Taşrayı merkeze taşıma ve illegalite [Türk Sağı’nın hikâyesi-11]

Hatırlarsanız bu serinin ilk yazısında Cumhuriyet’le birlikte sağ ve sol kavramlarının ufak bir değişime uğradığını, çünkü Osmanlı’da ‘sağ (muhafazakâr) politika’ diyeceğimiz şeyin Cumhuriyet’te kaybolduğunu, bu arada yeni dönemde yeni bir ‘sağcılık (muhafazakârlık)’ üretilmek zorunda kalındığını öne sürmüştüm. 1970’lerin Soğuk Savaş ortamı bu kırışıklığı ‘ütüleme’ imkânı sundu ‘sağ’ politikaya. Çünkü ‘devletin bekası’ problemi ortaya atıldı. 1950’de ortaya çıkan Demokrat Parti fenomeni, Tek Parti Türkiye’sine kıyasla, ‘yenilikçi ve reformcu’ olarak adlandırılmalıydı ve Tek Parti dönemi de ‘solcu’ değildi. CHP’de ‘sol’ yaklaşımlar, 1960’ların ortasında ‘ortanın solu’ söylemiyle ve Bülent Ecevit’in çabalarıyla açığa çıkacaktı. Nitekim ‘muhafazakârlar’, bu gelişmenin üzerine Güven Partisi adıyla partiden ayrıldı.

MERKEZ-ÇEVRE OKUMASI NEDEN HÂLÂ GEÇERLİ?

Ancak Demokrat Parti’nin de sol ya da sağ gibi dertleri yoktu. Bugün ‘sağcı’ dediğimiz bazı isimler Tek Parti döneminde yaşadıkları baskıdan sıyrılmak için DP çatısı altında bulunmuşlardı ama DP’nin son yıllarında Sovyet Rusya’ya yakınlaşan bir dış politika benimsediği de ortada. Bu türlü problemlerden dolayı rahmetli Prof. Şerif Mardin, Türk siyasetini sağ-sol kavramlarından ziyade ‘merkez-çevre’ ikiliği üzerinden okumamızı öğütledi. Cumhuriyet kurulduğunda, her katmanda ‘merkezi’ Tek Parti dediğimiz örgütlenme tutmaya başlamıştı. Bu kabaca, sırasıyla şöyle bir yapılanmaydı: Mustafa Kemal Paşa (kurucu cumhurbaşkanı) / Kabine (politik oligarşi; değişken) / Meclis (cumhurbaşkanı belirliyor) / Ankara’dan il merkezlerine uzanan bürokrasi… Bu noktada yargının 27 Mayıs’a kadar ‘ayrı erk’ olmadığını hatırlatalım. Osmanlı’dan tamamen bir ‘kopuş’ gerçekleştiği için de Türkiye’nin en ucundaki şehirlerde bile ‘elit’ diyebileceğimiz ‘merkez’ pozisyonundaki önde gelenler, çoğunlukla bu hiyerarşiye göre hizalandı. Osmanlı’dan bu yana bulundukları şehirlerde ticari ya da siyasi etkinliği olanların bazıları tasfiye oldu, bazıları da yeni düzene uygun şekilde etkinliğini sürdürdü.

Bu yeni ‘merkez’ Tek Parti’nin mutlak iktidarda olduğu 1923-50 arasında olgunlaştı. Bu arada bir askerî-sivil bürokrasi oluştu. Yine Osmanlı’dan devamlılığı olan kurumlar vardı ve yenileri de açıldı. Ankara ‘yeni merkez’ olarak benimsendi ancak İstanbul’un geleneği (Osmanlı şehir kültürü bağlamında) taşıyıcılığı da sürüyordu. Tuhaf bir şekilde İstanbul’un bu gelenekle bağını koparan da, şehrin çehresini tamamen değiştiren, devasa yollar, bulvarlar ve köprüler yapan ‘sağ iktidarlar’ oldu hep. Ancak sağ iktidarların asıl ‘başardığı’ şey bu ‘merkezin’ devinimini sağlamasıydı. Demokrasi biraz da bu demektir: Merkez-çevre ikiliğinde eğer kan değişimi sağlıklı biçimde olmazsa, sistem hata verir. Nitekim DP’nin bir askerî darbe ile devrilmesi, bu çeşit bir sıkıntıya yol açacaktı. (O dönem için DP’nin otoriterleşen politikalarına farklı bir çözüm bulunabilir miydi? Elbette. Ama pek üzerinde durulmamış anlaşılan.)

İMTİYAZLILAR VE İMTİYAZSIZLAR

Öte yandan 1960 ve 70’lerde DP’nin doğal seçmeni olarak algılanan ‘sağ, muhafazakâr’ kitlenin çeşitlenmesi, zenginleşmesi ve şehirlileşmeye başlaması, çevrenin merkeze doğru hareketinin göstergeleriydi. Geçen yazıda bahsettiğim gibi önce DP, ardından Demirel’in Adalet Partisi ve Erbakan’ın Milli Selamet Partisi, taşralı dindarları ve tarikat ehlini ‘merkeze’ taşımaya başlamıştı. Sağ siyaset açısından ‘siyasî temsilin’ en önemli getirisi de bu olarak görüldü hep. Sağ politikacılara göre Türkiye’de iki sınıf vardı: İmtiyazlılar ve imtiyazsızlar. İlki, Tek Parti döneminde toplumun ‘üst kesimlerinde’ yer almış, hiyerarşide Tek Parti sayesinde üst sıralara tırmanmış ayrıcalıklı kesimdi. İkincisi ise bu süreçte sosyo-ekonomik anlamda ‘dışlanmış’ kesimdi. Bu sebeple sağ politikacılar hayat tarzları uyuşmasa bile, ‘dışlanmış’ kesimlerle dayanışmayı önemsedi. Zira kendilerini ‘merkezde’ tutan şey de, o insanların vereceği oylardı.

Bu noktada merkez-çevre ikiliği açısından kritik bir soru karşımıza çıkıyor: Peki, sağ partileri ve siyasetçiler nereden türedi? Tek Parti ve sonrasındaki post-darbe süreçleri için ‘acımasız baskıcı vesayet dönemi’ nitelemeleri yapılsa da, 1950’lerden günümüze kadar ‘sağ siyaseti’ taşıyabilecek kadar ‘merkez’ figürü bulunabiliyordu. Demirel, Erbakan ve Özal’ın ortak özelliği İTÜ’de mühendislik okumalarıydı. Demirel ve Özal, ‘gözde bürokrat’ olarak öne çıkmıştı. Erbakan, 1967’de Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne (TOBB) genel sekreter seçilebilmişti. Erbakan ve Özal’ın tarikatlarla bilinen ilişkileri vardı. Daha sonra bu isimler kendi siyasî partilerini kurup kendilerine yakın görüşleri savunacak isimleri ‘merkeze’ taşımayı başarmışlardı. Anadolu’dan gelen parlak ve dindar gençler, iyi üniversitelerde okuyarak, yabancı dil bilerek ya da yurt dışında doktora yaparak rahatlıkla sosyal statülerini yukarıya taşıyabilmişlerdi. Bugün yargı ya da güvenlik bürokrasisinde ‘muhafazakâr’ olarak bilinen çoğu kimse bürokrasiye adımını bu yıllarda atacaktı. Buna paralel olarak Türkiye’nin taşralı, dindar, orta hâlli tüccarları da işlerini büyütmüş, gözlerini İstanbul ve Ankara’ya dikmişti [1].

KUTUPLAŞMA, OLASI İYİ SENARYOLARI YOK EDER

1970’lerdeki kutuplaşma, bir nevi ‘safları sıklaştırma’ hamlesi olarak dikkat çekiyor. 1974’te Erbakan ve Ecevit bir araya gelerek bir koalisyon kursa da 1970’lerin sonu Milli Cephe hükümetlerine sahne olmuş ve ‘sağcılık’ yeni bir form alma aşamasına girmiş. Burada ön plana çıkan üç önemli ana hat var: Kalkınmacılık (Demirel), İslamcılık (Erbakan) ve Türkçülük (Türkeş). Bu dönemde daha ‘ilkeli’ bir siyaset sürdürmeye çalışan eski DP’li Ferruh Bozbeyli ve arkadaşları ise kısa sürede kutuplaşmanın dişlilerine dayanamayarak siyaset sahnesinden çekildi. Zira Bozbeyli, bir İstanbul beyefendisi edasıyla siyaset yapmaya çalışıyordu fakat kutuplaşma dönemleri aynı zamanda ‘mıntıka temizliği’ anlamı taşıyordu Türk siyaseti açısından. Milli Cephe Hükümetleri giderek yayılan solcu eylemlere karşı ‘sağı’ konsolide etme vazifesini üstlenirken, ‘sağcı gençler’ silahlanarak, yine silahlı ‘solcu gençler’ ile mücadeleye girişecekti.

Sağcılığın fikirden çok siyasete yoğunlaştığı bu dönemlerde iki önemli kırılma oldu: (1) Taşranın merkeze taşınmasının önemi anlaşılırken aynı zamanda merkezde bir ‘taşra dayanışması’ oluştu (bkz. bürokrasideki hemşericilik, kadroculuk). (2) Solcu silahlı hareketlere karşı girişilen ‘silahlı mücadele’, illegalitenin önünü açtı. Bunların ilkine, sağ siyasetin 27 Mayıs’tan kalma ‘devletle mücadele’ dinamiğini de ekleyebiliriz. Demirel de, Özal da sağ siyasette seçilmiş olmanın yeterli olmayacağını, her zaman karşılarına Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay gibi kurumların çıkabileceğini düşünüyordu (bkz. Demirel’in meşhur ‘At iyi de taylardan şikâyetçi’ çıkışı). Kendilerince ‘memleketin hayrına’ gördükleri işleri bu sistemden kaçırarak yapabilmeyi de marifet saymışlardı. Özal’ın meşhur ‘Anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz’ sözü, sağ siyasetçilerin bu tavrını kristalleştirdi. Sağ siyasetin çeşitli açılım ve hamlelerine karşı ‘refleksif’ tepki gösteren çelik çekirdek de (ordu ve yüksek yargı) meseleyi hep Anayasa çizgisinde tutmayı amaçlamıştı. İllegalite ise toplumdaki kutuplaşmayı arttırmak isteyenler için her daim maymuncuk görevi gördü.

12 EYLÜL DARBESİ, SAĞIN ÖNÜNÜ AÇTI ÇÜNKÜ…

12 Eylül darbesi kurumsal olarak devlet organlarını yeniden düzenledi, (Senato’yu kaldırdı, Anayasa’yı rötuşlayarak özgürlükleri kısıtladı, bürokrasiyi tasfiyelerle terbiye etti vs.) ancak Meclis siyaseti için pek fazla bir şey değişmedi. Hatta Senato’yu kaldırarak, Meclis’i daha da güçlendirdi. ‘Sokaktaki sol’ ve ‘sokaktaki sağ’ askerlerce iğdiş edildi fakat merkezdeki sol ve sağ siyasetin önemli isimlerine karşı ciddi bir hamle yapılmadı. Siyaseten yasaklı hâle gelen liderler, yalnızca bir süreliğine Turgut Özal’ın ve partisi ANAP’ın önünü açmış, sağ siyasete yeni aktörler kazandırmış oldular. Milli Selamet Partisi kökenli Özal’ın yeni partisine ‘seçime girebilir’ onayı veren de merkezin yeni(den) sahibi olan askerlerdi. Bunun en büyük sebebi, ekonomideki kötü gidişti. Toplumun rahatlatılması gerektiği düşünülüyordu ve Özal gibi hem Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) hem de Dünya Bankası tecrübesi olan birinin varlığı merkez yeniden inşa edilirken, kullanışlı olabilirdi. (Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş’in 2001 krizinden sonra Türkiye’ye gelmesi de, benzer bir hikâyeydi ancak sonu beklendiği gibi olmadı.)

1970’lerde sol karşıtlığına indirgenen Türk sağcılığı, 1980’lerle birlikte merkez sağda geniş bir koalisyonun oluşması karşısında ‘uç’ deneyimlerden kısmen uzaklaştı. Özal’ın ANAP’ı, tıpkı Demokrat Parti ve Adalet Partisi gibi tek başına iktidar olacaktı ve 1987’de siyasî yasaklı diğer politik liderlerin yeniden ‘oyuna’ dönüşüne kadar ülkeyi küreselleşme trendinin bir parçası hâline getirecekti. 1950’de Demokrat Parti’nin ABD’yle ekonomik işbirliğinin neticesinde ‘istikrar’ getiren kalkınmacı bir sağ parti olarak görülmesi gibi, 1980’lerde de Özal’ın ANAP’ı, ABD ile yakın işbirliği ve uluslararası finans çevreleriyle kurulan iyi ilişkiler neticesinde evvela ekonomik iyileşmeyi başardı. Son tahlilde, Türk sağcılığı uzun yıllar seçmenine kalkınma, ekonomik istikrar ve çevreden merkeze doğru hareket etme imkânı sunabildi. Bu da orta ve alt sınıfların, solcuların beklentilerinin aksine genelde ‘sağ’ politikalar belirleyen partilere yönelmesini sağladı.

Bu sebeple gelecek yazıda sağ pragmatizm konusu etrafında Özal’lı yılları irdeleyelim.

 

***

[1] AKP’nin son dönem retoriğinin amacı burada daha da belirginleşiyor: Erdoğan ve ekibi, her şeyi 2002’de başlatmaya ve AKP’yi bir milat olarak algılatma eğiliminde fakat AKP’ye gelene kadar çalkantılı dönemler yaşamış olsa da, ülkede ciddi bir ‘sağ, muhafazakâr birikim’ mevcut. Hatta AKP’ye kadar bu ‘birikim’ toplumda saygın bir konumu da ihraz etmiş.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin