Uyûn-i Sâhire

YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ

Karanlık ortamlarda kurgulanan işler, ortada iz bırakmama esası üzere planlanır ve tabii delili de olmaz; ancak emareler iyi takip edilirse, izi bulunabilir.

O gün sahnede, iki kutuplu bir dünya var; bir tarafı Bizans, diğer yanı da Sâsânîlerden müteşekkil.

Sürekli didişiyorlar; o kadar ki aralarında savaşsız dönem neredeyse yok gibi; bazen Bizans’ın, yer yer de Sâsânîlerin sancağı dalgalanıyor!

Bu arada, hiç beklemedikleri bir coğrafyada ve kontrol dışı bir gelişme yaşanıyor; Mekke merkezli başlayan İslâm, kendi olarak Medîne’de boy atıyor!

Üstelik, Hirakl’in Ebû Süfyân’a sıraladığı sorulardan da anlaşıldığı üzere artıyor, eksilmiyorlar; genişliyor, daralmıyorlar; fırtınalar karşısında pes edip dönmüyorlar, bilakis sert esen rüzgara bile yön veriyorlar; yalana tenezzül etmiyor, uğradıkları her zeminin temelini sadakat  sütunları üzerine bina ediyorlar; sözünden dönmek şöyle dursun, ahde vefa sancağının mehîb gölgesinde zaferden zafere koşuyorlar!

Daha Mekke günlerindeyken Sâsânîler’den gelen mektup var; muhtevadan anlaşılan, besmele ile kesilmeyen hayvanın etinin yenilmeyeceğini bildiren âyetler yanında, kendiliğinden ölen veya başka bir hayvanın parçaladığı yahut yukarıdan yuvarlanarak can veren hayvanların da “leş” hükmünde olduğunu beyan eden ifadeler gelmiş.

Bunu onlar da duymuş ve doğal olarak durmamışlar. Mekkelilere mektup göndermişler; Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbını kastederek diyorlar ki: “Onlara söyleseniz ya; kendi ellerinizle kestiğiniz hayvanın etini yiyorsunuz da Allah’ın (celle celâlühû), iradesiyle öldürdüğü hayvanın etini neden yemiyorsunuz?”

Beri tarafta, Medîne’deki sulh ve sükundan rahatsızlık duyan dünkü ağaların yaptıkları da farklı değil; su yoluna çevirmişler Mekke güzergâhını ve neredeyse her güne bir entrika, giden gidene! Alan daralması yaşayan Ka’b İbn-i Eşref ve avânesi, nüfûzunu taşıdığı Mekke’de Bedir ve Uhud kurguluyor!

O günlerden başka bir kare:

İki arkadaşı Hilâl İbn-i Ümeyye ve Mürâre İbn-i Rebî ile Ka’b İbn-i Mâlik’in, Tebûk sonrasında yaşadığı elli günlük arınma zamanlarını Gassân meliki fırsat bilmiş, Nebatlı tüccar kılığında özel bir elçi göndermiş; diyor ki:

“Duydum ki Sâhibin sana cefâda bulunmuş, zulmetmiş! Halbuki Allah seni, hor görülesin ve zayi olasın diye yaratmadı! Bize gel; bütün imkanlarımızı senin için seferber edelim!”

Bunlar ne ifade ediyor?

Çok şey!

Su uyur, düşman uyumaz!

Hiç uyumamışlar, uyumuyorlar!

Boş bırakmamışlar, bırakmazlar!

İfadelerden de anlaşılacağı üzere, “od”un, “put”un peşindeler ama dinin samimiyetini, “din” görünümlü argümanlarla bastırma, henüz ayağa kalkmadan boğma telaşındalar.

Baksanıza, emellerine âlet edebilmek için mağdur avına çıkmış, Huzur’dan bile adam devşirme yarışındalar! Gönlü kırık, kalbi incinmiş, gördüğü muameleden rahatsız “gar-i memnun” insan peşindeler! Herkes bir Ka’b İbn-i Mâlik değildir ki dünyası daraldığında aldığı cazip teklifi “imtihan” deyip yırtsın, parça parça edip ayak altına alsın!

Kimde “hükmetme” hırsı varsa, bilin ki bunlar, başka başka yüzlerle onun yanındadır.

İnsanların başına reis olma sevdasıyla başı dönenleri yoldan çıkarmak, taktikleri arasında çerez mesabesindedir.

Elde ettiği her imkanı kendi kozasını örme istikametinde kullananları iyi keşfeder ve hem de hiç hissettirmeden kendi emellerinin parçası haline getiriverirler.

Midesinden yol bulamadıklarının önüne koltuklar serer, gözü şaşı, bakışı baygın tiplerin önüne beşeri boşluklardan müteşekkil duble yollar inşa ederler!

Yeri geldiğinde, en güvenilir insanların kanatları altına girmektir, bunlar için hedef ve kiminin oğlu, kiminin damadı kiminin de yeğeni üzerine, “inşâ” görünümlü “yıkım” planları yaparlar!

Her şeye rağmen neticeye gidememişler ve hakikat adına bu yürüyüşe engel olamamışlarsa, uydururlar!

Adamlar, yalanın katmerlisini, hem de ruhunun ufkuna yürüyeceği günlerin öncesinde Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) adına uydurdular!

Üstelik, “Yeter ki iste, kapının önüne ordular yığayım!” tekliflerini o gün ters-yüz edecek olan Hazreti Ali gibi bir Haydar’ı paravan yaparak!

Farklı zamanlarda ve farklı siyaklarla söylenmiş sözleri bağlamından koparıp bir araya getirdi ve “hakkı olan verilmedi; hakkı yenildi” edebiyatına sarıldılar. Merak edenler, örnek olması bakımından, “Hûm’da Ne Oldu” başlıklı yazıyı, (https://www.tr724.com/humda-ne-oldu/) bu gözle bir daha okuyabilirler.

Başta Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere Hazreti Ali gibi zirve bir mü’mine ne dediklerinin farkında değillerdi; veya onlar farkında idi ama farkında olması gerekenler fark edemediler!

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) vazifesini eksiksiz-kusursuz yerine getirdi; zerre şüphe yok! Ama adamlar, “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et; şayet yapmazsan, O’nun risâletini yerine getirmemiş olursun.” mealindeki âyete sarıldı ve O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem), bu vazifesini yapmadığını bile söylediler. Zira onlara göre tebliğ edilmesi gereken şey, Hazreti Ali’nin hilafeti idi.

Halbuki, böyle bir niyeti olsaydı Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) onu açıktan söyler ve “Anam-babam Sana feda olsun!” diyen Sahâbe de kabul ederdi. Nitekim, kendisinden sonraki halifeyi işaret eden Hazreti Ebû Bekir’e kim itiraz etti ki Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bundan çekinip hakikati söylemesin! Üstelik Hazreti Ali (radıyallahu anh), kendisinden sonraki halifeyi seçmek için Hazreti Ömer’in teşekkül ettirdiği hey’etin önemli bir ferdi idi ve halife olarak o gün, Hazreti Osmân’ı seçmişlerdi.

Farz-ı muhal, o gün Allah Resûlü’ne kağıt kalem getirilseydi ve O da kendisinden sonraki halifeyi yazarak tayin etseydi, sonuç yine değişmezdi.

Gel gör ki Âişe Validemiz gibi, “Her kim, ‘Muhammed, kendisine indirilenden bir şey gizledi’ derse o, yalancının tekidir!” diyen veya oldu-bittiler karşısında Hazreti Ömer gibi soğukkanlılıkla hareket edenlere kin kustu, sözünün tesirini kırabilmek için savurdukça savurdular!

İşin içine bir de “yalancı” ve “yamacı”lar girince, iş çığırından çıktı; bunun için adamlar, yüz binden fazla haber uydurdu ve “hadîs” diye pazarladılar!

Kur’ân’ı basamak yapmak istediler ve “Yaptığım tebliğe karşılık sizden, yakınlık sevgisi dışında bir karşılık beklemiyorum!” mealindeki âyette Allah’ın nazara verdiği yakınların ehl-i beyt olduğunu söyleyip önlerine alan açmaya çalıştılar. Evet, Kur’ân’ın anlam zenginliği içinde ve ilm-i ilâhî zaviyesinden meseleye bakıldığında burada, ehl-i beyt de kastedilmiş olabilirdi ama söz konusu âyet, Mekke’de inmiş ve Mekkeli müşriklere hitap etmişti; “en azından aramızdaki akrabalık bağlarının hürmetine” diyordu. Üstelik o gün, ne Hazreti Ali ile Hazreti Fâtıma’nın evliliği söz konusuydu ne de ortada, bir evlâd-ı Ali veya Fâtıma vardı! Abdullah İbn-i Abbâs’ın ifade ettiği gibi o gün Kureyş’in, hiçbir ailesi yoktu ki Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile bir şekilde akrabalık bağı olmasın!

Diğer yandan, işin sarahatine de göz yummuş ve körler-sağırlar rolü oynamışlar. Mesela  kavram olarak Kur’ân’da iki defa geçen “ehl-i beyt” tabirini bile inhisar altına almış, birisinde Hazreti İbrâhîm ve ailesi, diğerinde ise “Ezvâc-ı Tâhirât” Annelerimiz kastedildiği halde adamlar, Allah Resûlü’ne beytûtet eden Annelerimiz’i bile ehl-i beyt dışında tutmak istemiş, bununla da yetinmeyip ne küstahlıklara imza atmışlar!

O gün bugün, dünyanın bir kesimi hâlâ miyop; üstelik, dilleri keskin ve bal ambalajlı zehiri “tiryak” diye yutkunup duruyor!

Özümüze döndüğümüzde kendimizi sorgulayalım, ayrı; Kur’ân’ın ifadesiyle, ‘başımıza gelenler kendi el emeğimizin mahsulüdür’, doğru; ama bugün suyun başını tutmuş Acem ve Bizans çocuklarının açgözlülüğünü de görmezlikten gelmemek gerekiyor.

Vahyin rasânetine, Resûlullah’ın da duyarlılık ve hassasiyetine rağmen bunlar yaşandı ve artçıları bugün hâlâ devam ediyorsa, olduğundan veya olması gerekenden daha uyanık kalınması icap eden hassas bir dönem yaşıyoruz!

Önümde, “Millet Rûhu” adlı bir şiir duruyor:

“Bir yiğit vardı gömdüler şu karşı bayıra…

Arkadan kefenini, gömleğini soydular.

Aman kalkar!’ deyip üstüne taşlar koydular,

Bir yiğit vardı; gömdüler şu karşı bayıra.”

Dünün şartlarında ve o günkü imkanlarla sahne alan oyunlara bakınca insan, sormadan edemiyor:

Şiirde resmedilen yiğidin, “tıpkı rüyalarda olduğu gibi” yeniden ve kendi olarak ufukta belirmesi, kim bilir kimleri rahatsız etmiştir?

Ve, gelecekleri adına önlerine açtıkları alanın yeniden daralmaması için bu adamlar, kim bilir daha neler yaparlar?

Aynı delikten bir kez daha ısırılmamak için her bir mü’min bugün, şahsı, yakınları ve çevresi adına birer “uyûn-i sâhire” olmalı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki Âl-i Beyt’i, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ dir. Makbul olacağını keşfetmiş. Yani nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (as) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (asm) vezaif-i azîme-i İslâmiyet’te ve ekser turuk ve mesalikinde enbiya-i Benî-İsrail gibi Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye’yi (asm) görmüş. Onun için لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyt’e karşı ümmetin meveddetini istemiş.

  2. Bu hakikati teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beyt’im.” Çünkü sünnet-i seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.

    İşte bu sırra binaendir ki Kitap ve Sünnete ittiba unvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beyt’ten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i seniyesidir. Sünnet-i seniyeye ittibaı terk eden, hakiki Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.

  3. Hazret-i Ali (ra) şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt’in mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-i Muhammediyeyi (asm) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin