Sevgili’nin köyüne doğru [Harun Tokak-Hac Hatıraları-13]

Mekke de artık son günlerimiz. Birkaç gün sonra Medine’ye, Sevgili’nin köyüne doğru yola çıkacağız.

Kâbe‘de son tavaflarımızı yaparken, bir hasret çöküyor içimize. İçimizdeki hasreti bitirecek olan Medine yolları bizi bekliyor.

Birlikte olduğumuz, üzerinde yürüdüğümüz, yüreğimizi yaslayıp sırlarını dinlediğimiz kutsal mekânlara, Hacer anamıza, Hatice anamıza, Abdulmuttalib dedeye, Ebu Talib amcaya ve daha nicelerine veda vakti.

Garip duygularla veda tavafımızı yapıyoruz. Makam-ı İbrahim’e yakın bir yerde iki rekât namaz kıldıktan sonra mermer merdivenlere oturup, hüzünlü bakışlarla Kâbe’yi seyrediyoruz.

Kâbe ile son kez konuşmak, vedalaşmak için buradayız. İstiyoruz ki yıllar önce kumrularını Medine ufuklarına nasıl uçurduğunu anlatsın bize.

Kâbe de hüzünlü. Bize anlatacağı öykünün yaramızı derinleştireceğini o da, biz de biliyoruz. Fakat Efendimizi bağrına basan, yeryüzü mescidinin minberi hükmünde bir Medine’nin varlığı tüm yaraları sarıyor, firakları vuslata, hüzünleri gönül aydınlıklarına dönüştürüyor.

Kâbe, “Akabe sonrası günlerdeydi” diyor. “Bir gün Allah’ın Rasulü, yıllardır Mekke’de baskı ve işkence gören bu mazlum kardeşlerine şöyle seslendi:

“Sizin hicret edeceğiniz yurt bana gösterildi. İki kara taşlık arasında, hurmalık, çorak bir yer gördüm. Orası, Yesrib’dir. Yüce Allah, Yesribli Müslümanları sizin için kardeş ve Yesrib’i de emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!”

Bu işaret sonrası müminler küçük kafileler halinde Medine’ye hicret etmeye başladılar.

Yollarda göç vardı.

Muhacir Müslümanlar, önce gizlice gelip tavaf ediyorlar, benimle vedalaşıyorlar, sonra hicret yollarına düşüyorlardı. Her biri giderken yüreğimden bir parça kopuyor, her geçen gün biraz daha yalnızlaşıyordum.

Müminler, bunca yıl sevgi, özlem ve ümitle yaşadıkları vatanlarını terk ediyordu.

Önce müşriklerden ayrılmak, sonra Müslümanlara katılmak” herkesin istediği işte buydu. Görünüşte birincisi vatandan ayrılmak, ikincisi ise gurbette yaşamak demekti ama onlar, “İslam her yerde bizim vatanımız olacak” diyordu. On üç yıllık sabrın meyvesi, yıllarca süren baskı ve eziyetlerin sonu gurbetti. Kutlu Nebiye inananlar Habeşistan’dan bu yana durmadan bir yerlere göçmüşler, herkes kendi hicretini yaşamışlardı. Bu sefer bir arada olacakları için heyecanlıydılar. Yesrib bunun için onlara kucak açmıştı.

MUKADDES GÖÇ

Göç, muharrem ve safer aylarında iyiden iyiye yoğunlaşmıştı.  O evden bu evden mazlum Müminler, geride savrulmuş acılar bırakarak buruk kalplerle ayrılıyorlardı. Gidenler kalanlar için, kalanlar gidenler için ağlıyordu.

Umutlar hep Yesrib yollarına dökülmüştü.

İlk hicret edenlerden biri Ebu Seleme idi.

O, hem Allah Rasulünün halası Berre’nin oğlu, hem de sütkardeşiydi. Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe, onu da emzirmişti. İslam’ın henüz ilk günlerinde hanımı Ümmü Seleme ile birlikte iman etmiş, Allah yolunda nice eza ve cefaya göğüs germişti. Rabbine özgürce ibadet etmek, zalimlerin işkencelerinden kurtulmak için önce Habeşistan’a hicret etmişti.

Habeşistan’dan döndükten sonra kavminin zulmüne, hakaret ve işkencelerine bir süre daha sabreden Ebu Seleme, Medine’ye hicret izni çıkınca eşi Ümmü Seleme ve oğlu Seleme ile birlikte bir seher vakti gizlice Mekke’den ayrıldı.

Yolda sanki yürümüyorlar, özgürlüğe kanat çırpan üç kelebek gibi uçuyorlardı.

Şirkin ve zulmün esiri bu şehirden kurtulmak için acele ediyorlardı. Bir an önce Mekke’den uzaklaşmalı, imanlarını özgürce yaşayabilecekleri Yesrib’e kavuşmalıydılar. Kureyşliler fark ederse hicretlerine mani olabilirlerdi.

Seleme ailesi ikinci defa hicret ediyor, imanları uğruna vatanlarından bir kez daha vazgeçip Allah’a gidiyorlardı. Ailenin üç ferdi de bir arada idi. Zalimlerin zulmünden kurtulmuşlardı, attıkları her adımla yeni bir başlangıca doğru yürüyorlardı. Bundan daha büyük bir mutluluk olabilir miydi?

Tam kurtulduklarını düşünürken çölün sessizliğinde derinden gelen bir uğultu duydular. Peşlerinden doludizgin atlılar geliyordu.

Hızlanmaya çalıştılarsa da nafile. Çok geçmeden etrafları sarıldı.

Gelenler, Ümmü Seleme’nin akrabaları Muğireoğullarıydı.

Ebu Seleme’nin isterse çekip gidebileceğini, ancak hanımı Ümmü Seleme’nin gidişine asla izin vermeyeceklerini söylüyor, bağırıp çağırıyorlardı.

Ebu Seleme’nin kabilesi de durumu haber almış, arkadan yetişmişti. Onlar da Muğireoğullarına bağırıyor, küçük Seleme’nin kendi çocukları olduğunu ve onu annesine asla vermeyeceklerini söylüyorlardı. İki kabile çocuğun kollarından tutup çekiştirmeye başladılar. Nihayet zavallı çocuğun kolu çıktı. Ümmü Seleme bir köşede çaresizce ağlıyor, Ebu Seleme‘nin elinden hiçbir şey gelmiyordu. Muğireoğulları Ümmü Seleme’yi zorla alıp götürdüler. Esedoğulları da küçük Seleme’yi yanlarına alıp gittiler. Ebû Seleme yaşlı gözlerle hanımı ve yavrusunun ardından bakakaldı. Eşi ve çocuğu elinden alınmış, çölün bir kenarında yapayalnız kalmıştı. Üç kişilik aile üç parçaya bölünmüş, mutlu bir yuva paramparça olmuştu.

Ebu Seleme, uzun bir süre çölün ortasında melül ve mahzun öylece oturdu. Göz pınarlarından dökülen yaşlar kızgın kumları ıslattı.

Faran dağlarında gün batıyordu.

Doğruldu, “Ya Allah!” diyerek Yesrib’e, hicret yurduna doğru yürümeye başladı. Derin bir hüzün ve acı içindeydi. Bir yandan ağlıyor, bir yandan hanımı ve çocuğunu emanet ettiği Rabbine dualar ediyordu.

Muhacirler içinde Ebu Seleme ve ailesinin yaşadığı hicranı belki de hiçbir aile yaşamadı. Eşinden ve yavrusundan ayrı kalan Ümmü Seleme bir yıl boyunca Ebtah Vadisi’ne gidip kocasının bulunduğu Yesrib’e doğru bakarak gözyaşı döktü. Ayrılık acısını çölün kumlarıyla paylaştı. Her gün Kâbe’ye gidiyor, onu kocasından ayıran, yavrusunu elinden alanlara beddualar ediyor, yuvasını dağıtan zalimlerin hakkından gelmesi için Rabbine yalvarıyordu. Gözünden akan yaşlar, Yesrib’e bakarak söylediği acı dolu sözler, yerleri ve gökleri inletiyor, fakat Kureyş’in taşlaşmış kalbini insafa getirmiyordu.

Ebu Seleme‘nin de her gün oturduğu Kuba kasabasının dışına çıkıp eşi ve çocuğunu gözlediği haberleri geliyordu.

Aradan bir yıl geçti. Mahzûmoğullarından insaflı bir adam artık dayanamadı, bu zulme isyan etti. “Yeter bu kadına çektirdikleriniz, bırakın kocasının yanına gitsin!” diyerek tepkisini dile getirdi. Ailesi, Ümmü Seleme’ye kocasının yanına gidebileceğini söylediğinde çilekeş kadın hemen hazırlıklara başladı. Yola çıkarken kocasının kabilesi de gelmiş, oğlu Seleme’yi de kendisine teslim etmişlerdi.

Ümmü Seleme oğlunu bir deveye bindirerek Medine’ye doğru yola çıktı. Yanında ne onu tehlikelerden koruyabilecek, ne de yol gösterecek biri vardı. Ama o bunları umursamadı. Her şeyi, hatta ölümü bile göze almıştı. Ne yapıp edecek, hicret yurduna, kocasına ve Rasulallah’a kavuşacaktı. O, tarihin gördüğü en cesur kadınlardan biriydi. Tenim mevkiine geldiğinde Abdudddaroğullarından Osman Bin Talha ile karşılaştı.

Osman Bin Talha istikbalin sahabelerinden biriydi. “Ebu Ümeyye’nin kızı, böyle yalnız başına nereye gidiyorsun?” diye sordu. Medine’ye gittiğini öğrenince “Vallahi seni bu şekilde bırakamam!” dedi ve devesinin yularını tutarak Ümmü Seleme’ye hicret yolu boyunca refakat etti.

Günlerce süren zorlu yolculuğun sonunda uzaktan Kuba kasabası göründüğünde Osman, “Ey Ebu Ümeyye’nin kızı, kocan Ebu Seleme işte şu köyde. Allah’ın bereketiyle git.” demiş ve Mekke’ye geri dönmüş.

İslam’ın ilk muhaciri Ebu Seleme de her gün olduğu gibi, yine o sabah kasabanın dışına çıkmış eşi ve çocuğunu gözlüyormuş. Devesinin üzerinde yaklaşan kadını ve kucağındaki çocuğu görünce koşmaya başlamış.

YARALI CEYLANLAR GİBİ

Ümmü Seleme hicret yolcuğunu her anlattığında, Osman Bin Talha’yı minnetle anacak, onun nezaketini ve iyiliklerini anlatacaktı:

“Osman bin Talha’dan daha iyi bir arkadaş görmedim! Allah’a yemin ederim ki, Araplar arasında bu zat kadar faziletli birine rastlamadım. Mola verilecek bir yere geldiğimizde devemi çöktürür, oğlumla benim inmemize yardımcı olurdu. Biz indikten sonra da devenin sırtından yükünü indirir, onu ağaca bağlar ve biraz uzağa çekilirdi. Biz de ağacın altında dinlenirdik. Hareket zamanı gelince deveyi hazırlar, yükünü üzerine kor ve bize “Haydi, binin bakalım.” derdi. Biz bindikten sonra da yine önüme düşer, ikinci bir konaklama yerine kadar böylece devam ederdik. Onun yardımıyla yolculuğumuzu Medine’ye varıncaya kadar sürdürdük.”

Her birinin yurdundan yuvasından ayrılışı ayrı bir destan olan mazlum Müslümanlar, yaralı ceylanlar gibi birer ikişer Medine ufuklarına doğru akıyorlardı.

Göklerden teselli yağmurları yağıyordu:

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz. Ahiretin mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bunu bilselerdi.” (Nahl,41)

Mazlum Müslümanlar hayatlarını hicretle taçlandırıyorlardı. Bedeli kendi canları, kanları ve feryatları ile ödenen “ilklerden olma” ayrıcalığına, bir de hicret etmiş olmanın fazileti ekleniyordu.

Mekkelilerin “kaçtılar” dedikleri hicret yolculuklarına başlarken çok dikkatli hareket ediyor, yakalanıp hapsedilmekten endişe ediyorlardı.

Yalnızca Hazreti Ömer hicret ettiğini tüm Mekkelilere açıkça ilan etti. O, silahlarını kuşanmış bir halde tavafını yaptıktan sonra iki rekât namaz kıldı ve müşriklerin karşısında durup onlara meydan okudu:

“Ben Medine’ye gidiyorum. Anasını ağlatmak, karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak isteyen varsa şu vadinin arkasında karşıma çıksın.”

İki ay gibi kısa bir süre içerisinde Müslümanların büyük çoğunluğu Medine’ye hicret ettiler.

Bu mukaddes göç sahabeye, inanç ve ideallerini gerçekleştirme adına yeni imkânlar sunuyordu.

Şüphesiz bu yaşananlar, İlahî bir plan gereğiydi ve yüce bir davanın ilmek ilmek örülen desenleri, zafere giden yolun adımlarıydı.

Hicret, idealler ve inançlarla çatışan ve onları baskı altında tutan şartları değiştirmek, dine hizmet kastıyla çekilen dertlere yeni çareler aramak demekti.

“İman edip de hicret etmeyerek kendi öz nefislerine zulmeder vaziyette olanların canlarını alırken melekler onlara diyorlardı ki: “Ne işte idiniz?” Onlar da: “Biz bu ülkede, dinin emirlerini uygulayamayan, baskı altında yaşayan kimselerdik” deyince, melekler bu sefer şöyle diyorlardı: “Peki Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret etseydiniz ya?” İşte onların durağı cehennemdir. Ne fena bir dönüş yeridir orası!” (Nisa, 97) ayeti diktatörlerin zulmüne boyun eğerek ülkelerinde çakılıp kalanlar içindi.

YESRİB’DEN BAHAR RÜZGÂRLARI

Yesrib’e yapılan bu hicret Habeşistan’dan farklıydı. Medine’ye hicrette de müşriklerin baskılarından kurtulma ve tuzaklarından emin olma bir ölçüde söz konusuydu. Fakat bu defa Akabe’de Allah Rasulüne biat eden ve Hazreti Musab vesilesiyle İslam’a girenlerin davetleri de mevzubahisti. Buna bağlı olarak, Yesrib’i Medineleştirme ve onu medeniyetin beşiği haline getirme gayesi vardı. Bir site devletinin temelleri atılıyordu. Bu sayede İslam kâmil manada, kendi orijini ile temsile kavuşacaktı.

Yesrib’den bahar rüzgârları esiyordu.

Medineli Müslümanlar yerini yurdunu terk eden, imanları uğruna sahip oldukları tüm dünyalıklarından vazgeçen Mekkeli kardeşlerine kucak açmış; evlerini, sofralarını onlarla paylaşmışlardı.

Kuba kasabasında toplanan muhacirlere daha düne kadar bir köle olan Salim’in imamlık yaptığı, muhacir ve ensar topluluğunun yeni bir dünyanın hayallerini kurduğu, hasret ve heyecanla Efendimizin Medine’yi şereflendirmesini bekledikleri haberleri geliyordu.

Mekke Müslümanlardan boşalmıştı.

Hicret edecek gücü olmayan, müşrikler tarafından yakalanıp zincire vurulan ya da hastalığı sebebiyle hicret edemeyenler dışında Mekke’ de kimse kalmamıştı.

Güllerin Efendisi, müminlerin tamamı Medine’ye varıp can güvenlikleri sağlanıncaya kadar Mekke’den ayrılmadı. Efendimiz ellerinde olduğu sürece Mekkeliler de hicret edenlerden çok fazla endişe duymadılar.

Habeşistan’a gidenlerin de bir kısmı kısa bir süre sonra geri dönmüştü. Medine’ye gidenler de dönerdi. Nasıl olsa canları gibi sevdikleri peygamberleri buradaydı.

Yarın: 14. Bölüm, MUKADDES GÖÇ

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin