Ana Sayfa Dünya Stratejik körlük ile ihanet arasında bir yerlerde Erdoğan’ın Rusya ziyareti

Stratejik körlük ile ihanet arasında bir yerlerde Erdoğan’ın Rusya ziyareti

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye cumhuriyet döneminin dış politika anlayışının temeli olan Batı yönelimini kademeli olarak terk ederken, giderek belirsizlikler ve risklerle dolu sulara yelken açıyor. Erdoğan’ın Rusya gezisini bu çerçevede okumak gerekiyor.

Dış politika neden değişti? İç ve dış politika, incelenirken her ne kadar birbirinden bağımsız iki alan olarak incelense de hem siyaset bilimciler hem de siyasetçiler bunun böyle olmadığını bilir. Dış politika kararları, iç politika hesaplarından bağımsız değildir. Özellikle dış politika karar alıcılarının algıları ve tahayyülleri, dış politika kararlarında başta gelen belirleyici faktörler arasındadır.

Dış politikada değişimlerin olması normal de olsa, aynı şeyi ana yönelim değişimleri için söylemek zordur. Mesela Rus Çarlığı’ndan sonra başa geçen Bolşevikler, Rusya’yı Birinci Dünya Savaşı’ndan çekerek ciddi bir dış politika kararı vermişlerdir. Ama Rus dış politikasının jeopolitik belirleyicileri ile stratejik çıkar algılamaları değişmediğinden, Sovyetler Birliği de bölgesel politikalarını şekillendirirken aynı Rusya gibi hareket etmeye devam etmiştir. Aynı şekilde, Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasından sonra her ne kadar tümüyle bambaşka bir rejim de kurulmuş olsa, yeni devlet Osmanlı mirasını dış politikada önemli ölçüde devam ettirmiştir. Örneğin toprak kaybının sonlandırılması, Batılı güçlerle denge siyaseti izlenmesi gibi konularda dış politika algıları, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da temel tutumlar olarak sürmüştür.

AKP’NİN DÖNÜŞTÜRDÜĞÜ DIŞ POLİTİKA

AKP iktidara geldiğinde, bazı temel konularda dış politika tercihlerini değiştirdi. Komşularla sıfır sorun sloganlı dış politika, süre gelen sorunları belli bir normalleşme çerçevesinde yumuşatmaya gayret etti. Yunanistan ve Ermenistan’la diyalog kanallarını geliştirdi, Suriye ve Irak’la yapıcı ilişkiler kurmaya çabaladı, Kıbrıs sorununu çözmede istekli ve uzlaşıya açık davrandı. Dahası, Türk dış politikasının en uzun soluklu yönelimi olan Batı’lı kurumlarla bütünleşme stratejisine ivme katarak, AB üyeliği konusunda çok olumlu bir tutum izledi. 1982 Anayasası’nın AB reform sürecinde onlarca büyük değişiklik paketi ile demokratikleştirilmesi, Türk kamu yönetiminin şeffaflaştırılması, mevcut yasal çerçevenin AB standartlarına yaklaştırılması gibi somut adımlar atılırken, önceki hükümetlere göre çok daha istekli ve kararlı hareket edildi.

Ancak Erdoğan ve AKP giderek vesayet sistemini erittikçe ve kontrolü sağlamlaştırdıkça, tahakkümcü bir davranış içine girdi. Dış politikada da yukarıda ele alınan rasyonel tutumu terk etmeye başladı. Örneğin İran’ın nükleer programına açıktan destek oldu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği esnasında Türkiye – Hakan Fidan’ın ve Ahmet Davutoğlu’nun etkisiyle – İran’ın uranyum zenginleştirme programının sonlandırılmasından yana olan Batı politikasına aykırı hareket etti. O zamanlar ben Zaman gazetesinde Acem Kılıcı 1 ve Acem Kılıcı 2 başlıklı yazılarda bu siyaseti eleştirdim, çok da tepki aldım. Sonrasında bir bilimsel makalede konuyu inceledim, Türkiye’nin bu politikasının Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmadığını izah ettim. Neden bu politikada ısrarcı olunduğunu sorguladım ve eleştirdim. Tabi o zamanlar Reza Zerrab adlı İranlı “hayırsever” ve İran’daki ortağı Babek Zencani üzerinden İran’a uygulanan ABD ambargosunun delindiğini, kara para aklamak ve İran’ın nükleer programına örtülü destek olunmak gibi şaibeli ve uluslararası hukukça sorunlu konularda kirli işlere bulaşıldığını kamuoyu bilmiyordu. Neden sonra bu işler ortaya saçıldı ve Türkiye’nin yüksek çıkarlarının değil, baştaki bazı siyasetçilerin şahsi menfaatlerinin bu politikalara dayanak teşkil ettiğini gördük.

ABD DÜŞMANLIĞI ÖN PLANA ÇIKARKEN

Bugün Rusya ile stratejik ortaklık rotasında ilerleyen ve Batı’dan kopan Türkiye’nin temel bir dış politika yönelimi değişikliğine gittiği genel kabul görüyor. Erdoğan yanlısı kalemler giderek ABD düşmanlığını ön plana çıkartıyor. PYD’ye silah vermek, 15 Temmuz’un arkasındaki güç olmak, Gülen’in ABD’de ikamet etmesi ve Türkiye’ye iade edilmemesi gibi bahanelerle ABD ilişkilerinin dibe vuruşuna gerekçe üretiliyor. Oysa son vize krizi de dâhil, asıl meselenin ABD’deki Zarrab ve Halkbank davaları olduğunu herkes biliyor.  Zarrab davasında binlerle ifade edilen rakamlarda Türkiye’de kabul edilmeyen tapenin ABD mahkemesi tarafından kabul edilmesi, başta Halkbank olmak üzere çok sayıda Türk devlet bankasının İran yaptırımlarının delinmesi işlemlerine bulaşması, Zafer Çağlayan’ın sanık olarak ABD’de arananlar listesinde olması ve Erdoğan’ın isminin onlarca kez iddianamede geçmesi, buzdağının dibinin nerelere uzandığını gösteriyor.

Doğu Perinçek’in ifadesinden Saray’ın ABD’de siyasi bağlantılarla bu işi yumuşatma gayretinde olduğunu ve bazılarının ABD’ye gitmeye dahi çekinir hale geldiğini öğreniyoruz. Türkiye’de herkes Kasım sonundaki Zarrab davasına kilitlenmiş durumda. Halkbank’ın ana dava konusu haline geldiği, Zarrab’ın savcılıkla anlaşma yoluna giderek itirafçı olduğu iddiaları var – bunları ABD’nin en saygın medya kuruluşları yazıyor artık. Bu mahkemenin sonunda Türk bankalarına milyarlarca dolarlık cezaların geleceğini düşünüyorum. Benim ceza hukukum değil, beni bağlamaz bu kararlar demek fiiliyatta ne kadar mümkün, bunu Türkiye’ye dış kredi veren kuruluşlara sorun isterseniz! Kimse ABD’nin alacağı böylesi bir kararı görmezden gelemez. Bunun kırılgan Türk ekonomisine etkisi korkunç olur. Dahası Türkiye’nin İran yaptırımlarını devlet politikası olarak deldiğine yönelik emareler mahkeme kararı ile tescillenecek olursa, başta Erdoğan olmak üzere Türkiye’yi yöneten siyasiler ve bürokratlar için çok sıkıntılı bir süreç başlar.

Rusya’ya yakınlaşmak, daha doğrusu yanaşmak ve yamanmak, bu bağlamda değerlendirilmeli. ABD’nin tutumu giderek sertleşecek ve şu anki rejim ABD tarafından haydut bir devlet olan, nükleer silah üretmek isteyen, Batı düşmanı anti semitist İran rejimine aleni olarak destek olan bir rejim konumuna düşecek. Türkiye’nin uluslararası saygınlığı zaten son bir buçuk yıldaki insan hakları ve hukuk karnesi nedeniyle dibe vurmuş durumdayken, bir de İran’la kirli ilişkiler kurmuş, ABD yaptırımlarını sistematik olarak delmiş bir haydut devlet konumuna düşmenin bedelinden kaçmak için, ABD ile kopuşun bahaneleri hazırlanıyor ve Türkiye kamuoyuna servis ediliyor. Kamuoyu Türkiye’nin yükselişine engel olmaya çalışan “kötü Amerika’dan” kopuşa güdümleniyor. Bu nedenle ABD’ye Soğuk Savaş gözlükleriyle bakan Avrasyacı Rusya’ya teslim olunuyor.

‘ARINDIRILMIŞ’ BİR TSK İLE NATO’DAN ÇIKIŞ MÜMKÜN

Erdoğan’ın 17/25 Aralık yolsuzluk davaları sonrasında sivil darbe yapabilmek için anlaştığı Avrasyacı derin yapının Rusya sempatisi bir sır değil. 28 Şubat’tan beri bu yapı Türkiye’nin NATO ile arasına mesafe koymasını ve Rusya, İran, Çin gibi aktörlerle özellikle savunma ve askeri politikalarda işbirliğine gidilmesini savunuyor. 17/25 Aralık sonrasında Ergenekon, Balyoz, Sarıkız, Ayışığı vb. darbe davalarında mahkûm olmuş ne kadar Avrasyacı yüksek rütbeli varsa, bugün NATO’cuların tasfiyesi ile “arındırılan” yeni TSK’da çok kilit yerlerde. Bu ekip TSK’daki tüm general ve amiral kadrolarının neredeyse yüzde ellilere varan oranda 15 Temmuz kalkışması nedeniyle içeri alınmasını, TSK’nın Gladio’dan (yani NATO’culardan) temizlenmesi olarak görüyor. Dahası, Erdoğan’ın yumuşak karnı olan yolsuzluk dosyaları nedeniyle de politikalarını Erdoğan’a kabul ettirmeyi başarmış durumdalar. Örnek mi gerekiyor? Bakın Kürt politikalarına, bakın AB politikalarına, bakın kuzey Irak ve Suriye politikalarına. Bakın Türkiye’nin ABD ve NATO ile ilişkilerine. Bunlar ve daha pek çok diğer sahada, Erdoğan 2002-2009 arasında ne dediyse ve ne yaptıysa, bugün tam tersini söylüyor ve yapıyor.

Rusya devlet başkanı Putin’in bugün kabul edeceği Erdoğan, artık ABD’yi düşman olarak algılayan, NATO yanlısı generallerini tasfiye etmiş olan, Suriye’de Rusya’nın (ve İran’ın) dümen suyuna girmiş bulunan bir devlet. Aynı Türkiye Rusya’ya nükleer santraller yaptıran, Rusya’ya doğal gaz konusunda göbekten bağımlı, Rus yapımı S-400 füze savunma sistemlerini alarak NATO’dan kopuşunu adeta tescilleyen bir ülke konumunda. Tüm bunlar 2000’li yılların başlarında Aleksandr Dugin tarafından teorisi yazılan ve Putin tarafından uygulanan Rus Avrasyacılık stratejisinin hedefleriydi. Türkiye gibi bir NATO ülkesini pakttan kopartmak ve kendisine bağımlı kılmak Rusya için çok stratejik bir hedefti. Bunu başardılar. Erdoğan’ın şahsi zayıflıkları üzerinden başardılar. Türk Avrasyacı derin yapısının ideolojik ve stratejik miyopluğu üzerinden başardılar!

DENİZE DÜŞMÜŞÜN YILANA SARILMASI

Erdoğan kendisini kurtarmak için denize düşmüş, yılana sarılıyor. TSK’nın ikinci takımı olan bir takım kurmaylar da, “büyük Türkiye” hülyasına kapılmış Enver’in torunları olarak ülkeyi kumar masasına yatırmış durumdalar. Elbette her ikisi de Batı’nın hukuk devleti, demokrasi, insan ve azınlık hakları, mülkiyet hakkı, inanç ve ifade özgürlüğü gibi liberal-demokratik değerlerin kendi mutlak kontrolleri önünde engel teşkil ettiğini gayet iyi biliyorlar. Batı’dan kopuşla beraber çok daha rahat at oynatacaklarını hesaplıyorlar.

Rus güdümüne girmek ve Rusya karşısında ABD-NATO ittifakıyla güç dengesi sağlamak, 1945’ten bu yana Türkiye’nin Rus hegemonyasına karşı koymasına yönelik bir stratejiydi. Şimdi bu güvenceler ortadan kalkmak üzere. Türkiye’yi Rusya’nın insafına terk eden bu stratejik körlüğün sonunda Türkiye 1920’den bu yana ilk kez çok ciddi şekilde toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı bakımından risklerle dolu bir dönmeme giriyor. Çok büyük hatalar yapılıyor! Bu hataların vebali önümüzdeki 10 yıl içinde büyük pişmanlıklara, acılara, yıkımlara ve hayal kırıklıklarına yol açacak. Tıpkı Enver, Talat ve Cemal Paşaların maceracılıklarının bedeli gibi, bu dönemin hataları da stratejik körlük ile ihanet arasında bir yerlerde değerlendirilecek gelecek kuşaklarca.

2 YORUMLAR

  1. Seyda Akıncı
    Her iktidara gelen bir önceki iktidarın yanlışlarını düzeltiyor ilk yıllarında. Fakat gücü ele geçirdiğine emin olduktan sonra sanki o makam-mevki ebedi oarak onlara kalacakmış gibi hareket ederek yaptıklarını tekrar bozuyor,hatta bir enkaza çevirip öyle gidiyorlar. AKP'nin iktidara geldiği ilk yıllarda üljedeki vesayet gerçekten korkunç boyutta olduğu için liberalinden mütedeyyinine kadar herkes iktidarı desteklemişti ve zavallı halk bu sayede başta vesayet olmak üzere her türlü baskıdan,zorbalıklardan kurtulacağını zannediyordu. Fakat yanıldığını hâlâ anlayamayan,anlamak istemeyenler olduğu için iktidar başımızda sürekli yanlışa devam ediyor. Dediğiniz gibi ne yapacağını bilemeyen,önünü göremeyen bir ülke haline gelen cennet vatanımız şimdi bir çıkmazda kurtarıcıyı beklemekte. O kurtarıcının kendisi olduğunu anlamadı uzun yıllar alacağa benziyor ne yazıkki!!!!!