Söyleyemediklerim! 

YORUM | MAHMUT AKPINAR

Hukuk okuyan bir gençti Nahit Emre Güney, Galata Kulesi’nden atlayarak intihar etti.  

Babası Danıştay üyesi bir yüksek yargıçtı. Bu süreçte hayatları alt üst oldu, ailecek şeytanlaştırıldılar. Bütün kazanımlarını, imkanlarını ellerinden aldılar. Baba altı yıldır hücrede tutuklu. Türkiye derecesi yapmış ülkenin parlak bir beynine neler yaşattınız ki hayatına kıydı? Geçen yıl da öğretmen babası yıllardır hapiste olan 16 yaşındaki Bahadır Odabaşı yaşatılanlarla mücadele edemediğini anlatan bir mektup bırakıp canına kıymıştı. Hırsızların, haramilerin haylaz, beyinsiz çocukları lüks içinde yüzüyor, çökülen mallar ve kamu imkanları üzerinde tepiniyor. Ahlaksız ve liyakatsiz kişilerin ülkenin kaderine hâkim olup kendilerine hayat hakkı, yaşama alanı bırakmadığı, ebeveynlerini hapislerde çürüttüğü pırlanta gibi çocuklar başka çözüm bulamayıp canına kıyıyor.  

Her zamansız ölümden ve erken ecele yürümüş candan sonra içimde fırtınalar kopar. Her vefat üzüyor, canımızı sıkıyor ama Nahit Emre gibi hayatının baharında, başarılı, cıvıl cıvıl olması gereken gençlerin bir çıkış bulamayıp canına kıyması yüreklerimizi kıymık kıymık deliyor. Yüzbinlerin hapislerde çürütülmesinden, onbinlerce annenin demir parmaklıklar arkasına atılıp bebeklerini orada büyütmek zorunda kalmasından öte, sanırım bu süreçte ölenlerin sayısı 1000’lerin üzerine çıktı. İşkence görenler, ailesi parçalananlar, travma yaşayanlar, fakru zaruret içinde hayata tutunmaya çalışanlar, en yakınlarının hakaretine, nefretine maruz kalanlar, anne babası hapislerde ağır travma yaşayan yüzbinlerce genç/çocuk, alın teriyle kazandığı malına mülküne çökülen ve el emeğiyle geçinmek zorunda kalan yiğit insanlar aklıma geldikçe göğüs kafesim daralır. Bir şeyler haykırmak bir şeyler söylemek isterim toplumun suratına suratına. Ama insanlar sağır, insanlar hissiz, insanlar dilsiz. Gözlerini kapatmışlar gerçeklere. Çıkarlarından, rahatlarından başka hiçbir şey görmüyorlar. Bilmiyorlar ki bu duyarsızlık günün sonunda onları da yakacak, rahatlarına dokunacak. Ama bize sadece M. Akif’in dediğini demek kalıyor: “His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin? Hayret veriyorsun bana…” 

Çoğumuz “en yakınlarımız yaşanan bunca acıyı sıkıntıyı, derdi, zulmü neden ve nasıl görmezler?” diye hayret ediyor, çileden çıkıyoruz.  

Böylesi yürek yakan kayıplardan sonra hala vicdanının ölmediğini düşündüğüm akrabalarıma, tanıdıklarıma hayalen konuşmalar yaparım. Konuşurken duygularıma hakim olamayacağımı, konunun kısır çekişmeye gideceğini düşünüyorsam özenle seçilmiş kelimelerle hayali mektuplar yazarım. Onların vicdanına hayalen dokunmaya, aklına hitap edip ikna etmeye çalışırım. Kafamda konuşma taslakları hazırlar, neyi nasıl söyleyeceğimi kurgularım. Onları etkileyeceğini düşündüğüm argümanlar geliştiririm. En çok da kendisini dindar olarak tanımlayan, ibadetinde hassas, helal harama dikkat eden, bir cemaatin veya tarikatın üyesi olan, fakat bu zulme göz yuman, destek veren akrabalarım, tanıdıklarım üzer beni. Hayali konuşmalarımda, mektuplarımda genelde onlara hitap ederim. 

Neden telefon açıp bizzat konuşmuyorum? Meselenin özünü, aslını niçin anlatmıyorum?  

Çünkü konuşamıyoruz. Toplum çok parçalanmış ve gerilmiş durumda. Herkes kendi mahallesinin, cemaatinin, partisinin militanı olmuş. 15 Temmuz’dan sonra en eğitimlisi lise mezunu, hacca gitmek dışında Türkiye’den çıkmamış akrabalarımdan şunu duydum: “Seni ve eşini biliyoruz. Çok temiz, düzgün insanlarsınız. Size güveniyoruz ama sizi kandırıyorlar, sizi kullanıyorlar!” Köyünden çıkmamış hacı amcam, hacı teyzem her şeyi biliyor ve kanmıyor ama 30 ülke gezmiş, sosyal bilimler alanında doktora yapmış, bir düzine kitap, binlerce yazı yazmış ben kandırılıyorum. Onlara: “ben bu tertemiz insanların belki en günahkarı, en suçlusuyum, hepsi benden  çok daha iyi ve düzgün!” desem de dinlemeye niyetleri yoktu. Çünkü herkes kendi tanıdığına güveniyor, bilmediklerini, meçhul birilerini suçluyordu.  

Allah korkusu, ahiret inancı olan ve konuşulabileceğini düşündüklerime: “bakın size hocalarınız, şeyhleriniz farklı şeyler söylüyor olabilir. İktidarın medyası etkiliyor olabilir. Ama milyonlarca insana yapılan zulmü desteklemek, bu insanlara yapılan adaletsizliğe onay vermek, onlara iktidar ağzıyla iftiralar atmak büyük vebal. Ahirette bunlar karşınıza çıkar. İslam’da en büyük günahlardan olan zulme destek olma vebaliyle karşılaşır, hesabını veremezsiniz. Öte dünyada iftirada bulunduğunuz her bir birey sizden hakkını alır, müflis duruma düşersiniz. Ahiretinizi düşünüyorsanız, bu insanların masum olabileceği ihtimaline binaen, sevmeseniz dahi iktidarın iftiralarını, hakaretlerini bu insanlara kullanmayın!” dedim. Ama maalesef tarafgirlik gözlerini öyle kör etmişti ki, dinlemek bile istemediler. Ben de akrabalık bağlarını tamamen koparmayayım diye ikna etmeyi, anlatmayı bıraktım. 

Biliyorum ki çoğu farz namazına ek olarak zikre, evrada, nafile ibadetlere sahip. Allah zalime arka çıkarken onların bu ibadetlerini nasıl karşılar bilemiyorum ama bütün bu yakınlarımı yaşanan cadı avı karşısında en azından tarafsız kalmaları ve iftira, itham içeren cümleler kurmamaları noktasında uyardım. Fakat hemen tamamı medyada ifade edilen teranelerin söylemeye ve suçlayıcı ifadeleri kullanmaya devam ettiler. 

Ama içimde biriken söyleyemediğim sözleri hayali mektuplarla, konuşmalarla anlatıyorum. Hayalen akrabalarımı arıyor yaygın ve ağır zulme kayıtsız kalan ama küçük bir vicdan, canlılık alameti olduğunu zannettiğim insanlara birşeyler anlatmaya çalışıyorum. Bu veballe gitmesini istemediğim, sevdiğim insanlara son çare olarak, hayalen son anlarını (benim ya da onların son hallerini) yaşayan, garezsiz, beklentisiz kimselerin yapacağı konuşmalar yapıyorum. Şahsi haklarımı helal edeceğimi ama milyonlarca insana atılan iftiranın ve zulmün hesabının mutlaka karşılarına çıkacağını, vakit geçmeden bu yanlışlarından dönüp tevbe etmeleri gerektiğini anlatıyorum saatlerce. Kılınan namaz, ibadetlere rağmen zulme taraftar olmanın İslam’da en büyük günahlardan olduğunu, zan ile hareket etmenin Kur’an’da yasaklandığını, kul hakkının mutlaka hesabının sorulacağını çaresizce ifade ediyorum. “Bu iftira kampanyalarına katılmayın, biraz sorgulayın, irdeleyin, araştırın!” diye hayalen uyarıyorum sevdiklerimi.  

Türkiye, AKP tarafından öyle bir kutuplaştırıldı ve parçalandı ki bunca yaşanandan sonra hala sevdiğimiz ve yanlış üzere gitmesini istemediğimiz insanlara bile hakikati söyleyemiyoruz. Zira konuşamıyoruz. Aradaki nefret ve kin duvarlarını aşıp, propagandayı yenip makul, mantıklı, bilgiye dayalı, siyasi kaygıları aşan sohbetler yapamıyoruz.  Zira ifadeler kifayetsiz, gönüller mürde. Nefret husumet ve ekipçilik her yeri kapladı. Dünyasını ve ahiretini perişan etmesinler, geç de olsa yanlıştan dönsünler diye dostlarına hayali mektuplar yazan, konuşmalar yapan tek ben olmadığımı biliyorum. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. En zor insan tipi kendi kendisini ret eden kişidir. Veya hezeyan etkisindeki insana hiç bir şey anlatamazsınız. Onlar kendilerini en bilgili insan olarak görürler. Hemde cahilliğine bakmadan sanki bir fikir edinmiş gibi konuşur.

    Bu insana karşı kendini anlatman hiç bir şey ifade etmez. Hatta seni kendini savundukça daha da gaza gelerek sanki haklılığını pekiştiren birisi olursun.

    Karşındaki pisliğine beyaz olan duvara siyah derken sen dürüstlük adına hayır beyaz dersen sanki suçlu bir pozisyona düşmüş oluyor ve hefefe konuyorsun. Yani av partisi başlıyor. Bir kekoyu daha tuzağımıza düşürdük diye seviniyorlar ve cadı avını devam ettiriyorlar. Bı dışarıda insan kalmayana kadar devam eder. Bir noktadan sonra insanlar siyah yerine beyaz demekten vazgeçer. Artık beyazcıları bulmak güçleşmiştir. Çünkü herkes tedbir yapmaktadır. O yüzden insanlar tehditin hala geçmediğini düşünür ve bunu bildiklerinden beyaza bakarak “bu siyah” demeye devam ederler.

    Rejim yalanı oynarken yani bilerek mağdurları yok sayarak işkenceleri görmezden gelerek hatta “öyle bir şey yok” demesi karşısında insanlar hakilatı söylemek yerine yalan korosuna katılırlar.

    Yani aslında herkes neyin ne olduğunu bilmektedir. Onların neyin ne olduğunu bilmelerine rağmen hakkı anlatmaya çalışan, karşısındakine zulümleri anlatan kişi hiç bir kazanım elde edemeyecektir.

    Çünkü karşıdaki kişi sana karşı yapay laboratuvarda kimyasallarla geliştirilen savunma mekanizmaları ile direnç, hezeyan geliştirmiştir. Artık ne anlatsan boştur. Asla ikna edemezsin o kişiyi. Çünkü kişi kendi kendisini kandırmaktadır. Yani kendisini kandıran beyaza siyah diyen kişi karşısında ne anlatılabilir.

    Sokakta bunun gibi deliler çoktur. Ona akıl hastası olduğunu anlatamazsın. Sadece vicdanı kalmış imsanlar zulmü görmemezlikten gelmez fakat korkudan konuşamaz. Korkusunda haklıdır çünkü kendisini koruyacak olan istihbarat, emniyet ve ordu yalancıların, zulmü yapıp yapıp ret edenlerin hizmetindedir.

    Aslında savunma yapmak anlamsızmış gibi görünüyor ama aslında çok anlamlıdır. Biri yani kötü Hukuktan uzaklaşırken, mağdur savunma yaparak Hukuk Devletine sahip çıkmaktadır. Yani Devleti ret edenlere karşı Devlet vardırı suratlarına çarpmaktadır. Kötüler istediler ki Cemaat yolundan sapsın şiddete bulaşşın ama bunu beceremediler. Bunlar ne sağa ne sola benziyordu. Mağdur edilmiş varlıkları sürekli Hukuk, Devlet diye kanatlarını çırpmaktadır yada Kötülere sürekli Devleti hatırlatmaktadır.

    Onlar islamcılar gibi kendilerini Kemalizmin karşısına konumlandırmadıkları için karakterlidirler. Haklılıklarını Kemalist uygulamalar karşısında duruş göstermek ile edinmezler. Bir kötü karşısında savunma yaptılar yıllarca. Kötüyü baş köşeye oturttular ve kendilerini temize çıkarttılar. Bu değerleri savunmaktan daha kolay bir yoldur. Bu yola hiç girilmemeliydi. İnsanlar müslümanlığı Tayyip, ona muhalefet eden Kılıçdaroğlunu da kahraman sanmaktadır. Yani iki kişi arasında preslenmektedir. Kimileri karşıt olarak islamcıları görürken kimileri de karşıt olarak din düşmanlarını görmektedir. Yani herkes hezeyan besleyeceği kişileri karşısına almıştır.

    Yalnız çok ilginç bir gelişme yaşandı. CHP, MHP ve AKP birleştiler. İkisine iktidarda oyun kurucu görevi verdiler yani forvet, diğerlerine muhalefeti yani savunmayı verdiler. Aralarımda bir bölüşüm yapmışlar. Şimdi bu yalan çekişme yüksek çıkarlarına uyuyorsa onları ikna etmeniz olanaksızdır.

    Bu tıpkı sorunları olup “hayır ben iyiyim, deli doktoruna gitmem” şeklimde gitmeyi ret eden bir hastaya benzer. Sen hastasın ama demeniz hiçbir anlam ifade etmez. Hatta siz ısrarcı olursanız bu sefer sizde hezeyanın içine girersiniz ve size de “yoksa senfe mi fetöcüsün?” diye dayatmaya maruz kalırsın.

    Yani kendi kendini kandıran insana yardım etmek iyilik değil tam tersine kendini boş yere riske atmak anlamına gelir.

  2. Çok güzel noktalara temas etmişsiniz ama zamansız ölüm kavramı pek uygun değil.Evet şekli ve sebep olanlar çok önemli ama zamanı ne bir dakka ileri ne de geri olabilir.

  3. Ağzınıza sağlık.
    Hangimiz yazmıyoruz ki o mektupları, hangimiz yapmıyoruz ki o konuşmaları. Kaçımız yakınlarımız tarafından sahip çıkıldık. “Haklı olan sizsiniz” dendik.

    “Köyünden çıkmamış hacı amcam, hacı teyzem her şeyi biliyor ve kanmıyor ama 30 ülke gezmiş, sosyal bilimler alanında doktora yapmış, bir düzine kitap, binlerce yazı yazmış ben kandırılıyorum” şeklinde bir ironi yapmışsınız. Maalesef iliklerimize kadar yaşadığımız bir hisse çok güzel tercüman olmuşsunuz. Sanırım problemin ana noktalarından birine dokunmuşsunuz bu cümlenizle…

    Maalesef yakınlarımızın:”sen benden daha çok okumuş, benden daha çok dünya görmüş, benden daha güzel idealleri olan, benden daha güzel iyi işler yapmaya çalışan, benden daha fedakar birisin” diyemedikleri sürece, meselenin bu yönü devam edecek sanırım.

    Aynen biz de onlara “esas sen cahil bırakılmış, olayları değerlendiremeyen bir zavallısın” diyemediğimiz ve denmesini istemediğimiz gibi…

    “Siz durduğunuz yerde durun; dönüp gelecekler. Ayrı istikamette gitmeyin ki döndüklerinde sizi yerinizde bulabilsinler” beşaretini sanki mana aleminden verilmiş bir müjde gibi kabul etmiyor, akla, mantığa ve -okuduğum kadarıyla- sosyal bilimlerin ilkelerine, kurallarına uygun bir tahmin ve beklenti olduğunu düşünüyorum.

    Zulme dayanamayan iki yavrumuzun, hayatlarının daha çocukluk döneminden itibaren, henüz yeterince kuvvetlenmemiş kanatlarına yüklenen ağır yüklerin altında ezilmesi ve aramızdan ayrılarak acımıza acı katmalarının küçük bir ağıtı olan bu yazınızda ve diğer bazı makalelerinizde farklı yönleriyle ele aldığınız konuyu, hiç olmazsa 4-5 serilik bir yazı dizisi haline getirebilir misiniz? Buna gerçekten gereksinim duyuyoruz Hocam…

  4. Mahmut bey,
    sanıyorum sizin anlattığınız durumu birçok insan yaşıyor. Ben de yakınlarım ile bu konuları hiç konuşmuyorum, ve bugüne kadar hiç konuşmadım da. Benim konuşmamamın sebebi biraz da tarafların ağzından kötü bir laf çıkması ve bunun sonucunda bağların tamamen kopması korkusu…
    Ayrıca ben oradaki insanların ikna edilebileceğine inanmıyorum. Neden?
    Orada devletten veya bağlı bulunduğu cemaat, tarikat, topluluk gibi sosyal oluşumlardan bağımsız düşünebilen pek bir beyin olduğunu düşünmüyorum. Hatırlarsınız, bazıları cemaati eleştirirken cemaate gönül verenlerin aklını kiraya verdiğini, bağımsız düşünemediğini falan söylerlerdi.
    Allah aşkına, şu an Türkiye´de bağımsız düşünebilen beyin kaldı mı? Milletvekilleri iktidarın veya parti liderlerinin hangi gerekçeye dayalı olarak aldığı bilinmeyen kararlarını tasdik makamı değil mi? Gazeteciler iktidardan gelen kararlara göre yön değiştirmiyor mu?
    Bu örnekler uzatılabilir. Cemaati neyle suçladılarsa ülke beterini işler oldu.
    Peki, ikna mümkün değilse ne olacak? Bence orayı öyle kabul edip kendi gündemimize bakmamız lazım. Yaşadığımız ülkelerde ülke vatandaşı ve hatta ufku geniş dünya vatandaşı haline gelip yolumuza devam etmemiz lazım. Orayı adam etmek için gücümüz yetmiyor. Ama kendimizi adam atmeye gücümüz yeter. Ondan sonra geleceğimiz noktada onları ikna etmek için söze gerek yok.
    Hal dili herşeyi ortaya koyar zaten.

  5. Akrabalar, sizin gibi bir ilim adaminin dusuncesine kiymet vermez, cunku sizin uzmani oldugunuz ilmin ne oldugu hakkinda hic bir fikirleri yoktur. zaten ilmin hic bir degeri yoktur bizim toplumda, degeri olan 2 sey, para ve makamdir.. cunku sizde bunlardan biri varsa onlarin bi islerini halledebilirsiniz, yoksa Nobel odullu ilim adami da olsaniz onlarin cocugunu ise koyamadiktan sonra ne ise yarasiniz ki, iste oyle kendi kosesinde Roblox oynayan bir cocuk gozuyle bakarlar size!!! yani sizi oyle bir cocuk gorurler onlar!!
    Bir ornek vereyim: Ben Bogazici ekonomi mezunuyum ama bi akraba ortaminda ailemizden hukuk profesoru olan birine babam ekonomiyle alakali faiz ile enflasyon iliskisi hakkinda sordu.
    o akrabam dedi ki: Amca ben hukuk profesoru olsam da yanindaki senin oglun iyi bir derece ile Bogazici ekonomiden mezun olmus, o yaninda dururken neden bana soruyorsun ki evet ben profesorum ama iktisad degildki benim konum, konuyu en iyi bilen senin yaninda!!
    Kac yillik mezunum, alanimda kendimi gelistirmeye de calisiyorum surekli ama babam bana su gune kadar bir defa bile ekonomi ile alakali bi sey sormadi, asla sormaz, cunku onun gozunde ben, ihtisas yaparken odama kapandigimda, sadece Roblox oynayan bir cocugum!
    Hani, koylerinden okuyup da kaymakam olan bir gence yasli nine demis ya, oglum az daha okuyup bi ormanci olamadin mi?

  6. “Taş küpe vurmuş küp kırılmış, küp kızmış, taşa vurmuş, yine küp kırılmış”.

    Parça parçaydık zaten, öyle bir parça parça olmak ki tuhaf mı tuhaf.

    1- Bir ailenin içinde kardeş kardeşle küs, tatsız, kuzenler birbirine soğuk, rakip gibi.

    2- Bir köyün içinde dinleyin milleti, o soy şöyle, bu soy şöyle diye başlıyor, aileler, sülaleler arasında tat yok.

    3- Köyler zaten birbirine husumetli gibi, o köyün adamı böyle olur, bu köyün adamı böyle olur, dillerde bir dalga geçme hali

    4-İlçeler farklı değil, o ilçenin adamı böyle olur, bu ilçe böyle olur hakeza aynen devam ediyor

    5- İller farklı mı bundan, bir şehrin adamı, diğer şehrin adamına önyargılı, bunu daha bölge olarak bile söylemiyorum.

    6-Bu hal, şehirden şehire dedikte, bölgeden bölgeye yok mu var, bir bölgenin adamı diğer bölgenin adamına hor bakmıyor mu zaman zaman. İçsel bir üstünlük, tepeden bakış yok mu?

    Bu sırf doğup büyüdüğü topraklar üzerinden yapılan tuhaf dalga geçme, hafife alma durumuna,

    o kürttü, bu türktü, avşarı böyle olur, çerkezi böyle oluru ekleyince iş daha da tuhaflaştı, ama bu sefer hafife almalar daha içten, daha sinsi, daha gizli ama kesin oldu.

    Buna fakirliği de ekleyince iyice çığırından çıktı.

    Biri okudu mu kimi birileri kıskandı, kimi caka satarken, kimi içten kıskandı,

    kimi hem malına hem mıhına, kötülüğünü de isterken, en iyisi, kötü olmasında benden iyi olmasın modunda kıskançlığın değişik vadilerinde dolaştı,

    Nerede olduğunuzun, hangi taraftan baktığınızın önemi yok, bir toplumu saran duygular,

    KISKANÇLIK, HAFİFE ALMA, ALAYA ALMA, ERGENCE TAVIRLAR, DALGA GEÇMELER, İYİLİĞİNİ İSTEMEME, KÖTÜLÜĞÜNÜ İSTEME…

    gibi duygular oldu.

    Bugün bir duygu makinası olsa da atmosfer basıncını ölçer gibi, damardaki kanları hormonları ölçer gibi ölçebilsek, Anadoluya yayılmış bu duyguları.

    Bu duyguların neşet ettiği topraklar, Anadolunun tam bağrı, hepimizin güven duyduğu, buralar merkez, sağlamdır ruh hali dediği İçanadolu.

    Bende bir ayrımcılık mı yapıyorum diye soruyorum ama gerçekten öyle değil.

    İçanadoludan başlayarak arttı dalgalar gibi gittikçe azalan bu tutum malesef tüm ülkeyi sarmış durumda, o ruhun medyayla, göçlerle taşınarak.

    Gavur İzmir denilen yerde yaşamak istiyor şimdi herkes, dindarı bile ev arıyor, buraların adamı tuhaf deyip Egeye kaçıyor insanlar, iklim bahane,

    Büyükselçuklusundan, Anadolu selçuklusuna, beyliklere, Alparslanından, Melikşahına iman ruhunun özü sandığımız topraklar, bugün fitnenin, kıskanmanın, köhneleşmenin, küçümsemenin merkez üssü olmuş, dağıtıyor sanki her yere.

    Nasıl oldu bu, ne zaman geldik bu duruma derken, rahmetli babamın dedikleri geliyor aklıma,

    Rahmetli babam,

    Askerliğini yaptığı 1960 lar için, oğlum neden bilmem, ama asker ocağında falanca şehrin çocuğu filanca şehrin çocuğuyla bir türlü anlaşamazdı, laf vurur birbirlerine keskenirdi, Sivaslı Yozgatlıyla, Çorumlu bilmem neyle, Maraşlısı Kayserilisi bilmem neyle, Konyalısı da uzak değil bundan. Laf vurup dururlardı birbirine. Avrupadayım, gerginlik olmasa da, çirkinliği hafifçe anımsatacak şekilde, ergence sataşmaları görünce, kıtalar aşmış bu tuhaf ruh halimiz, küçümseyici, hafife alıcı dalga geçici halimiz.

    Şimdi Avrupada, yanıbaşında atomu parçalarken insanlar, dibinde uzay üssüne uydu gönderirken ESA dan bilmem ne, insanlar yine aynı, nereli olduğundan ilk soru dillerde, gördüğüm değişmeyen şey Çorumlu, Tokatlı, Sivaslı, Konyalı, Maraşlı, kürt türk çerkez bu avşar edebiyatı.

    Buna şimdi Camilerde ekleninde ayrım olarak, ülkücüsünün, nurcusunun camisi, bunların ardında namaz kılınmaz camisi karışmışta karışmış.

    Nasıl bir parçalanmışlık, bu nasıl bir karmakarışıklık.

    Zavallı ben ve benim gibi bunun farkında olan benim gibiler diyorum.

    Uykuda olanlara sözüm yok, onlar yolun yolcusu da, birazcık başını kaldıran benim gibiler bunu görüp,

    “Bu yırtık yama tutmaz” diyorum.

    Elbiseyi de değiştiremiyeceğimize göre, böyle tuhaf bir ruh haliyle öylece kalakalıyorum.

    Sanırım Ortadoğulu olmak böyle birşey.

    Cehennemi yaşarken, cennette yaşadığını sanmak, tam olarak bu.

    Ne yaparsın ki o topraklarda doğduk, çocukluğun geçtiği yerleri ruh ararmış, ruhlar arıyor,

    ruhumuz buna koşullanmış ne yaparsın,

    lakin zihnimin bir köşesinde çıkmıyorda bu köhnelik,

    mamure olan Cihan kıymetinde yerler, bugün fitne, fesat, buğuz, haset, kıskançlık dağıtıyor etrafa,

    bunun sanırım enbaşını da İçanadolu çekiyor.

    Bu satırlarımı HEZEYAN olarak algılayanlara son sözüm,

    Kardeşim yine bak aynısı oldu,

    “Taş küpe vurdu küp kırıldı, küp kızdı taşa vurdu, yine küp kırıldı”

    Kısaca, Mahmut Akpınar bey,

    Değerli Hocam,

    Söyledikte ne oldu?
    …..
    Söyledikte ne oldu ki.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin