Uzaktan seveceğim, haberin olmayacak

YORUM | HAKAN ZAFER

Sorun çıkarabilecek kimselerin zararından emin olmak için, çoğu zaman etrafta tutulması gibi sübjektif bir tavrın yararlı olduğu iddia edilebilir. Sonuçlarından yola çıkıp fayda zarar analizi yaparak yapılan işi güzelleyip, yapanın strateji kabiliyetini öve öve bitiremeyebiliriz de. Fakat olayı güzel görüyoruz diye şu problemin üzerinin örtülmesine izin vermemeliyiz: Sorunlu kimseler, yakın tutulduğu noktalardan kimlik devşirebilir, bir süre sonra başkalarınca o noktadaki kimseyle aynı algılanabilir ve potansiyel sorunlu hallerden (devam ettiği halde) kurtulduğu zannına düşülebilir.

Burada en önemli nokta, “liyakat” ilkesiyle aramızın açılmasına izin vermemek olmalıdır. Layık olunmayan yer, layık olunmayan hüsn-ü zannı da beraberinde getirebilir. Mesela, bir şeyhin postunun hemen yanı başında “uslu dursun” diye tuttuğu birini, uzaktaki kimselerin masum algılamasının önüne geçmek güçtür. Bu masumiyetin, “uzaktakilere” bir de yumuşak diken şeklinde rahatsız edici “buyurganlık” hediyesinden de bahsedebiliriz.

Yakınlığın süresi de yanıltıcıdır. Bir okuldan uzun süre mezun olamamanın, iyi öğrenci tarifi için pek uygun olmadığı gibi, “kırk yıldır orada”, “epeydir falancayla gibi” eskiliğin her zaman “kemali” gerektirmediği de açıktır.

***

İnsan Suresi heyecan verici ayetlerle başlıyor. İnsanın varlık serüveni anlatılırken, “anılmaya değer” olana dek üzerinden geçen uzun zamandan, bir cisme bürünmesi için fiziki yaratılışının başlangıç aşaması nutfeden bahsediliyor. İmtihanın, bu aşamadan sonra ona verilen iki duyu üzerinden cereyan edeceği vurgulanıyor: “Onu işiten ve gören yaptık.”  Verilecek iki notu (şükredici – nankör) alma süreci esnasında da insanın başıboş bırakılmadığı moralli bir cümleyle anlatılıyor: “Ona yolu gösterdik.”

Buradaki görme ve işitme kabiliyetleri elbette şuurla yan yanadır. Yakınlığın bir imtihan olduğunu düşündüren nokta ise duyma ve görmenin bir yakınlık ölçüsü olarak değerlendirilebileceğidir. Göz ve kulak, olduğu yerden ölçmeye başlar. Mesafeleri yakın veya uzak gibi nitelerken merkeze kendini alır. Görmediği ve duymadığına ölçü bu olursa yanıltıcıdır. Mesela, problemsiz, hali iyi kimselerle etrafı doluyken herkesi sorunsuz zannetmek, etrafı kötülerce kuşatılmışsa cümleyi kötü bilmek gibi. Bu sebeple yakın ve uzağını eşitleyici bir noktada durmada yarar var. Daha doğrusu, yakına görücü olduğu kadar, uzağı yanındakine kıyaslamak yerine onlara da görücü olmak, mesafeyi eşitleyebilir. Bir yönü daha var bu etrafa bakışın. Yakınındakine tanıdığı ulaşma fırsatını diğerlerine tanımama sorunu. Bu, etrafta daimi danışman korosu tutmak, yer yer kadroya etraf havuzundan devri daim yaptırmak değil, istişare kurumunu canlı tutmakla ancak olabilir.

***

Yakınlığın olumsuz yönlerinden biri de yanımızdaki kişinin davranışlarını bilinçten yoksun şekilde uygulamaktır (Bukalemun Etkisi – Chameleon Effect). Kabalıktan kibarlığa, tevazudan kibre kadar türlü renk benzerliklerine şahit olabiliriz. Mesela, bir kimse, yanında bulunduğu kişi gibi gerçekte tevazu sahibi olmasa da rengini alarak mütevazı gözükebilir. Beyefendi bir kişi, bir hödüğün yanında kalırsa, kartelasının kaba renklerinden nasibini alır. Zır cahil birinin yanında onca profesörler, hocalar, şıhlar cehaletin boya tenekesine dalmış gibi gözükebilirler.

İnsanın “renk değiştirebilmesinin” ne denli mümkün olduğunu anlamak adına şu sosyal psikoloji deneyinden bahsetmek iyi olacak. John A. Bargh ve Tanya L Chartrand’ın 1996’da Amerika’da yaptıkları çalışmada iki grup katılımcıdan, dağınık halde verilen kelimelerden düzgün cümleler oluşturmaları istenir. Gruplardan birine nezaket diğerine kabalık çağrıştıran kelimeler verilir. Bittiğinde araştırmacıyı bularak sonraki görevi almaları söylenir. Deneyin kurgusu gereği, tamamlayıp geldiklerinde araştırmacıyı başka biriyle 10 dakika sürecek bir konuşma esnasında bulacaklardır. Cevabı aranan soru, hangi gruptaki kişilerin araya girip girmeyeceğidir. Sonuç olarak, nezaket ifade eden kelimeleri görenlerin % 84’ü konuşmayı bölmeyip beklerken, kabalık ile ilgili kelimeleri gören grubun % 67’si konuşmayı hemen bölmeyi tercih etmiştir.

Bu etkinin en kötü yönü, bukalemunun, rengini değiştirmesine sebep olduğu nesneden uzaklaşınca hemen başka renge geçmesidir. Bu durum, biz, aynı salkımda kaldı diye diğer üzümlerin hep kararmasını bekleyenler tayfası için tam bir hayal kırıklığıdır. Kimsenin hık demiş burnundan düşmüşü olmaya gerek yok ama biri, burnundan düştüğümüzü zannederse bizi sevmesi kolaylaşır. İnsan kendine benzer görüşlere sahip kişilerle anlaşmaya daha yatkın olduğu için kendisini taklit eden kişileri daha çok sever. Sevince de isteklerini reddetme zorluğu çektiği için kıramaz, istemediğine razı olmak zorunda kalabilir. Garip bir şekilde arasında sevgi bağı oluşmuş bu kimselerin kusurlarına dev gibi merhamet süngeri atar. İş o noktaya gelmişse, en sorunlu kimseleri bile “atsan atılmaz, satsan satılmaz” rafında tutabilir.

Yukarıdan beri, insanların yakın durmak istediği kimseler için pek hoş durumlardan bahsedemedim ama vaziyetin deniz suyu gibi bir ödülü de var. Ronald Reagan, otobiyografisinde, yönetici koltuğunda oturmanın ”tek başına kalmak” gibi bir riski beraberinde getirdiğini ama etraftakilerin size sadece duymak istediklerinizi söylemeye çalıştıklarını, yöneticiye, sorumsuz ve zararlı kişilerden bahsetmeye yanaşmadıklarını anlatıyor. Reagan’ın şu cümlesi de önemli: ”Yakınınızda yer alan insanların neredeyse tamamı, ‘yanılıyorsunuz’ demek istemiyor.”

Sonuç

-Yakınında olduğunuzla bilinçli bir aynılık kaçınılmaz değildir. Yanınızda biri esnedi diye esnemeniz uykusuz olduğunuz, güldü diye gülmeniz mutlu olduğunuz anlamına gelmez.

-Kimse, balı seviyor diye üzerine konan sineği de sevmez. Sineğin varlığı balın varlığına işaret ediyor da olabilir. Sinekten yola çıkıp bal bulmak mümkünse de sineklenmiş balı kimse istemez.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin