Tercih

(Bu yazı memlekette işini kaybeden, ama çocuklarının ileride utanmayacağı binlerce onurlu meslektaşım için yazılmıştır!)

Yorum | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

2006 yılıydı. 2005’te Almanya’da doktoramı bitirmiş, Augsburg Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde bir yıl ders verdikten sonra idealist nedenlerle Türkiye’ye gidip bir devlet üniversitesinde çalışmaya karar vermiştim. Hiçbir tanıdığım ve torpilim yoktu. Ama kararlıydım, kendi memleketime ve insanıma hizmet edecektim. Almanya’da Bavyera Eyaleti’nin “Elit Araştırmacı Programı” adlı bursunu kazanmış ve doktora derecemi en yüksek not olan “summa cum laude” ile bitirmiştim. Kocaeli Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent olarak atandığımda Haziran 2006’ydı. 2007 sonunda, yani göreve başladıktan yaklaşık bir buçuk yıl sonra, Üniversitelerarası Kurul tarafından yapılan Doçentlik Sınavını hem eser aşamasında gem de 5 kişilik bilim jürisi sözlü sınavında ilk seferde geçerek Doçent olmuştum.

Üniversitede çalışmaya başlar başlamaz bölümde bölüm başkan yardımcılığı ve İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde dekan yardımcılığı görevlerine atandım. Hem verdiğim onlarca derse, hem akademik çalışma ve yayınlara, hem de idari görevlerime tüm gücümle yetişmeye çalışıyordum. Bu arada da Türkiye’de üniversite kurumu nasıl çalışır, içindeki dinamikler nelerdir, bunları anlamaya çabalıyordum. İster istemez her şeyi Almanya’nın yüksek öğretim sistemiyle kıyaslıyordum. 15 yıl Almanya’da yaşamış, lisans-yüksek lisans eğitimi ve doktorayı Almanya’da tamamlamış, Alman üniversitesinde ders vermiştim. Almanya’da ayrıca sosyal pedagog olarak Münih Belediyesi’ne bağlı Münih Gençlik Dairesi’nde yıllarca çalışmıştım. Türkiye’den 1991’de 19 yaş sonunda ayrılmıştım. Türkiye’yi tanımıyordum. Daha doğrusu benim tanıdığım Türkiye ile diğer “Türkiyeler” arasında uçurumlar olduğunu bilmiyordum.

“Kılık Kıyafet Özgürlüğü” imza kampanyasına destek verdim

Kocaeli Üniversitesi’nde 2006-2007 döneminde kendini mütedeyyin olarak niteleyen İslamcı öğretim üyeleriyle üniversitenin “laik” yönetimi arasında belirgin bir gerilim, bir çıkar çatışmasını andıran bir tansiyon vardı. Fakülte Kurulu ve Fakülte Yönetim Kurulu toplantılarında da, enformel ortamlarda da, kendi kişisel gözlemlerimle de algıladığım bir kutuplaşma mevcuttu ve bu kanımca üniversitenin akademik olması gereken ortamıyla uyuşmuyordu. İnsanların farklı dünya görüşleri olması, farklı ideolojilere inanması veya birbirinden farklı fikirleri ve düşünceleri olması normaldi. Oysa bunun Kocaeli Üniversitesi’nde normal olmadığına dair ciddi belirtiler vardı. Yevmiye ve yolluklu akademik konferans görevlendirmelerinden mesleki yükseltmelere, idari görevlendirmelerden ders saati belirlenmesine, akademik kurullardan öğrencilerin muhtelif talep dilekçelerine verilen yanıtlara kadar her şey fazlasıyla hasmane, önyargılı ve objektiflikten uzaktı. Adeta her klik üniversiteyi komple denetim altına almaya, diğer kliklere yaşam hakkı tanımamaya kararlıymış gibi mücadele ediyordu. Laikler İslamcıları engellemeye çalışıyor, İslamcılar 28 Şubat’tan gelen intikam hisleriyle laiklere hiç güvenmiyor, onları mevcut AKP iktidarı içinde boğmaya ve elimine etmeye çalışıyordu. Üniversitelerdeki kılık-kıyafet yönetmeliği, İslamcıların elinde önemli bir argümandı. Başörtülü öğrencilerin yerleşkeye girişi yasaktı ve ben – aile ortamımda başı kapalı kadın olmamasına karşın – bu durumun son derece yanlış ve dışlayıcı bir uygulama olduğuna inanıyordum. Bu nedenle 2007 yılında imzaya açılan “Kılık Kıyafet Özgürlüğü” imza kampanyasına destek verdim. Yeni doçent olmuştum. Henüz doçent kadrosuna atanmamıştım. Yani doçent unvanını kullanma hakkım vardı, ama ders ücretlerimi ve maaşımı hala yardımcı doçent olarak alıyordum. Bu özlük haklarımın verilmesi için üniversite yönetiminin kadro açması ve benim de bu kadroya atanmam gerekiyordu. Tamamen bürokratik bir prosedürmüş gibi görünse de, bunun böyle olmadığını yaşayarak öğrenecektim.

Dekanın etik olarak sorunlu kadro teklifi reddettim

İmza kampanyasıyla aynı günlerde, Fakülte Yönetim Kurulu doçent seçimi vardı. Dekan kendi yakınında olan birini, İslamcılar ise kendi adaylarını bu pozisyona getirmek istiyordu. Ben arada kalmış, kime destek olmam gerektiğini düşünüyordum. Benim oyum seçimde belirleyici olacaktı; çünkü iyi grubun da oyları birbirine üstünlük kurmaya yetmiyordu.

Dekan bir gün beni yanına çağırdı ve bana doçentlik kadrosu teklif ederek, oyumu kendi adayına kullanmamı istedi. Yüzümdeki şok ifadesini gördüğü için hemen B planını da sunarak, istediğim takdirde beni bu pozisyona aday göstermeyi teklif etti. Yani hem doçent kadrosuna atanacak, hem de Fakülte Kurulu’nda doçent temsilcisi olacaktım. Ben bu etik olarak sorunlu teklifi reddettim ve teklifin etik olarak sorunlu olduğunu da diplomatik bir cümleyle dekana ilettim. Dekan acı bir tebessümle “sen bilirsin” dedi.

Artık kara listeye girmiştim

Hem başörtüsüne özgürlük talep etmiş, hem de seküler fakülte yönetimine karşı İslamcılarla aynı kampta yer almıştım. Aslında tek istediğim özgür irademle bağımsız olarak hareket etmekti. Ama ben ve diğerleri maalesef aynı dili konuşmuyorduk! Türk filmlerindeki “biz ayrı dünyaların insanıyız!” repliği kulaklarımda çınlıyordu.

Bu olaydan sonra İslamcılar yanımda hararetle demokrasi nutukları atmaya başladılar. Onlara desteğim sayesinde kendi arkadaşları Fakülte Kurulu’na girmeyi başarmış, kurulda dengeler değişmişti. Böylece fakültede daha etki hale gelmiş, güçlenmişlerdi. Yanımda defalarca AB kriterlerinden, normalleşme ve demokratikleşmeden, liyakatten, ilkelerden bahsediyorlar, “ulusalcıları” kıyasıya eleştiriyorlar, “derin devletin” artık Türkiye’de iktidarı adım-adım kaybedeceğini muştuluyorlardı. Benim seküler ailemse yaptığımın büyük bir hata olduğunu ve “bu dincilere güvenmenin” telafisi olanaksız bir büyük yanlış olduğunu söylüyordu. Ben onlara büyük bir kendine güvenle açık toplumun, dindar ve Kürtleri sisteme entegre edecek bir cumhuriyetin çok daha güçlü ve özgür bir toplum oluşturacağını anlatıyordum. O dönem hastalığının başlangıcında olan babam bile, hastaneye düşmeden kısa süre önce, o kendine has üslubuyla beni eleştirmiş, “Türkiye gerçeğini” bilmediğimden dem vurmuştu. Bense evrensel demokrasinin ortak ilkemiz olması gerektiğini savunuyordum.

Muhafazakârların, “müspet” ve “müspet olmayan” ayrımı

İlerleyen yıllarda Yalova Üniversitesi’ne geçtim ve oradaki “muhafazakâr ekibin” Kocaeli Üniversitesi’nde gücünü yitiren laiklerden yöntemsel bazda hiç de farklı olmadığını gözlemledim. Kendine dindar veya muhafazakâr diyenlerin nasıl insanları “müspet” ve “müspet olmayan” diye kategorize ettiğini defalarca yaşadım. Bir rektör yardımcısının kendi oğlunu bir araştırma görevlisi kadrosuna atattırmak için nasıl ALES notunu tahfif ederek yükselttiğini ve altta kalan adayın hakkını yediğini, bir Alevi memurun sadece adı “Devrim” olduğu için nasıl ötekileştirildiğini, “fazla özgür” kadın araştırma görevlilerinin nasıl ahlaksız ve hafif olarak algılandığını ve ilerlemelerine engel olunduğunu, sadece namaz kılıyor diye birilerinin nasıl kılmayanlar karşısında tercih edildiğini gözlemledim. Üniversitenin nasıl kadrolaşma için bir çiftlik olarak kullanıldığını, yetkinlik değil sadakat ve hatta biat olgusunun esas alındığını yaşadım.

Kendini koruma ve ortama ayak uydurma ile ilkeler ve etik arasındaki dayanılmaz uçurum arasında geçen yıllarda, giderek ilkelerimden daha fazla taviz vermeye mecbur kaldığımı fark ettim. Öğrencilerime ve derslerime sığınarak da artık bunu absorbe edemediğimi gördüm. Ne yapmalıydı? Bazı akademisyen arkadaşlarımdan Türkiye’yi benden iyi tanıdıklarına inandıklarıma yaşadıklarımı ve duygularımı anlattığımda, onlar bunun “taşra üniversitesi sorunları” olduğunu söylüyorlardı. Onların söylediklerini inandırıcı bulmasam da, inanmak istiyordum. Çünkü artık Türkiye’deydim, eşim ve iki çocuğumla bir düzen kurmuştum. Opsiyon penceresi çok geniş değildi.

Medeniyet Üniversitesi’nde de “aynı terane!”

Derken bu düşüncelerle İstanbul Medeniyet Üniversitesi’ne geçtim. Orada iki İslamcı grubun rektör ve rektör yardımcısı liderliğinde birbirlerine karşı cephe aldıklarını ve birbirlerini elimine etmeye çabaladıklarını görecek, “yine mi aynı terane!” demek zorunda kalacaktım. Medeniyet Üniversitesi’nde geçirdiğim birkaç ay içinde bu berbat gruplar arası mücadele ve sonuçlarından tiksinerek, kendimi bir vakıf üniversitesine atacaktım. Orada da Gezi Parkı eylemlerindeki orantısız polis şiddetini eleştiren tweet’lerim nedeniyle AKP’nin üniversite yönetimine yaptığı baskılar sonucunda rektörden uyarı alacaktım. Rektör çok beyefendi biriydi ve karşımda beni “uyarırken” nasıl ezildiğini hala hatırlarım. Ve kendisine bu nedenden bile saygı duyarım. Fakat sonuç değişmeyecekti. Türk akademisindeki siyasi çalkantılar, ilkesizlik, ideolojik kamplaşma, hizipleşme, ötekileştirme, baskılar, düşünce özgürlüğü konusundaki dipsiz sorunlar arasında, gelen yeni bir teklifle Türk-Alman Üniversitesine transfer olacaktım. Umudum Almanların bu üniversitenin konsorsiyumunda bulunmasıydı. Devlet üniversitesi de olsa, Türk-Alman Üniversitesi’ndeki “Alman” ibaresinin akademik özgürlükler bakımından diğer üniversitelere oranla bir fark oluşturacağını düşünüyordum. Dekan vekili olarak atandığım bu kurumda, sistemi içerden değiştirmek türü idealizmimin en fazla ayakları yere basan olanağıyla karşılaştığıma inanıyordum. Artık kendi fakültemde istediğim ve aradığım o evrensel ilkelerle hareket edecek, herkese iyi bir yönetimin nasıl olacağını gösterecektim. Objektif ve yansız olacak, insanların özlük haklarına saygı duyacak, gençlerin önünü açacak, şeffaf ve hesap verebilir şekilde hareket edecektim.

Sistem içerden düzelmiyor, idealistleri kendine uyduruyordu

Çok geçmeden bu kurumda da büyük hak ihlalleri olduğunu görecek, Alman ortaklarımızın projenin geleceği için bunları nasıl görmezden geldiğini gözlemleyip derin bir hayal kırıklığı daha yaşayacaktım. Sistem içerden düzelmiyordu – aksine sistem idealistleri öğüterek onları kendine uyduruyordu. Bir karar vermem gerekiyordu. Son bir gayretle gördüğüm çarpıklıkları düzeltmeye giriştiğimde, karşımda rektörü, koordinatörün sağır kulaklarını, Almanların “tatil modunda” Türkiye’de görevlendirilmiş yaşlı kıdemli profesörleri, kapalı kapılar ardında yapılan al-ver ilişkilerini, arada harcanan asistanları, idari personelleri hüzünle görüp, aynı soruya geri dönecektim: ne yapmalıydı?

Bugün o akademiyi ve o Türkiye’yi terk edeli üç yıl geçmiş! Kanada’da devam ettiğim akademik kariyerimde Humboldt burslusu olarak Almanya’da bir üniversitede araştırma yapıyor, bol-bol düşünüyor, anlamaya çalışıyorum: ne oldu? Biz neler yaşadık? Türk akademisi nereye gidiyor? Bir çıkış var mı? Mesleğinden hukuksuzca KHK’larla atılan – bu satırların yazarı gibi – binlerce meslektaş parlak beyin, Türkiye’den kaçmaya çalışıyor. Şanslı olanları kaçıyor ve kendine ve çocuklarına yeni bir hayat kuruyor. Diğerleri baskı ve zulüm altında, mesleklerini yapma hakları olmaksızın yaşam mücadelesi veriyor. Seyahat özgürlükleri yok. Paraları yok. Perspektifleri yok!

Bir akademisyenin beyniyle değil, kalbiyle yazdığı bir yazıdır bu!

2006’da genç bir doktor ünvanlı akademisyen olarak Alman vatandaşlığını bırakıp Türkiye’ye hizmete giden – aptallık derecesinde idealist ve vatansever – bir akademisyenin beyniyle değil, kalbiyle yazdığı bir yazıdır bu! Bu aslında binlerce diğer meslektaşın öyküsünden çok da farklı olmayan hikâyesidir. 12 yılın üç sayfada özetidir, birçok detaya yer vermeyerek yazılan. Yazılacak o kadar çok şey var ki? Benim 2007’de destek verdiğim, kendileri, eşleri veya kızları için imza verdiğim o “muhafazakâr demokrat” meslektaşlarımdan geriye faşizme methiyeler düzen bir grup propagandist kaldı! Onlar artık “iyi görevlerde”, rektör, rektör yardımcısı, YÖK üyesi, SETA çalışanı, dekan. Bense onlar gibi “müspet” bir insan olmadığımın bilinciyle, çocuklarının utanmayacağı babası Mehmet Efe Çaman. İşte bu nedenle tercihimden dolayı hiç pişman olmadım.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. Kıymetli hocam,

    Aynı yaşlarda ve hemen hemen aynı durumdayız.

    Mesleği olmayan ve yurt dışında…

    Elden gelir bir şey yok.

    Bu da insan kalitemizle ilgili. Oysa ne hayaller kurdum. Ağır Ceza reisi bir arkadaşımla ( şimdi ihtimal gelebileceği en üst statudedir) ne güzel özlemlerimiz vardı.

    Bir oy tartışması sonrası bir daha da görüşmedik.

    Telefonuma cevap vermedi.

    Yaşamın en canlı olduğu 15 ile 40 yaşları arası beraberdik.

    Ben şimdi dünyanın bir ucunda konuşacağım bir dostun ihtiyacı içindeyim.

    Yine hayaller kurmak ve bunları bir arkadaşımla paylaşmak istiyorum.

    İkisinden de yoksunum.

    Dedim ya, yapacak bir şey yok.

  2. Keşke onlar da inandık dedikleri Allahlarının karşısına sizin kadar hür vicdanla çıkabilselerdi..

    Keşke çocuklarınıza karşı hissettiğiniz sorumluluğun az bir kısmını ilahlarına karşı şuurlarında canlı tutsalardı..

    Ahlaklı ve hakkaniyetli kalsalardı..

  3. SİZ YÜZDE ON LÜK DİLİMDESİNİZ…..

    Kürt,Türk, solcu-sağcı fark etmez, akademisyen yada diğer bütün sosyal gruplardan ancak sizin gibi karakter sahibi yüzde onluk bir dilimdir.
    Acı ama gerçek Türkiye halklarının yüzde doksanı kalpaktır. Bunu müşahade etmişim. Makyavelistdirler. Maddi menfaat her şeyin üstündedir.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin