Türkiye’nin Partili Cumhurbaşkanları

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU 

Yüzüncü yılını kutlayan Türkiye Cumhuriyeti’nde şimdiye kadar cumhurbaşkanlığı seçimleri genellikle büyük krizlere neden olurken Tek Parti devrinde bu seçimler sadece parti başkanının cumhurbaşkanlığının onaylanması anlamına gelmekteydi.

1946’dan itibaren yapılan seçimlerde ise genellikle birden fazla aday seçime girerken bazen de büyük krizler yaşandı. 1960 yılına kadar görev yapan cumhurbaşkanlarının bir özelliği de “partili” olmalarıydı. 

İLK SEÇİM

Türkiye’de ilk cumhurbaşkanlığı krizi, cumhuriyetin ilanıyla çıktı. Büyük Zafer sonrasında 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış ve 17 Kasım 1922’de son padişah Vahdettin, ülkeyi terk etmişti. Vahdettin’in temsil ettiği halifelik makamı için seçim yapılarak Abdülmecid Efendi halife seçilmiş ancak devlet başkanlığı makamı için bir düzenleme yapılmamıştı. 

İlk Meclis döneminde (1920-1923) M. Kemal Paşa,  meclis başkanı sıfatıyla hükümet başkanlığını da yürütüyordu. 1 Nisan 1923’te meclisin yenilenmesine karar verilmiş ve seçimlere muhaliflerin tasfiye edildiği bir listeyle gidilmişti. 

Seçimler sonucunda oluşan İkinci Meclis (1923-1927) artık “dikensiz bir gül bahçesi” idi. İlk meclisteki çok seslilik sona ermiş, en büyük muhalif grup olan “İkinci Grup” tasfiye edilmişti. İkinci Meclis’in ilk önemli icraatı da Lozan Barış Antlaşması’nı onaylamak olmuştu. Ayrıca anayasada Ankara’yı yeni devletin başkenti yapan düzenleme kabul edilerek İstanbul’daki halifenin gücüne önemli bir darbe vurulmuştu.

Bu sırada çoğunluğu itibariyle hala Ankara’ya destek vermeyen İstanbul basınında halifenin “devlet başkanı” olmasına dair haberler çıkıyor ve devlet başkanlığı meselesinin nasıl çözülmesi gerektiği tartışılıyordu. Buna karşılık kongreler döneminden itibaren “egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir” prensibi vurgulanmış ve TBMM’de de aynı prensip devam ettirilmişti. Bunun anlamı yeni rejimin “cumhuriyet” olmasıydı.

M. Kemal de artık devlet başkanlığı meselesinin çözüm zamanının geldiğini düşünüyordu. Meclisteki tek parti, genel başkanı olduğu Halk Fırkası olduğundan alınacak karara büyük bir tepki olmayacaktı. Paşa ilk defa Eylül ayının sonlarında “Wiener Neue Freie Presse” gazetesine verdiği röportajda “cumhuriyet” kelimesini kullanmış ve kamuoyunu hazırlama sürecini başlatmıştır.

1921 Anayasası’nda “Güçler Birliği” prensibi doğrultusunda yasama, yürütme ve yargı mecliste toplanmıştı. Hükümet sistemi ise “Meclis Hükümeti” sistemiydi ve bakanlar tek tek meclis tarafından seçiliyordu. M. Kemal bu aşamada Fethi Bey’in başbakanlıktan istifasını isteyerek suni bir hükümet krizi çıkardı. 

27 Ekim’de Vekiller Heyeti’nin istifası sonrasında da krizin çözümü için tek yolun cumhuriyetin ilanı olduğunu ifade ederek 1921 Anayasası’nda değişiklik teklifini hazırladı. 29 Ekim günü konu önce parti grubunda görüşüldü sonra da mecliste görüşülerek kabul edildi. 

Böylece 1921 Anayasası’nda “Türkiye devletinin şekl-i hükümet, cumhuriyettir” deniliyor ve kabine sistemine geçiliyordu. Ayrıca cumhurbaşkanının, meclis üyeleri arasından bir seçim dönemi için seçileceği, görevinin yeni cumhurbaşkanı seçilene kadar devam edeceği ve tekrar seçilmesinin “caiz olduğu” belirtilmişti. Ancak anayasada cumhurbaşkanının seçilme şartlarına dair bir hüküm yer almamıştır. 

Cumhuriyetin ilanının kabulü sonrasında oturuma hiç ara verilmeden cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Seçim sonunda oturuma katılan milletvekillerinin tamamının oyunu alan M. Kemal Paşa, cumhuriyetin ilk cumhurbaşkanı seçildi. 

Dikkat çeken husus, 1923 seçimlerinde seçilen milletvekili sayısı 333 olsa da oturuma ancak 158 vekil katılmış ve ilk cumhurbaşkanı 158 üyenin oyuyla seçilmişti. 

Cumhuriyetin bu şekilde ilanı, İstiklal Harbi’ni kazanan ve yeni devleti kuran kadro arasında ciddi bir yol ayrımına yol açacaktır. Bu kişilerin başında Rauf Bey (Orbay) ve Kazım Karabekir yer almaktadır. Rauf Bey ve Karabekir’in asıl tepki gösterdikleri konunun birlikte yola çıktıkları Paşa’nın böylesine önemli bir kararı dar bir çevrede alması olduğu anlaşılmaktadır.

M. Kemal’e bu aşamadan sonra muhalif olan kişiler arasına A. Fuat Paşa (Cebesoy), Refet Paşa (Bele), Cafer Tayyar Paşa gibi komutanlar da katılmış ve muhalifler 1924 Kasım’ında Terakkiperver Fırka’yı (TCF) kurmuşlardır.

M. Kemal’in az bir katılımla cumhurbaşkanı seçilmesi de Cumhuriyetin ilanı gibi cumhurbaşkanlığı seçiminin de bir oldubittiye getirildiği ve deyim yerindeyse “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” anlaşılmaktadır. Paşa’nın karşısına hiçbir aday çıkmamış ve bu seçim, ülkenin bir “tek adam rejimine” dönüşeceği endişelerini haklı çıkaracak adımların ilkini oluşturmuştur.

PARTİLİ CUMHURBAŞKANI

Bundan sonra en büyük tartışma konularından birisi, cumhurbaşkanının parti genel başkanlığını devam ettirmesi olmuştur. Terakkiperver Fırka’nın muhalefetinin önemli bir nedeni de budur. TCF açıkça parti başkanlığıyla cumhurbaşkanlığının ayrılmasını talep etmiştir. 

TCF’nin bu isteğini M. Kemal Paşa “yersiz” olarak değerlendirmiş ve bu şekilde genç Türkiye Cumhuriyeti’ne hizmet ettiğini söylemiştir. Muhalif parti, programında cumhurbaşkanı seçilen kişinin mebuslukla ilişkisinin kesilmesini de talep etmiş, TCF yöneticileri de cumhurbaşkanının parti başkanlığından ayrılarak bütün siyasi partilere eşit mesafede olmasını istemişlerdir.

Bu görüşleri dile getiren TCF’nin siyasi hayatı ancak birkaç ay sürebildi. Partinin kapatılmasından sonra 1926’da yaşanan İzmir Suikastı bahane edilerek hem eski İttihatçılar hem de TCF yöneticileri yargılandı. Böylece M. Kemal, cumhuriyetin ilanı ve kendisinin cumhurbaşkanı seçilmesiyle ortaya çıkan anlaşmazlıklar sonrasında eski arkadaşlarını siyasi hayattan tasfiye etti. 1930’a kadar muhalif parti kurulamadığı gibi “partili cumhurbaşkanı” eleştirileri de bir süre için son buldu.

M. Kemal Paşa’nın ikinci defa cumhurbaşkanı seçilmesi ise 1927 yılında 1924 Anayasası’nda belirtilen esaslara göre gerçekleşti. Yeni anayasaya göre de cumhurbaşkanı, TBMM üyeleri arasından ve bir seçim dönemi için seçilmekte ve yeni cumhurbaşkanı seçilinceye kadar görevine devam etmekteydi.

Yeni anayasaya göre cumhurbaşkanı seçilen kişi tekrar seçilebiliyordu. Ancak mebus olmasına rağmen meclis görüşmelerine katılamıyor ve oy veremiyordu. Ayrıca 1924 Anayasası da 1921 Anayasası gibi cumhurbaşkanının sahip olması gereken niteliklere yer vermemişti. 

1927 seçimlerinden sonra toplanan mecliste önce meclis başkanı seçilmiş sonra da cumhurbaşkanı seçimine geçilmişti. “Tartışmasız ve itirazsız“ olarak seçime giren M. Kemal, oylamada hazır bulunan 288 milletvekilinin tamamının oyuyla ikinci defa cumhurbaşkanı seçilmiştir.

M. Kemal’in ikinci cumhurbaşkanlığı döneminde 1930’da Fethi Bey’e Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (SCF) kurdurmasıyla “partili cumhurbaşkanı” tartışmaları yeniden alevlendi. M. Kemal Paşa, tarafsız olacağını ve “iki partinin de öz evladı” olduğunu söylese de parti başkanlığından vazgeçmedi.

Fethi Bey daha sonra konuyu tekrar gündeme getirdiyse de Paşa, “bunun namus ve şeref meselesi olduğunu ve ısrar edilmemesini” söyledi. Sadece Fethi Bey değil Ahmet Ağaoğlu, SCF İstanbul İl Başkanı İsmail Hakkı Baltacıoğlu da fırka reisliği ile cumhurbaşkanlığının ayrılmasını teklif ettilerse de bir sonuç alamadılar. 

SCF’nin ömrü de TCF gibi ancak birkaç ay oldu. Bundan sonra hızla parti-devlet bütünleşmesi tamamlanarak tek parti rejimi kurumsallaştı. Bu rejimin Tek Adam’ı da elbette yıllar önce Rauf Bey, Refet, Ali Fuat ve Kazım Karabekir paşaların öngördüğü gibi M. Kemal oldu.

1931 seçimlerinde de M. Kemal Paşa tek aday olarak cumhurbaşkanı seçimine girdi ve oturumda hazır bulunan 289 milletvekilinin tamamının oylarıyla üçüncü defa cumhurbaşkanı seçildi. Zaten milletvekili listelerinin bizzat parti başkanı sıfatıyla cumhurbaşkanı tarafından belirlendiği bir rejimde başka türlü bir sonuç mümkün değildi. 

Atatürk’ün seçildiği son cumhurbaşkanlığı seçimi ise 1934 yılında yapıldı.  Tahmin edileceği gibi mecliste hazır bulunan 386 mebusun tamamının oyunu alan Atatürk, dördüncü defa cumhurbaşkanı seçildi.

İNÖNÜ’DEN BAYAR’A  

1938 yılı içinde Atatürk’ün sağlık durumunun giderek bozulması üzerine ondan sonra cumhurbaşkanının kim olacağına dair tartışmalar başlamıştı. Atatürk 1937 yılında 1925’ten beri başbakan olan İsmet Paşa’yı azletmiş ve yerine Celal Bayar başbakanlığa tayin edilmişti. 

Her ne kadar İsmet Paşa başbakanlıktan uzaklaştırılsa da hem halk nezdinde hem de orduda güçlü bir şekilde etkisi bulunmaktaydı. Bunun yanında diğer adaylar olarak Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, Celal Bayar ve Fethi Okyar’ın isimleri öne çıkmaktaydı. 

Atatürk’ün vefatının ertesi günü yani 11 Kasım 1938’de Anayasa gereğince TBMM toplandı ve yeni cumhurbaşkanını seçti. Bu seçimde de sürpriz olmadı ve İsmet İnönü oylamaya katılan 348 milletvekilinin tamamının oyunu alarak cumhurbaşkanı seçildi. 

İnönü’nün seçilmesiyle ilgili olarak farklı iddialar da ortaya atılmış ve seçimde ordunun baskısının etkili olduğu ileri sürülmüştür. Nitekim daha sonra bir askeri lise komutanı ya da tarih öğretmeninin öğrencilerine yeni cumhurbaşkanının “Çakmak ve kumandanlar tarafından” seçildiğini söylediği, bir öğrencinin “seçimin TBMM tarafından yapıldığı” sözü üzerine de “o işin formalitesidir” dediği iddia edilmiştir. 

Diğer taraftan Atatürk’ün son olarak seçildiği 1935 seçimlerindeki CHP listelerinde İnönü’nün etkili olduğu dikkate alınacak olursa bu sonuç sürpriz olarak görülmemelidir. Zaten Mareşal Çakmak’ın aday olabilmesi için milletvekili olması gerekliydi ve ayrıca Bayar’ın teklifine Mareşal’in “ben askerim” dediği ifade edilmektedir. Bu durumda ordunun “sivil” biri yerine “asker kökenli” İnönü’yü tercihi normal gözükmektedir.

İnönü de Atatürk gibi bundan sonraki iki seçime rakipsiz olarak girdi. O da Atatürk gibi “partili cumhurbaşkanı” olmuş hem CHP genel başkanlığı hem de cumhurbaşkanlığı görevini birlikte devam ettirmiştir. O artık partinin “değişmez genel başkanı” ve “Milli Şef’tir”. 1939 seçiminde mecliste oy kullanan 413 mebusun tamamının oyunu alan İnönü ikinci defa cumhurbaşkanı oldu. 1943 seçimlerinde de 435 oyun tamamını alarak üçüncü defa seçildi. 

Çok partili hayata geçilmesiyle birlikte 1946’da yapılan seçimler ise önemli bir dönüm noktası oldu. Bu seçimde İnönü 388 oy alırken, Fevzi Çakmak 59, Yusuf Kemal Tengirşek ise 2 oy aldı. Böylece Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimleri ilk defa bir rekabete sahne olmuştur. 

Çok partili dönemde “partili cumhurbaşkanı” meselesi yeniden gündeme geldi. Demokrat Parti (DP) kuruluşundan itibaren parti genel başkanlığı ile cumhurbaşkanlığının ayrılmasını savundu ve bunun seçimlerin tarafsızlığına aykırı olduğunu ileri sürdü. Ancak Atatürk gibi İnönü de parti başkanlığından vazgeçmedi.

İnönü de dört defa cumhurbaşkanı seçildikten sonra 1950 seçimlerinde DP iktidara geldi. Bu sefer İnönü’nün 69 oyuna karşılık 387 oy alan Celal Bayar yeni cumhurbaşkanı seçildi. Bayar, Atatürk ve İnönü’nün aksine parti başkanlığından istifa etti ve parti başkanlığını Adnan Menderes’e bıraktı. 

1954 seçimleri sonrasında yapılan seçimde Bayar’ın karşısına aday çıkmadı ve Bayar, 27 çekimser oya karşılık 486 oyla cumhurbaşkanı seçildi. 1957 seçiminde ise muhalif milletvekilleri, seçimin yapıldığı oturuma katılmadı ve Bayar sadece DP’li 413 milletvekilinin oyuyla cumhurbaşkanı oldu. 

Bayar her ne kadar parti başkanlığından ayrılsa da milletvekilliği ve DP’ye mensubiyetini devam ettirdi. Hatta seçim çalışmalarına bir partili olarak katıldı. Gerek bu durum gerekse Bayar’ın bazı uygulamaları, cumhurbaşkanının “tarafsızlığına gölge düşüren” tavırlar olarak CHP tarafından tenkitlere uğradı.

Türkiye’de partili cumhurbaşkanı uygulaması 27 Mayıs askeri darbesine kadar devam etti. Darbe sonrasında halkoylaması ile kabul edilen 1961 Anayasası ile “tarafsız ve partisiz cumhurbaşkanı” sistemine geçilerek seçilen kişinin partisiyle ilişkisinin kesilmesi esası getirildi. Ancak bu sefer de cumhuriyet tarihinde “asker cumhurbaşkanları” dönemi başladı. 

Kaynaklar: A. Arslan, “Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı ile Siyasi Parti Üyeliğinin Birbirinden Ayrılması Süreci”, ATAM, 1996, S. 37; B. Yıldız, Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Tartışmaları, DEÜ AİİTE Yüksek Lisans Tezi, İzmir, 2019; M. Erdoğan, 1923 Seçimleri, AÜ SBE Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 2000. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Tayyip hocasından aldığı dersi uygulamış. Ayyaş ayyaş derken aslında kafasında hep o vardı. Aklında hep Atatürk olduğundan sürekli onu zikrediyordu. Atatürkten meğer ders alıyormuş. Atatürk bir kere yapmıştı ben niye yapmayayım diyordu. İdolü Atatürktü. Türkiyeyi 100 sene geriye götürmesinin nedeni idolü Atatürktü. O yaptıysa ben neden yapmayayım ki diyordu. Zaten Atatürkçüyüm diyenler de bu tek adam rejimine geçiş sürecinde oh olsun, ohhhh, ohhhh diyerek yeni rejimi benimsediklerini göstermişlerdi. Çünkü bu yeni rejim Atalarının tek adam rejimi gibiydi. Yani özlem duydukları rejim. Ve bu rejimi Tayyip gerçekleştirse bile saygı duydular ve o kadar hoşlarına gitti ki bu süre zarfında sadece oh olsun dediler, yenikapı ruhu oluşturdular, tank paletten ve 3600 ek göstergeden bahsettiler. Laiklik, cumhuriyetin değerlerinden hiç ama hiç bahsetmediler. İran oluyoruz demediler gizlice sempati duydukları tek adam irana karşı. İrtica tehditi Atatürk ve İnönü tek adam devri gittikten beri gündemdeydi ama ne zaman ki Tayyip tek adam rejimi kurdu, Atatürkçüler büyülendiler ve bir kez bile olsun yıllarca irticadan bahsetmediler, irticayı tartışmaya açmadılar. Bu süre zarfında sadece oh olsun dediler. Çünkü Atatürkçüler tek adam rejimine inanıyorlar. Biliyorlar ki Tayyipin kurduğu tek adam sistemine sonra kendileri geçecek. Aralarında bir anlaşma yaptılar. Tayyipin kurduğu rejime yani muhaberat rejimine, İrana yakın ve dost rejime seslerini çıkarmadılar hatta bunu maskelemek için Cumhuriyetin değerlerinden, Atatürkün batılılaşmasından bahsetmediler. Adeta kendi kurdukları Türkiye Cumhuriyetini kendileri yıktılar. Çünkü tek adam rejiminde Tayyipin koltuğuna Kılıçdaroğlunun oturacağı günü aç köpeğin yemek beklemesi gibi beklediler. Çünkü özlerinde Tayyip ile aynı özellikleri gösteriyorlar. O yüzden ergenekon Tayyipe destek verdi. Çünkü tek adam gücüne tapıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti Hukuk Devleti yıkılırken tek adamcı çağdaş ve islamcılardan tek ses çıkıyordu. oh olsun. Çünkü islamcının içini açıp çağdaşın içi ile kıyaslarsan aynı şey görülecektir. Güç, üstünlük, ezme, yok etme. O yüzden Hukuk Rejimi yok edilirken ortak hareket ettiler ve hiçbir alternatif ses çıkmadı, oh olsun haricinde.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin