Türkiye’de bir zamanlar herkes biraz Ülkücüydü!

SALİH HOŞOĞLU | YORUM

Ülkü Ocakları eski Başkanı Sinan Ateş cinayeti vesilesiyle Türkiye yine Ülkücüleri tartışıyor. Cinayetin işlenmesinin ardından birkaç yazı ile 1980 öncesi Ülkücü Harekete ve Ülkücülüğün o günkü durumuna kendi çevremden ayna tutmaya çalıştım. O zaman yazmayı planladığım devam yazıları araya başka şeyler girdiği için akim kalmıştı. Yeniden alevlenen tartışmalara katkı sağlayacağını umarak devamını yazıyorum.

Türkiye’de siyasal yönelişleri belirleyen en temel faktörlerden biri merkez-çevre ayrımıdır. Şu an yaşanan bölünmüş Türkiye’yi  anlamak için 2. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak fikri ve sosyal gelişmeleri irdelemek gerekir. Sol hareketler, İslamcılık ve Ülkücülük 1950’lerde başlayıp 1970’lerde hızlanan köyden kente göç olgusuyla birlikte daha görünür oldular, ivme kazandılar. Şehre göçen, ancak büyük bir yabancılaşma yaşayan, ve kendisine bir sığınak arayan kitlelerin yöneldiği merkezlerden biri de, özellikle gençler için, Ülkücülük oldu.

Bu yönelişi tetikleyen/kuvvetlendiren faktörlerin belki de en önemlisi Cumhuriyet aydınlarının büyük çoğunluğunun kendi kültürüne karşı aldığı düşmanca ve aşağılayıcı pozisyondur. Bunu daha da kötüleştiren solcu grupların şiddete ve sokak hareketlerine dayalı faaliyetleridir. Türkiye’yi modernleştirme iddiasıyla girişilen inkılaplar bir müddet sonra devlete sahip olan ve inkılapların koruyucusu rolünü üstlenmiş ayrıcalıklı bir okumuş zümre oluşturdu.

Bu zümrenin önemli bir kısmı halkı hor görüyor ve milletin bütün tarihi müktesebatının yok edilmesi gerektiğine inanıyordu. Bu gayretler 1946’da çok partili hayata geçiş sonrasında kısmen gevşedi ise de, farkında olunarak veya olunmayarak, menfaatlerini kaybetmek istemeyen çevreler tarafından, askeri darbelerle ve devlet gücüyle canlı tutulmaya çalışıldı.

Ülkeyi modernleştirme adına girişilen bu tepeden inmeci dönüşüm gayreti zaman içinde devleti halktan koruma misyonuna dönüştü, günümüze kadar gelen toplumsal bölünme ile de Türkiye’nin modernleşmesinin önündeki en büyük engel haline geldi. Bu arada devreye giren toplum mühendisliği planları solcu ve ülkücü grupları şiddete yönlendirmede etkili olmuş görünüyor. Ancak Anadolu’da biraz dini hassasiyeti olan herkes asker ve sivil devlet bürokrasisine hakim olan bu zihniyete varoluşsal bir saikle tavır almaktaydı.

Seçimlerde onların itip kaktığı partilere özellikle oy veriyorlardı. Bunun bizim çevremize yansıması az da olsa dini hassasiyeti olan siyasi hareketlerin ciddi desteklenmesi şeklinde olmuştu. Tipik bir örnek olarak 1969’da yaşanan bir cenaze namazının çocukluğuma yansımasını aktarmak isterim. Çeşitli kaynaklardan okuduğumuza göre 1969 yılında Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenaze töreni Türkiye’de ciddi bir laik-dindar çekişmesine neden olmuş(tu). Daha önce yaptığı bir konuşmadan dolayı imamlar Öktem’in cenazesini kıldırmamışlardı, bir kısım protestolar yapılmıştı ve bu durum cami önünde ciddi bir gerginliğe sebep olmuştu. Tabii ki bu detayı daha altı-yedi yaşımda bilecek ve anlayacak halde değildim. O zaman bizim köyde kimse düzenli gazete okumazdı, arada sırada şehirden gelen bir gazete olursa okunurdu.

Televizyonu henüz gören yoktu, haberler bazen radyodan dinlenirdi. Cenaze hadisesinin üzerinden ne kadar zaman geçtikten sonra etrafımda konuşulduğunu bilmiyorum, sanırım 1970 yılıydı. Gazete okumayan, TRT’den başka radyo dinle(ye)meyen, okuma yazmayı askerde öğrenen ama dini bütün bir Müslüman olan babamın Öktem hadisesinde laiklere ve İnönü’ye karşı olan tepkisi çocuk aklıma kazınmıştı.

Devlet destekli ya da tepeden inmeci laik hayat tarzının siyasi bölünmeye katkısını gene kendi yaşadığım olaylardan aktarayım. Ortaokul son sınıfta üç katlı bir evin çatı katına taşınmıştık, okul döneminde bu evde kalıyordum. Bir alt katta lise çağında iki erkek çocukları olan Fatsalı bir aile vardı. O aile de bizim gibi devamlı burada oturmuyordu, çocuklar okula gittikleri için bu evi açmışlardı, okul zamanları dışında kalmıyorlardı.

Bazen sadece çocuklar kalıyor, bazen de ailelerinden birileri gelip çocukların yanlarında kalıyordu. İstememize rağmen onlarla hemen hiç temas edemedik ve dostluk oluşturamadık. Adamın bir bankada müdür olduğunu duymuştum. Çocuklar yakınımızdaki o zamanki adıyla Maarif Kolejine (Anadolu Lisesine) gidiyorlardı, bize göre çok “sosyete” idiler, bize tepeden bakıyorlardı ve çok mesafeliydiler.

Daha sonra ciddi solcu olduklarını öğrendik. O zamanlar Maarif Kolejleri Türkiye’nin en seçkin okulları arasındaydı ve toplamda sadece altı taneydiler. Bu kolej bizim yanıbaşımızda olmasına karşılık oraya nasıl girildiğine dair en küçük bir fikrimiz ve çabamız yoktu. Benim gibi ilkokulu köyde bitiren ve şehirde kaldığımız mahalledeki diğer çocukların şehir merkezinde bir okula gitmesine karşılık şehrin varoşundaki bir ortaokula giden birisi için orası uzayda bir yer gibiydi. Biz o evden lise ikinci sınıfın sonunda taşındık. Bu delikanlılardan birinin daha sonra Dev-Sol üyesi olarak bir polisin şehit edilmesi eylemine katıldığını öğrendim.

Üç katlı evin alt katında Fahri Bey adında Zileli genç bir adam eşiyle oturuyordu, taşınma döneminde onunla bir akrabamız vasıtasıyla tanışmıştık. Fahri Bey devlete ait bir fabrikada çalışan ülkücü bir Kürt’tü, bize bir akrabadan daha ileri bir dostluk gösteriyordu ve onlarla sık olarak görüşüyorduk. 1978 yılının başındaki hükümet değişikliği ile Milli Eğitim Bakanlığı CHP’ye geçmişti. Yeni Hükümet Eğitim Enstitülerine yeni alımlar yapmaya ve bu öğrencileri hızlı bir eğitimle kısa sürede öğretmen yapmaya karar vermişti.

Fahri Beyin tam da bu dönemde askerlik yaşı gelmişti. Askere gitmek yerine bu yeni eğitim imkanından faydalanmaya karar verdi ve bazı aracılarla Eğitim Enstitüsü’ne girmeyi başardı. Askerliğini erteletme işini de bir şekilde halletmişti. Normalde bu programdan altı ay gibi kısa bir sürede mezun olup öğretmen olması gerekiyordu ama okula başladıktan sonra solcu olmadığı farkedildiği için bu mümkün olmadı. Fabrikadaki işinden ayrılmıştı, mecburen hem okuyor hem de esnaflık yaparak ailesine bakmaya çalışıyordu. Son görüştüğümüzde okula başlayalı yaklaşık iki yıl olmasına rağmen henüz mezun olamamıştı.

Bizim üç katlı bir binada gördüğümüz bu sosyal ayrışma o günkü Türkiye’nin küçük bir kesitiydi. Günümüzde gençlerin bu ayrışmayı anlaması kolay olmayabilir. O günkü dünyada farklı bir güç dengesi vardı. Dünyanın yarısına hükmeden bir Sovyetler Birliği ve Demir Perde ülkeleri vardı. Sosyalizm fikriyatının yansımaları Türkiye’de büyük bir gençlik kitlesini etkiliyordu.

Türkiye dahil bütün dünyada şiddete başvurmaktan çekinmeyen çok güçlü sosyalist/komünist organizasyonlar ülkelerin korkulu rüyasıydı. İlginç olan Türkiye’de sol hareketlere yön verenler daha çok devlete yakın çevrelerdendi ve bir militarist azınlık diktası peşindeydiler.  Kendini solcu olarak tanımlayan bu çevreler dinle ilgili olan her şeyi zaten kökünden reddediyorlardı, bunun yanında bugün herkesin sahip çıktığı milli değerleri de hemen hiç kabul etmiyorlar ve yok edilmesi gereken, gereksiz hatta zararlı unsurlar olarak addediyorlardı.

Mesela İstiklal Marşı söylemiyor, söylenmesini de istemiyor ve Marşı sabote ediyorlardı. Sol sempatisi gençler arasında oldukça güçlüydü ve çok sayıda sol fraksiyon hayal ettikleri ülkeyi şiddet kullanarak kurmaya çalışıyorlardı. İşte bu cepheleşme içinde milli ve dini değerlere inananlar, özellikle gençler, Ülkücü veya Akıncı gruplardan birine intisap ediyordu. Geleneksel değerleriyle barışık her genç adeta bu gruplardan birine itiliyordu. Ülkücülük kültürel kırılmada veya ona direnme gayretinde bir ara istasyon işlevi görüyordu.

1 Yorum

  1. Allah’a şükür Türk köyünden olmamıza rağmen ne ben ne ailemden ya da yakın çevremden herhangi biri hayatının hiç bir döneminde ülkücü olmadı.
    Ülkücü geçmişi olan neredeyse herkesin aynen sizin gibi ah o eski ülkücülük muhabbetlerini özellikle hizmet içerisinde de çok dinledim.
    Ortak özellikleri kimseye karşı ırkçılık yapmadıklarını iddia etseler de her konuşmalarında ya Türk olmanın yüceliğinden ya Kürtlüğün Kürtçenin uydurma olduğundan ya da içimize sızmış hain ermeni, yahudi, rumlardan bahsedilirdi.
    Türklüğe toz konduramama devletin her zulmünü onaylama ülkücülüğün şanındandır.
    Darbeci Alpaslan Türkeş’e hayran olup sözde demoktat olmak da Hizmet-Ülkücülerinin ortak noktasıdır.

    Allah korumuş o insanlardan. Çok şükür (sayıları azalmasa da) Hizmet içerisindeki gürültüleri azaldı. Şimdi genellikle utanıp devlet güzellemeleri, Türk destanları saçmalığı vesaire anlatamıyorlar, insanlar tepki gösteriyor.

    Arada sizi görüyorum ülkücük nostaljisi yazıları yazan ama çok şükür o kadar.

    Allah bir insanı soyuyla sopuyla övünmekten; başkalarını milletleri, dış görünüşleri, aksanları veya atalarının yıllar öncesi (sözde) yapmış oldukları hatalardan dolayı suçlamadan uzak eylesin.

    Son Not: şuan Cübbeli Ahmet’in, Menzilin ve diğer sözde islami hareketlerin islama katkısı neyse, ülkücü hareketin islamiyete katkısı bunun yüzde biri bile değildir.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin