neden oldu. Sakınan göze adeta hep çöp battı. Kendi politik kültürünü zenginlik dağıtarak ve kapsayıcı olarak yayamayan Türkiye Cumhuriyeti, bunu endoktrinizasyonla yapmaya kalktı ve daha da antipatik hale geldi. Böylece her grup devlete girebilmek için “Homo Respublicus” davranış modunda hareket ederek strateji yaptı. Örneğin “dincilerin orduya girmemesi” kaidesini aşabilmek için, takıyyeden rakı ve bira içen subay profili ortaya çıktı. Devlete girmek birçok grubun var oluşunu garanti etmenin yolu olarak görüldü. Çünkü birçok farklı dünya görüşünden olan grup devleti kendi varlıkları açısından bir tehdit olarak algılıyordu. Bunun nedeni devletin dışlayıcı ve ötekileştirici tutumuydu. Bu gayretler (devlet memurluğuna girme çabası vs.) devletin kemik kadrosunca hep “devlete sızmaya çalışan” tehditler olarak kategorize edildi. Oysa her Türkiye vatandaşının gerekli nesnel koşulları yerine getirdiği sürece kamu görevine veya hizmetine girme hakkı anayasal bir haktı. Fakat bu kimin umurundaydı ki? Yukarıda, yazılı olmayan anayasadan bahsettim, ki bu şekli olan anayasadan çok daha geçerliydi. 

Bugün, devletin bir zamanlar “öteki” olarak addettiği İslamcıların bir bölümü, rejimin yönetimindedir. Tıpkı “Kürt kökenlilerin” dönüşümü ve asimilasyonu gibi, onları da bu devlet “adam etti”. Yani kendilerine benzetti. Artık sistemin dönüşümünü talep ediyorlar mı? Bilakis! Sistemi derin devletle beraber koruyorlar. Esasında hepsinin korumakta mutabık olduğu şey, kendi çıkarlarıdır! Fakat aman bunu kimseye söylemeyin ha! Birçokları onları vatanperver sanıyor. 

Şimdi CHP’li belediyeler de paralel devlet olmakla suçlanıyor. Neden? Çünkü merkezi devlete karşı onun güçsüzlüğünü vurguluyorlar. Salgında halka yardımcı ve yararlı olarak, iş yapmayan merkezi devletin foyasını meydana çıkartıyorlar. Bu bir “otorite zafiyetine” neden oluyor. Tıpkı 17 Aralık’ta net pozisyon alan ve “Alice’in tavşan deliği gittiği yere kadar neresiyse ortaya çıksın!” diyen Gülen Cemaati veya liberaller gibi, bugün de CHP’li belediyeler paralel devlet olarak sistemce ham yapılmak üzere! Pandoranın kutusunu bir defa açtılar nasıl olsa. Ve bu, Yenikapı Mutabakatı ile 15 Temmuz ertesinde tescillendi. “Rejimi beraber inşa ettik! Şimdi oyunbozanlık etmeyin!” diyor Reis!

Bundan kurtuluş olursa eğer bir gün, ve çıkabilirse ülke aydınlığa, ya da ne bileyim en azından tünelin ucundaki ışık görünürse eğer; o zaman savunulması gereken şey demokrasiden de önce mutlaka ademi merkeziyetçi bir devlet olmalı! Gerekirse federal bir merkez ve birkaç bölgesel birim arasında bir güç dengesi! Bunun gerekli olduğu ortadadır! Bunun dışında, meritokratik (formasyon ve yeteneğe göre kamu hizmetine alım yapan) bir devlet olmalıdır. Herkese ait olan, kimseyi dışlamayan bir devlet olmalıdır. Bu devlete o zaman kimse “sızamaz”! Çünkü herkesin devleti herkesindir. Her vatandaş devlette ve kamuda görev alır, anayasayı ve onun sağladığı özgürlükleri ve düzeni savunmayı vatanperverlik addeder. Olması gereken budur. 

Umarım bugün yaşananlardan başta CHP ve diğer “muhalefetimsi” partiler (olmaz ama!) gereken dersi alır. Ve başka KHK’lıların haklarını savunmak olmak üzere, önce özeleştiri yaparak tabii, anayasal düzenin restorasyonu için çalışırlar!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Uzun yıllar Almanya da kalın, oralarda okuyun, sonra Türkiye`nın batısında ve İstanbul`da yaşayin. Ama taa Ağrı` daki bir Kürt ile yüzde yüz enpatı korun. Hocam gerçekten takdir ediyorum. Makaleniz yalnızca bilimsel değil, hayatın ta kendisini anlatıyor.

    Soylu gibi birine danişmanlık yaptığınız halde gerek cemaat ve gerekse Kürtlere objektif yaklaşımınız ve değerlendirmeleriniz tek kelime ile takdire şayandır.

    Özlemini çektiğimiz barişçı ve demokratik toplum kodlarını yazılarınızda zevkle okuyup, özümsuyoruz.

    Türkiye`nin önünde iki yol var: birincisi insan hak ve hürriyetlerine dayalı adem-i merkeziyetçi bir yönetim şekli, ki kurtuluşu bu yoldadır
    ikincisi ise, yüz yıldır farklı versiyonlarını yaşadığımız otoriter merkeziyetçi yönetim şekli. Bundan ısrar ise İrak ve Suriye gibi iç savaşı netice verecektir.

  2. Harika bir yorum, ama su Islamofasist ifadesi kanaati acizemce biraz uygunsuz. Bu, iktidardakilerin fasist olmadigi anlamina gelmesin. Ama bu ifadenin kendisi problemli bir ifade. Sanki Islam, fasizme esin kaynagi oluyormus gibi bir anlam telkin ediyor. Iktidarin dini istismar ettigi, fasizan uygulamalari dini kullanarak mesrulastirmaya calistigi dogru, ama bu ifadenin bizatihi kendisi keske kullanilmasa. Batida “islami teror” deniyor. Simdi Cin’in Islam’a savas acan fasist Xi Jinping iktidari ve Modi’nin Hindu milliyetci iktidari da Islamofobiyi zihinlere yerlestirmek icin bu ruzgari kullaniyor. Foucault, soylemler kendi gercekligini meydana getirir diyor. Diyelim ki, bu talihsiz ifade yukaridaki kiymetli yazinin da katkisiyla giderek yayginlasti, bu ancak, dogudaki otokratik iktidarlar sanki Islam’in dedigini yapiyormus yonunde batida ve dunya genelinde olusan yanlis algiya hizmet etmekten baska bir seye yaramayacaktir. Su surecte, Turkiye’deki gelismeleri “Islamlasma” diye okuyan, “Islamlasma”yi adeta saplanti haline getirmis, bati medyasini, ozellikle Alman meydasina, bakiniz lutfen. Saygilarimla,

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin