Susturulduk!

YORUM | GÜLİZAR BAKİ – Journalist Post

20 Temmuz 2016, saat 17:30

Son yarım saatimdi, sayfaları baskıya yetiştirmek için… 

Matbaa 18.00’de istiyordu gazeteyi. 

Zaten bizi halen basmayı kabul eden tek matbaa kalmıştı. 

Diğerleri hükümetin baskılarına artık dayanamadıklarını söyleyip, bugünün gazetesini basmamıştı. Kamyonlarla ulaştırabildiğimiz kadar uzağa gönderebilmiştik. Meğer o bizim son gazetemizmiş. 

O yarım saat de mesleki hayatımın son anlarıymış. 

Özgürlüğümün de, ülkemdeki basın özgürlüğünün de… 

Bilemedim. 

Çaycı Zafer amcanın getirdiği çayı masama bırakırken içemeyeceğimi de bilemiyordum. 

Dış kapı çaldı. 

Daha doğrusu kapıya kıracakmış gibi vuruluyordu. Kapının karşısındaki masada oturan genç tasarımcı ayağa kalkıp koridoru gösteren ekrana baktı. 

“Biri kamerayı kapattıııı!” diye bağırdı. 

Gazetedeki herkes olduğu yerde ayaklandı. 

Çünkü kapı zorlanıyordu.  

Ayaktayım, ama gözüm bilgisayarımın ekranında, son tashihlerini yaptığım habere bakıyorum. 

Bir anda içeriye bir sürü adam koştu. 

Sel gibi… 

Bardağımdaki çayın dumanı tütüyordu. 

Hava çok sıcaktı.  

Tek sinkafsız sözleri “Polis, bu bir baskındır!” olan onlarca adam yıkıcı sel gibi aktı gazeteye. 

“Yatın, yatın yere!” diye bağırıyordu her giren. 

Ben ayaktaydım ve duyduğum küfürlerin şokundayım. 

Yanımdan bağırarak geçen bir polise duymasa da söylüyordum, elim havada, “Burası bir gazete ve beyefendi küfredemezsiniz.”

Aslında gazete olmasa da küfredemezsiniz. 

“Niye bağırıyorsunuz! Duyuyoruz sizi! Küfretmesenize, bu ne saçmalık.” 

Bir film sahnesindeydim sanki. 

Olay anına ışınlanmış seyirci gibiyim. 

Kapıdan giren polis bitmiyordu. Birkaç dakika içinde gazetenin her yerine dağılan diğer polisler ortada toplandı. 

Elinde kağıtla bir adam girdi içeri. 

Mahkeme kararıyla yayının durdurulduğunu, o günki baskının toplatılacağını söylüyordu. 

Saat olmuş 17.45! O günki gazetelerin hepsi satılmış. Polis ise toplatma kararını editör ve tasarımcıların olduğu ofisi basarak uyguluyor. 

Adalet Türkiye’de artık sadece bir kadın ismi! 

İki kişi hakkında da gözaltı kararı varmış, diğerleri aramadan sonra bırakılacakmış. 

Ben halen ayaktayım. 

Ama erkek mesai arkadaşlarımın hepsi yerde uzanmış, elleri başları üzerinde duruyordu, herbirinin başında 5-6 polis. 

Diğerlerinin “Komiserim” dediği ve elinde kağıt tutan adam, Genel Yayın Yönetmeni’nin  Levent Kenez’in ve benim adımı söyledi. Başımızdaki polisler bize kelepçe taktı. 

Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı, 20 Temmuz 2016 günü yayımlanan Meydan Gazetesi’nin manşet haberi için soruşturma başlatmış. Birkaç saat içinde, ilham gelmiş olmalı, haberin terör suçlarına girdiğine kanaat getirmiş ve toplatma istemiyle mahkemeye başvurmuş, 6. Sulh Ceza Hakimliği de savcının başvurusunu yerinde görmüş. 

Adalet Hanım hızla tecelli etmiş anlayacağınız. 

Savcıyla hakimin terör suçu olarak gördüğü manşet haberimiz darbeyle ilgiliydi ve başlığı ‘Biliyordunuz engellemediniz’di. Darbe gecesinin, o gece öldürülen 249 kişinin hesabını soruyorduk ve haberin kaynağı ise Anadolu Ajansı’ydı. 19 Temmuz’da abonelerine “İşte saat saat darbe günü” diye bir haber servis eden AA, daha sonra haberi yayından kaldırdı. Devletin ajansına göre darbe günü öğleden sonra 16:00’da MİT Müsteşarı, Genelkurmay Başkanlığı’nı darbeden haberdar etmişti. Hakime göre ise bu bilgileri içiren haber infial oluşturabilirdi ve toplum hassas bir durum yaşıyordu, yayın durdurulmalıydı! 

Sağlık kontrolü için hastaneye götürdüler. 

Sayısız haberde kullandığım, “Sağlık kontrolünden sonra Vatan Emniyete götürülen şüpheliler…” cümlesinin içindeki şüpheliydim.

Polis aracında hiç unutmayacağım bir şey yaşadık. 

Arka koltukta bir tüfek vardı. 

Modelini özelliğini bilmiyorum, silahtan anlamam, uzun namlulu büyük bir silah işte. 

Yanımızda duruyor. 

Levent Beyle göz göze geldik. 

Gülümsedik. 

Öndeki polislere seslendi, “Bizi terörist diye götürüyorsunuz, yanımızda otomatik tüfek var.” Arkaya dönüp bakan 50’sine merdiven dayamış çatık kaşlı polis her şeyi anlatan bir şekilde, haklısın der gibi baktı, önüne incelediği kağıtlara döndü. 

İstanbul’da feci bir akşam trafiği var. 

Levent Bey trafikten şikayet ediyor. 

Acelecidir hep. 

“Niye acele ediyorsunuz, şehri, trafiği ve gökyüzünü belki de son görüşümüz, ne kadar geç gidersek o kadar iyi.” diyorum. 

Gülüyoruz.

Polisler bizden daha tedirgin. 

Vatan Emniyet’te bir odadayız.  

İşlemler yapılırken birçok polis girip çıkıyor. 

Bir tanesi, babacan tipliydi, görsen polis demezsin, hatta daha çok kahveci tipi vardı, herkesle selamlaştı ve sandalyelerden birine oturdu, ellerini başının arkasına koydu, yaslandı, “Yoruldum artık, izinleri de kaldırdılar, emekliliğimi isteyeceğim arkadaşım. O geliyor bunları aldırıyor, bunlar geliyor ötekilerini…” 

Bana bakıyor, “Yarın da siz gelirsiniz bizi aldırırsınız.” dedi. 

“Bu sahne tam haberlik.” diye düşünüyorum. 

Ama adamın sözünün muhatabının ben olduğumu hatırlayınca, itham edildiğim şeye sinirlendim, “Ne münasebet beyfendi, ben gazeteciyim.” Beyfendi olmadı burada, ‘memur bey’ mi diyecektim, ‘polis bey’ de olmazdı zaten. 

Gerçi peşin hükümlü insanlara ne anlatılır ki! 

Ülkemde temel problem bu ya… Herkesin ötekinin yaşamına müdahale etmesi. Niyetini okuması. Suçunu bilmesi…

Yani herkesin milliyetine, memleketine, yaşam ve giyim tarzına, cinsiyetine ve hatta mesleğine göre bir suçu var. Kesin!   

Ya gericisin, ya yobazsın, ya kötüsün, ya dinazorsun ya da bizdensin… 

Dolayısıyla her dönem bir zalim ve mazlum olmuş. 

Bir de ideolojik miras diye bir şey var. 

Reddi miras yapamıyorsun. 

Babadan oğula geçer gibi her nesil bir öncekinin tercihlerinin sonucu olan nefretin mirasçısı oluyor.

Örneğin tüm sağcılar Madımak vahşetinin potansiyel suçlusu, tüm solcular ve Kürtler terörist, Ermenileri, Ateistleri hatta rockçuları filan söyleyip listeyi uzatmayayım.   

Yani beyfendi ben gazeteciyim, ocu şucu değilim. 

Üzerimizdeki her şeyi, intihar etme ihtimalimize karşılık, ayakkabı bağcıklarını bile, alıyorlar. Tutanak tutarak… 

Çantamdan o kadar çok şey çıkıyor ki, Levent Bey, “Bu on milyon parça şey niye çantanda!” diyor, sanırsın bir daha eve dönemeyeceğim. 

Dönemedim zaten. 

Sonra kadın polis başörtümü istiyor. Nasıl yani! “Başörtünüz de!” Ne alaka diyorum! 28 Şubat döneminde, o post modern darbe döneminde de üniversiteye başörtümle alınmamıştım da nezarethaneye ne alaka! İntihar riskine karşılık tüm kadınların başörtülerini alıyorlarmış. 

Bu bir skandal! 

Başörtüsü özgürlüğü için mücadele eden, kamu kurumlarında, okullarda serbest bıraktırdığı için övünüp oy toplayan iktidar döneminde kadınlar nezarethanelere götürülürken… 

“Beni öldürün başörtümü vermem!” diyorum. 

Kriz çıkıyor. 

Hatta Levent Bey araya giriyor; Haberlerde, sağlık kontrolüne, adliyeye götürülürken kadınlar hep başörtülü, belli ki çıkışta veriyorlar! 

Kadın polis, üst aramasında görmüştü, “İç başörtünüz var onunla kalabilirsiniz.” diyor. 

“İyi de hanımefendi ben de size iç çamaşırlarınız var, onlarla oturabilirsiniz diyor muyum!” 

Saçmalığa bak! 

Kendi mağduriyetimin yanında gözaltına alınan on binlerce başörtülü kadının, öğretmen, doktor, üniversite hocası, memur, ev kadını, ya da 70-80 yaşında mantı yaptı diye alınan teyzenin hepsinin aynı şeyi yaşadığını düşünüyorum. Yüreğim daralıyor.

Öyle öfkeyle doluyum ki, şu dışarıda demokrasi nöbeti tutan ve slogan atanların arasına dalıp bağırmak istiyorum, 

Ülke, adalet, izan, insan hakları elden gitmiş! O kadınların başından örtüleri alınmış. Hem de her gün meydanlarda başörtüsünü serbest bıraktığı ile övünen iktidar tarafından.

Nezarethaneye kadar başörtümle gitmeme lütfedip izin veriyorlar.

Ama öylece oturduğum sandalyede kalakalıyorum. Polisler işlemleri yaparken, saatler sürüyor. Öylece kalıyorum. 

Ölmüş gibiyim. 

Ölünün bedeninde dünyaya dair hiçbir şey bırakmazlar ya… 

Öyleyim… 

İşlemler bittikten sonra telefon izni verdiler. 

Ama ben bir tek babamın cep telefonunu hatırlıyorum.

Belki de ailede en güçlü odur diye onunkini hatırlıyorum, bilincimin oyunu…  

İnşallah çekiyordur, tatildeler çünkü. 

İki kez çalıyor telefon, babam açıyor. 

Ne zor anlar, hem benim için hem onlar için. 

“İyiyim” dedim ama gel de onlara sor. 

Zaten, çok konuşmaz babam. 

Bileklerimdeki ince sızıyı farkediyorum o anda. 

Kalbi bileğinden acır mı insanın?

İnanamıyorum içerideyim resmen. 

Yerdeki mavi yatağa bakıyorum, duvarlara. 

İlişiyorum bir köşeye. 

Dışarıdan, demokrasi nöbetinde slogan atanların sesi geliyor. 

Hiçbir şey düşünmüyorum. Aslında o kadar çok şeyi aynı anda düşünüyorum ki hiçbir şey gibi oluyor. 

Şoktayım galiba.  

O gece çok uzundu ama “Nasıl oluyor vakit bir türlü geçmek bilmezken, yıllar hayatlar geçiyor.” Yıllar geçti o günün ardından. 

Sabah savcıya gidiyoruz. 

Bana gazetenin manşetini soruyor. 

Ajans haberi olduğunu anlatıyorum. 

Kaldı ki yayınımızın durdurulmasına sebep olan haberi, 10 ay sonra bizzat dönemin Genelkurmay Başkanı doğruladı. Ve o şimdi bakan. 

Bizim ise birazımız içeride, birazımız dışarıda. Ama hepimiz itibar suikastına uğradık. Ölümcül yaralarımız var. 

 …

Nasıl olduysa savcı serbest bıraktı bizi. Avukatımız şokta. 

Adliye kapısında mesai arkadaşlarımız bizi bekliyor. 

Sadece oraya geldikleri için gözaltına alınabilirlerdi ama geldiler. 

Adliyenin karşısındaki pastanede oturduk. 

Önümde bir bardak çay.  

İş arkadaşlarımla içtiğim son çaymış.

Bir daha ne zaman içebiliriz! 

Kısmet… 

Serbest kaldığımız gün Levent bey hakkında tekrar yakalama kararı çıkarıldı. 

Sabah işe gitmek için çıktığım evime bir daha giremedim. 

Ailemin yanında kaldığım bir buçuk ay ne ben uyuyabildim ne de onlar. 

Çünkü her gün televizyonlarda iktidar mensupları, ailenizi eşinizi dostunuzu ihbar edin çağrısında bulunuyordu. 

Varlığım ailem için tehlike oluşturuyordu. 

Ve her gün hakkımda yeni bir dava açılıyordu. 

Gazeteciler tutuklanıyor, evlerine baskın yapılıyor, pasaportlarımız, basın kartlarımız iptal ediliyordu. 

Avukatım gözaltına alındı. Sonra da ondan hiç haber alamadım. 

Hakkımda açılan davaların durumunu bilmiyorum. 

Muhtarlığa gitmeye kimseyi ikna edemiyorum. 

Herkes tutuklanacaklarından korkuyor.

Nitekim böyle gözaltına alınanlar oldu. 

Evimin posta kutusuna bile bakmıyor kimse. 

Vebalı gibiyim.  

Ailem için endişeliyim, mesai arkadaşlarım için de. 

Ülkem ise içimdeki yangın. 

Meslektaşlarım ise hayal kırıklığım. 

İdeolojik körlük ve ‘aman benim başım yanmasın’ psikolojisindeler. Ve bu halleri sebebiyle gazeteciliğin itibarı bitti farkında değiller. 

Gazeteci Gülizar Baki’nin yazısı Journalist Post dergisinin son sayısında yayınlandı.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin