Türkiye: Ortadoğu’nun hasta adamı

ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN

Öncelikle şunu söyleyerek başlanmalı: Devletler jeopolitiklerini tümüyle kendi kendisine belirleyemez. Jeopolitik yalnızca tek bir ülkeyle alakalı bir saha da değildir – aksine, bir coğrafi konstellasyonda veya küresel sistemde tüm diğer aktörlerin göreceli gücüyle dinamik bir ilişki içinde belirlenen bir sahadır. Bir ülkenin bulunduğu coğrafi konum ve bölgesel konstellasyon, önemli bir dış politika belirleyicisidir. Ülkeler dış politik yönelimlerini – güvenlik politikaları da buna dâhil olmak üzere – jeopolitik gerçeklerden hareketle belirlerler. Bu nedenle dış siyaset ve güvenlik siyaseti alanlarında değişimler diğer politika sahalarına göre çok daha yavaş olur. Öyle ki, çoğu zaman bir değişim olduğu, uzman olmayanlarca anlaşılmaz. Çünkü günlük gazeteleri ve haberleri iyi takip eden dikkatli bir okuyucu bile dış politik ve güvenlik politikaları ile ilgili değişimi fark etmekte zorlanabilir. Dış politika ve güvenlik politikalarında keskin değişmeler veya kırılmalar, sadece belirli iç ve dış koşullarda olur.

Mesela bir ülkede meydana gelen sistemsel bir değişiklik, örneğin 1917 Ekim Devrimi sonrasında Rus İmparatorluğu’nun yerini Sovyetler Birliği’ne (SSCB) bırakması gibi bir değişim, böyledir. Ya da İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda meydana gelen uluslararası sistemin yapısına ilişkin değişim, birçok devletin dış ve güvenlik politikalarını bir kırılma ölçüsünde etkilemiş, majör değişiklikleri tetiklemiştir. Mesela Almanya ikiye bölünmüş, Birleşik Krallık küresel etkisini yitirmiş, Sovyetler Birliği ve ABD süper güç olmuştur. Yine, örneğin, Avrupa’nın batı ve doğu olarak ABD/SSCB güdümünde iki bölgeye ayrılmasıyla, coğrafi kavramlar olan ve koordinat belirleyen doğu ve batı terimleri siyasileştirilerek, mesela Türkiye ve Yunanistan “Batı Avrupa” sistemine dâhil edilmiştir. Yani uluslararası sistemde meydana gelen değişim, sadece fiziki haritalara değil, zihin haritalarına da etkide bulunmuştur.

TÜRKİYE’DE NE OLDU DA DEĞİŞİM YAŞANDI?

Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na irrasyonel bir şekilde “kaybedilen toprakları geri kazanmak” hedefiyle katıldı. Yani İttihatçılar savaşa katılmaya bir şekilde zaten karar vermişlerdi. Almanlarla anlaşınca savaşta Rusya’nın karşısında yer aldılar. Rusya’nın savaşı kaybedeceğini hesaplıyor, ‘Kızıl Elma’nın Rusya’nın geri çekileceği topraklarda olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle satın alınan iki Alman gemisi ve onların Alman personeli Rusya’nın Karadeniz limanlarını topa tutarken, oluşturulan bu yeni güç ittifakının Osmanlı Devleti’ni muzaffer edeceğini hayal ediyorlardı. Oysa jeopolitik gerçekler ve güç ilişkileri başka bir şey söylemekteydi. Her ne kadar söyleneni dinleyen kimse çıkmasa da!

Jeopolitik gerçekler bir tür matematiktir. Bugün dış politika ve güvenlik politikaları kırılmasıyla karşı karşıyadır Türkiye. Türk dış ve güvenlik politikası değişmiştir. Bu değişimi iyi ya da kötü gazete okuyan veya televizyondan günlük haberleri izleyen herkes fark ediyor. Küresel sistemde bir değişim mi oldu? Ya da Türkiye’de çok büyük bir sistemik kırılma mı yaşandı, Rus Bolşevik Devrimi’nin kapsayıcı etkisi gibi? Ne oldu, dış politika ve güvenlik politikalarında yaşanan kırılmayı haklı çıkartan?

RUSYA, 250 YILDIR DIŞ POLİTİKAMIZI BELİRLİYOR

Türkiye için oldukça uzun süredir – en azından son 250 yılda! – en birincil eksojen (dışsal) dış politika etkisi Rusya’dır. Cumhuriyetin kuruluşunu müteakip kuzeydeki büyük komşu olarak adlandırılan Rusya (ya da SSCB), İkinci Dünya Savaşı’na kadarki Atatürk ve biraz da İnönü dönemlerini içine alacak şekilde Türk dış politikasının ana tehdit algısında birincil derecede rol oynamış, Türk-Rus Dostluk Antlaşmaları ile kontrol edilmek istenmişse de, daima Rusya konusunda temkinli olunmuştur. Aynı algı savaş başladıktan sonra da sürmüş, Rusya’nın savaş dışındaki ve sonradan savaşa girdikten sonraki tutumu daima yakinen takip edilmiştir. Savaş sonunda, Potsdam Konferansı’nda ve SSCB’nin Türk hükümetine verdiği diplomatik notalarla tüm Marmara denizi ile İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının “SSCB ile ortak savunulması” için SSCB Türkiye’den bölgede askeri deniz üssü talep etmiştir. Dahası, aynı SSCB Kars ve Ardahan gibi Türk-Rus sınırına bitişik vilayetlerin kendisine bırakılmasını kapsayan “sınır düzeltimi” talebinde bulunmuştur.

Bunlar olurken, Türkiye’nin kendisini müdafaa şansı yoktu. Bir SSCB işgali – tıpkı Avrupa’nın doğusunda olduğu gibi – olası görünmekteydi. Bu oyunu bozmak için Türkiye ABD ile işbirliğine giderek Rusya’ya karşı bir güç dengesi oluşturmasaydı, bu planlar gerçekleşecekti kuşkusuz. Çünkü SSCB, tıpkı artçısı olduğu Rusya İmparatorluğu gibi Karadeniz’i tümden kontrol etmenin anahtarının Türk Boğazları olduğunu biliyordu. Ayrıca Bu anahtarın, Rusya’nın Akdeniz aktivitesinin belirleyicisi olacağının da farkındaydı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonunda artık başlamış olan iki kutuplu sistemde SSCB Türkiye’nin jeopolitik konumunu kendisi için çok hassas ve ehemmiyetli olarak algılamaktaydı. Türkiye’nin ABD ve NATO ile olan ilişkisinin başlangıç motivasyonu bu güç dengesi arayışıdır. Bugün topluma “Amerikan emperyalizmi” olarak kakalanan propagandanın tarihsel, kuramsal veya bilimsel hiçbir gerçek arka planı bulunmamaktadır. Bugün bunun dile getirilmesini “yerli ve milli” olmamakla eleştirenler, 1945-2000 yılları arasındaki hem sağ hem sol tüm Türk karar alıcılarını yerli ve milli olmamakla mı itham edeceklerdir?

YENİ BİR SOĞUK SAVAŞ İHTİMALİ

Soğuk Savaş 1991 yılında bitti. Yani SSCB parçalandı, 15 birlik cumhuriyeti birbiri ardına bağımsız oldu. Rusya Federasyonu, SSCB’nin ardılı olarak hem Birleşmiş Milletler’de Güvenlik Konseyi daimi üyeliğine – SSCB’den boşalan yere – geçti, hem de Ukrayna ve Kazakistan’da da bulunan nükleer balistik silahları kendi bünyesinde toplayarak, nükleer güç olma bakımından da SSCB’nin ardıl gücü oldu. Elinde dünyayı birkaç kez yok etme potansiyelinde nükleer envanter olan, konvansiyonel gücü ise şüphesiz dünyada en önde gelen bir ülkeden söz ediyorum. Öyle ki, Ukrayna ve Gürcistan konusunda silahlı güç kullanımında bulunmasına karşın, hatta Kırım’ı işgal ve sonrasında da ilhak etmesine rağmen, ABD ve müttefiklerinin kıllarını kıpırdatamadıkları bir yeni Soğuk Savaş’tan söz eden uzmanların sayısı giderek artıyor.

Bugün Suriye’de tehlikeli oyunlara girilen ve yeni ortak olarak kamuoyunda algı oluşturulan Rusya budur. Zaten kendisini saklamıyor, daha doğrusu buna gereksinim bile duyduğu söylenemez aslında. Rusya’nın Suriye’de beklentilerine daha önce değinmiştim. Askeri varlığı, özellikle de donanma aktiviteleri bakımından Tartus üssü, SSCB’den bu yana değişmeyen Suriye politikasının merkezi. Rusya’nın koyduğu hedeflerle ve o hedeflere ulaşmasını sağlayacak olan enstrümanlar arasında son derece açık bir rasyonalite var. Bir diğer ifadeyle Ruslar güçlerinin ne olduğunu biliyor. Hedefleriyle güçleri arasında simetrik bir ilişki kuruyor. Oysa Türkiye, hedefleriyle o hedeflere ulaşmaya yarayacak enstrümanlar arasında rasyonel bir denge kurabilmiş değil. Üretmediği silahların ve mühimmatın kullanıldığı her askeri operasyon büyük risktir. Çünkü bunların musluğu sizde değil, başka güçlerdedir. Dahası, ortada bir de devamlı değişen hedefler var. Amaç ne, Esad’ı mı devirmek, yoksa Kürtlerin bölgesini Esad’a mı vermek? Hangisi?

ABD VE NATO İŞBİRLİĞİ SONLANDI

Bunlardan çok daha önemli olmak üzere, Türkiye ABD ve NATO işbirliğini fiilen sonlandırmış durumda. Artık Türkiye için ABD bir düşman. Bunu dillendirmekten çekinmeyen, her fırsatta toplumunu olası bir ABD ile köprüleri tümden atma krizine hazırlayan bir propaganda makinesi var, işlemekte olan. Hukuken NATO’da olmak ya da retorikte ABD’nin ortağı olmak, herkes farkında ki artık fiiliyatta geçerliliğe sahip değil. ABD askeri unsurlarıyla karşı karşıya gelme tehlikesinin arttığını dünyanın önemli medya organları söylemekte. Hatta ABD’nin askeri ve sivil görevlileri de aynı risklere dikkat çekmekte. Türkiye’de mevcut hava ise, “ezer geçeriz” şeklinde, son derece hamasi ve akıldan uzak bir tutum.

O halde yeniden soralım, jeopolitik olarak ne değişti de Türkiye’deki rejimin karar alıcıları böyle bir dış ve güvenlik politikaları değişimine gerek duydular? Değişen algıların rasyonel olarak izah edilebilecek bir tarafı var mı? 1990’larda Çekiç Güç’e ev sahipliği yapan, Kürtlere korunaklı uçuşa yasak bölgeyi kendi toprakları üzerinden hayata geçirtmeye izin veren, hatta ABD ve müttefik hava kuvvetleriyle ortak hareket eden Türkiye’ydi, başka devlet değil! Yine, kuzey Suriye’de İncirlik üzerinden ABD unsurlarıyla beraber Suriye’de Kürtlere güvenlikli bölge kurulmasına, hava sahası kontrolünün ABD tarafından bu vesileyle yapılmasına izin veren ve bu yazı yazıldığı anda hala da izin vermekte olan Türkiye’ydi, başka devlet değil. O halde bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demezler mi? Hangi gerekçelerle ABD’yi düşman belliyor Türkiye? ABD’nin PYD’ye verdiği silahlar mı? Komik olmayalım. PYD’nin bölgeyi kontrol etmesinde önemli bir köse taşı olan Kobane’de Türkiye değil miydi, Irak Kürdistan’ı güçleri olan Peşmerge’ye Türk sınırlarını açan ve onları kendi topraklarından Kuzey Suriye PYD bölgesine intikal ettiren? Bunu başka bir yönetim mi yaptı!

ERDOĞAN VE ÇEVRESİNİN HEDEFSİZLİĞİ

ABD de dünya da bu gerçekleri biliyor. Türkiye’de sadece Erdoğan ve yakın çevresini gözeten ve onların çıkarlarına göre yeniden belirlenen bir dış ve güvenlik politikası var. Bu politikaların dayanağı jeopolitik veya güç dengesi arayışları falan da değil. Türkiye ne istediği, neyi hedeflediği belirsiz bir politik çizgiyi bu nedenle değiştirip duruyor. Jeopolitik koşullar yerli yerinde duruyor. Savrulan, Türkiye’nin dış politik çıkarları, güvenlik beklentileri, ABD de Rusya da artık Türkiye’nin zafiyetlerinden fayda devşirmeye hazır iki büyük güç ve Türkiye fiilen bu iki güçle sınır komşusu. Tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasında Britanya ve Fransa ile olduğu gibi. ABD ile bilemem, ama Rusya, son 250 yıldır Türkiye toprakları hususundaki algısını değiştirmedi. Jeopolitiği olduğu gibi reel politiğe çeviren bir güç olan Rusya ile Ortadoğu cambazlığı yapmak son derece tehlikeli. Ancak kendi bekalarına odaklanan yöneticiler için bunun zannedersem hiçbir kıymeti harbiyesi yok. Vatikan’da bir buçuk milyar Müslüman’ın temsilcisi rolünü oynayanlar, sadece içeriden gelen alkışlara odaklanıyor, iç politika illüzyonu ile halka narkoz uyguluyor. Bu şartlarda Türkiye Ortadoğu’daki hasta adam.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Hasta adama tahammulun sebebi hangisi olabilir?

    1- hastaligin tum bagisiklik sistemini cokertmesini bekliyor olmak,

    2- hastanin virusten kurtulmasini bekliyor olmak.

    Batinin son yuzyilda, ozellikle son ceyrekte ve Avrupa ozelinde moral degerlere daha cok yonelmis olmasindan, tekvini emirlere uymanin tabiatlarinda da bir iyilesmeye vesile olmasindan bahsedilebilir mi? Batinin, doguya hamileligi gerceklesti mi?
    Bu durumda idealizme saplanmasak da ikinci durumun dogruluk payi yuksek diyebiliriz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin