Tuzak farkı

YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ

Uhud’ta olduğu gibi Tebûk’te de Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte yola çıkanlar vardı.

Elbette her birisi aynı düşüncede değildi; aralarında, “sahâbe” olma çizgisine bitişik yol alanlar da vardı, kulağı İbn-i Selûl’ün üfürüklerine takılı kalanlar da! 

Bir farkla ki karanlığı seviyorlardı ve yine karanlık planlar içindelerdi. 

Gecenin karanlığında kafa kafaya vermiş konuşuyorlardı; çıkılan yolun çıkmaz olduğunda müttefiklerdi ve Bizans’ı kastederek, “Biliyor musunuz?” diyorlardı. “Benî Asfar’ın darbesi, Araplarınkine benzemez!”

Açıkça, “İşiniz bitik!” diyorlardı; hatta onlardan birisi, bir taraftan gözüyle ashâbı süzerken, “Yarın hepinizin, iplere asılı olarak sallandırıldığınızı görüyor gibiyim!” demişti. 

Keskin dilleri, Efendiler Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar uzamıştı; Cülâs İbn-i Amr, “Şayet Muhammed’in durduğu yer doğru ise ben, eşekten daha beter olayım!” diyordu. 

Bu sırada yanında, üvey oğlu Umeyr (radıyallahu anh) vardı ve babalığından duyduğu bu söz karşısında çılgına dönmüştü; hiç gecikmedi ve “Zaten öylesin!” dedi. “Hatta, eşekten daha betersin! Çünkü Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) mutlak doğruyu temsil ediyor, sen ise yalancının tekisin!”

Ortalık buz kesmişti; keyiflerini kaçırmış olsa bile Hazreti Umeyr’e (radıyallahu anh) cevap verme yerine konuyu kapatmayı tercih ettiler. Muhaşşin İbn-i Humeyyir, “Vallahi, halimizin ayân olmasından da korkmuyor değilim! İşin ucunda yüz sopa yemek de var! Daha şuracıktan ayrılmadan önce hakkımızda âyet geleceğinden korkuyorum!” demişti.

Haksız değildi.

Beri tarafta Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Ammâr’ı (radıyallahu anh) yanına çağırmış, neler kaynattıklarını tetkik için yanlarına kadar göndermişti. Hatta, neler konuştuklarını sormasını bile istemiş, inkâr ettikleri taktirde, az önce konuştuklarını kelimesi kelimesine kendilerine söylemesini tembihlemişti. 

Öyle de oldu. 

Suçüstü olmuşlardı!

Yaşadıkları şokun tesirinden kurtulabilmek ve vaziyeti yeniden kurtarabilmek için soluğu huzurda aldılar; aralarında, yapmacık bir “Yâ Resûlallah!” peşrevinden sonra, “Biz, sadece eğleniyor, vakit geçirmek için aramızda oyun oynuyorduk!” diyen de vardı, söylenilenlerin hiç birisini söylemediğine dair yemin eden de. 

Farkında değillerdi; korktukları başlarına gelmiş, Cibrîl-i Emîn’in getirdiği haberler bütün foyalarını meydana döküvermişti: 

Allah (celle celâlühû), O’nun âyetleri ve Resûlü ile alay edilir miydi hiç! 

Her ne kadar inkâr etseler de kelime-i küfrü söylemiş, İslâm’ın silmi içine girdikleri halde yeniden küfrün karanlığına düşmüşlerdi!

Ancak, onlar arasından Muhaşşin İbn-i Humeyyir’in gözü açılmıştı; büyük bir mahcubiyet içinde boynunu büktü ve “Yâ Resûlallah!” dedi. Arkasını getirmekte zorlanıyordu; ‘yer yarılsa da içine girsem’ şeklinde bir duruşu vardı; “Onlarla beni oturmaya zorlayan tek şey, babam ile onlar nezdinde benim adımdan başkası değildi!” dedi. 

Belli ki mazisine bir sünger çekmek istiyordu. 

Çok sevinmişti ve bu samimâne duruş karşısında Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem), adını “Abdurrahmân” olarak değiştirdi. 

Az önceki durumlarını ifade eden âyetlerde, “Lütfuyla Allah’ın iğnâ ettiği” istisnasına dahil olmuştu, Hazreti Abdurrahmân (radıyallahu anh). Ne var ki kendisini affedemiyordu; Rabb-i Rahîm ile baş başa kaldığı demlerde ellerini kaldırdı ve “Allah’ım!” dedi. “Beni şehîd olarak huzuruna al, mezarımı da kimse bilmesin!”

Bu samimi duaya icabet söz konusu olmuş ki Hazreti Abdurrahmân (radıyallahu anh) Yemâme günü şehîd düşecek, mezarını da kimse bilmeyecekti. 

 Küfre demir atanların durumunda bir değişiklik yoktu; canları çıkmadan huyları da çıkmayacaktı ve hâlâ komplo peşindelerdi:

“Vadiyi geçip de dağlara doğru tırmanırken O’nu sıkıştırır ve vadiye doğru uçurumdan yuvarlayıp öldürürüz!” diyorlardı.

Bundan da haberi olmuştu; yine vahiy meleği gelmiş, kurulan tuzaktan da Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) haberdar etmişti. 

Gecenin serinliğinde yol alırken farklı bir adım atmış ve ashâbından, “Şüphesiz Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şu dağ yoluna girecektir; sizden hiç kimse bu yoldan gelmesin! Sizler vadiden ilerleyip yolunuza devam edin; çünkü sizin için bu yol, daha sağlıklı ve daha kolaydır!” şeklinde bir ilanda bulunmalarını istemişti. İhtimal, işi kimlerin planladığını görecek, başı çekenlerle onların yaldızlı sözlerine aldanarak arkalarına takılanları birbirlerinden ayıracaktı. 

Gösterdiği cihete doğru ilerlerken Ammâr İbn-i Yâsir (radıyallahu anh) devesinin yularını çekiyor, Huzeyfe İbn-i Yemân da (radıyallahu anh) arkasından geliyordu.  

Beklenen oldu. 

On iki kişilerdi; Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) önce gelip vadinin en sarp yerinde yuvalanmışlardı. 

Kurulan tuzağa yaklaştığında Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), çıkardıkları sesleri duymuş ve tedbirini de almıştı. 

Adamların gün yüzüne çıkışı da gecikmedi; yüzlerini maskeleyip kapatmış halde birden yola çıkıverdiler! Maksatları, deveyi ürkütmek suretiyle Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) üzerinden düşürmek, uçurumdan yuvarlayarak öldürmekti!

Aslında, planladıkları iş kısmen tahakkuk etti; çıkan gürültü ve hareketlilikte Kasvâ ürkmüş, üzerindeki eşyalar da sağa sola savrulmuştu!

Ne var ki bu, kısa sürdü; Fahr-i Âlem Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) müdahaleleriyle deve de sükûnet bulmuştu.

Ancak Hazreti Huzeyfe ile Hazreti Ammâr’ı (radıyallahu anhümâ) çileden çıkaran bir hıyânetti bu; canlarını dişlerine takmış, Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) söz konusu tehlikeden kurtarabilmek için her şeylerini ortaya koymuşlardı. “Sizi gidi Allah düşmanları!” diye kükreyen Hazreti Huzeyfe (radıyallahu anh), “Defolup gidin!” diyerek üzerlerine hücum ettiği insanların peşine düşmüş, bir taraftan da kim olduklarını anlamaya çalışıyordu. 

Hevesleri kursaklarında kalmıştı; planlarının deşifre olduğunu da anlamışlardı. Paniklemişler ve can havliyle çil yavrusu gibi dağılıvermişlerdi!

Hoşlarına gitmese ve beğenmeseler de sığındıkları güvenli liman, yine Tebûk’e doğru akan ordu idi; karanlıktan da istifade ederek geldi ve kalabalığın arasında izlerini kaybettirdiler. 

Eli boş geriye dönen Hazreti Huzeyfe’ye (radıyallahu anh) Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sordu:

“Geri püskürttüğün adamlardan herhangi birisini tanıyabildin mi?”

Nefes nefese kalan Hazreti Huzeyfe (radıyallahu anh), “Develerinden başka hiçbir şey göremedim!” dedi. “Yüzleri maskeliydi ve gecenin karanlığında onları seçmeme de imkân yoktu!”

Bu sırada Hazreti Ammâr da (radıyallahu anh) gelmiş, konuşmaya dahil olmuştu; “Peki, onların niçin böyle yaptıklarını ve esas maksatlarının da ne olduğunu biliyor musunuz?” buyurdu, Fahr-i Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem).

“Vallahi de hayır; bilmiyoruz, yâ Resûlallah!” dediler. Bunun üzerine, “Onlar, dağ yolunda birlikte çıkıp bana tuzak kurdular.” buyurdular. “Geçitteki uçurumun kenarına geldiğimde beni sıkıştıracak ve aşağıya yuvarlayacaklardı! Ancak Allah (celle celâlühû) onların da babalarının da kimliklerini bana haber verdi; inşâallah, onları ben size haber veririm!”

Ne var ki yaşanılanlar karşısında sadece isimlerini öğrenmek sahâbenin hızını kesmiyordu; “Yâ Resûlallah!” dediler. “Emir buyursanız da onların boyunları vurulsa!”

Gönüller Sultânı (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle düşünmüyordu. 

Hatta, Üseyd İbn-i Hudayr (radıyallahu anh) gibi eli tetikte emir bekleyenler, istedikleri izni alabilmek için şartları zorlayanlar bile vardı. 

Kabaran duyguları teskin etmek de Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) düştü; “Onlar, ‘Lâ ilâhe illallâh’ diyerek şehâdette bulunmuyorlar mı?” diye sordu.

“Evet” dediler.

“Onlar, benim ‘Resûlullah’ olduğumu da söylemiyorlar mı?” diye tekrar sordu. 

Buna da “Evet” dediler. 

Akıl ve muhakemelerine hitap ediyordu; bunun da bir malzeme olarak çok iyi değerlendirileceğini ifade eden beyanlarla ashâbını teskin etti ve son noktayı koyarken, “Bunları öldürme konusunda bana izin verilmedi.” buyurdu. 

Mübarek bedenlerini ortadan kaldırabilmek için tuzak kuran ve bunu hayata geçirebilmek için de gecenin karanlığında harekete geçen suçüstü mücrimler için Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) duruşu bu idi.

Zaman o kadar değişti, insanlar o kadar başkalaştı ki!

Üç günlük dünyalarında şatafatlı saltanatlar sürebilmek için kendi halkına tuzak kurup mü’min kanı akıtan, Arafat’taki emaneti her ev ve çadıra ulaştırmaktan başka sevdası olmayan âhir zaman gariplerini zindanlara doldurup her gün yeniden ve yine can yakanlar ile bunlara alkış tutanlar da aynı Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmeti olduğunu iddia ediyor!  

Sizce de garip değil mi?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Sevgili Reşid hocam.
    Sizinle mail ile fikirlerimi paylaşmak istiyorum. Mail ile bana dönebilirseniz çok memnun olurum…

    Örnek olarak:

    Dokunulmazlık zırhını giydirerek siyasilerin yaptığı hatalara dinî kılıf bularak susma ve hatta savunma yapmanın ilk örneği Hz.Osman Efendimiz değil miydi? Liyakat ve ehliyet sahibi olmayan valileri atayarak ısrarla azletmeyen ve şehit olmasına sebep olan da kendisinin bu uygulaması değil miydi? Bence ceketi ilk defa nerede yanlış iliklediğimize bakmak zorundayız. Ardından Hz.Ali ve evlatlarını gayri meşru hile ve gasp yöntemleri ile hilafeti ele geçirip hilafeti saltanata dönüştüren İslam dünyasını ortadan ikiye bölecek Şiililk Alevilik yapılanmasına sebebiyet veren sivil muhalefet yapan Hucr b Adiy gibi sahabeleri terörist yerine koyup yok eden Muaviye değil miydi? Bütün bunları topluma bir maslahata binaen ses çıkartılmaması için dinî gerekçeler üreten Sünnilik geleneği değil miydi?

    Tarih şahittir ki gerek bizim başımıza gelen zulümler gerekse bizim dışımızda kilere yapılanlar tarihte çok defa aynıyla hatta daha beter bir şekilde tekerrür etmiş şimdi soruyorum acaba bunları tekrar tekrar anlatmak abesle iştigal değil mi ilk defa meydana gelen bir hadiseyi Çeşitli açılardan ele alıp tarif ederek anlatabilirsiniz ama aynı hadise zaten tarihte varsa bu şekilde anlatmak abesle iştigal olmaz mı?

    İçinde bulunduğumuz durumu aratmayacak derecede tarihimizde bugün öve öve bitiremediğimiz atalarımıza ait ciltler dolusu o kadar rezillik var ki, bunları özellikle ehli sünnet dediğimiz gelenek kitaplarda saklamayı bir hizmet mantğı görmüştür. Kısır döngünün sebebi de budur.
    Örneğin Emevi zihniyeti cizye geliri azalıyor diye fethettikleri topraklarda müslümanlaşmaya mani olmak için 6 maddelik kanun çıkarıyor. Emevilerin içindeki Ömer b. Abdülaziz halife olunca, Allah Muhammed’i vergi tahsildarı olarak göndermedi diyor ve bu kanunları askıya alıyor ama onun 2,5 yıllık hilafetinden sonra yine herşey eski haline dönüyor. Irak’ta 400 civarında Müslüman olup cizye vermeyen ve devletin Müslüman olmak için koyduğu hüsnü’l-İslam maddesine göre gereken şartları sağlamadıkları gerekçesiyle Vasıt mescidinde diri diri yakılmıştır. Bu vergi vermeyenlere iyi bir ders olmuştur. Bugün devletin değişmeyen ders verme yönteminden şikayet ediyorsak öncelikle asırlardır atalarımızın bu uygulamaları için özeleştiri yapmamız gerekmez miydi? Bu örnekte asırlardır Müslümanların gayrimüslimlere uyguladığı muamelenin özeti şudur: Ya Müslüman olacaksınız, ya cizye vereceksiniz ya da öleceksiniz. Şimdi soruyorum, ehli sünnet dünyasından kaç tane yüksek ses bu muhasebeyi asırlardan beri seslendirdi de halkın hakkın yanında olmasına önderlik yaptı? Şimdi biz halkın Hakkın yanında olmasını hangi yüzle isteyeceğiz? Kur’an, Sünnet ve sahabelerden bizim öğrendiğimiz Müslümanlık bu mudur? İnsanlığa vadettiğimiz bu uygulamalar ile insanlara hangi yüzle bizim dinimiz barış ve hoşgörü dinidir, gelin siz de Müslüman olun diyeceğiz? Asırlardır yaptığımız bunca ihmal ve hatadan sonra Müslüman avam halkı zulmün yanında yer alıyor diye suçlamaya ne kadar hakkımız var?

    Bence konuşulması gereken konu neden aynı şeyleri defaatle yaşıyoruz neden aynı yerden sürekli ısırılıyoruz asıl konuşulması gereken bu değil midir?

    Dönüş yapabilirseniz sevinirim hocam. Teşekkür ederim

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin