Şantiyedeki faşizm

Yorum | Prof. Dr. Mehmet Efe Çaman

(Havaalanı inşaatında ölen, yaralanan ve hakları gasp edilen, 600’den fazlası gözaltına alınan işçilere yazılmıştır.)

Soğuk barakalarda ter ve ayak kokusu, kum ve çamurların bulaştığı fayanslarda yürürken çıkan çıtırtılara karışıyordu. Florasan lambalarının ruhsuzca aydınlattığı koridorları jeneratörler yakıt tasarrufu nedeniyle çalıştırılmadığından beri özler olmuştu. Yalınayak yürürken yapışan pisliklerle yatağa girmemek için pazardan aldığı tokyolar ayağında, yürüdü. Yürürken sağa sola çarpmamak için el yordamıyla ranzaların soğuk demirlerine değiyordu. Yüzeyleri tırtıklıydı ve kalkmış boyaların jilet gibi keskin kenarları, dokunduğu yerlerden ufalanarak pis zemine dökülüyordu. İçerideki havanın tüm ağırlığına karşın rahatsız değildi hiç. Burnu sanki koku almayı bırakmış, ona büyük bir iyilikte bulunmuştu. Akşamları yanan sobadan gelen odun kokusuna karışmış çam ağaçlarının reçine kokularıyla dolu çocukluk yıllarını düşündü – hala ne kadar da gerçektiler! Yayladan inşaata geleli her şey demirdi. Baraka, ranzası, tabaklar, tepsiler, kazma-kürek ve şantiyedeki beton karma makineleri, asansörlü vincin zinciri, hep demir! Toprak da demir parçalarıyla doluydu; paslı çiviler, plaka parçaları, burgulu inşaat demirlerinden kopan parçalar, konserve kutuları, anlayacağınız kirli kahverenginin türlü tonları. Hayatları gibi metali de acımasızca paslandıran bu yerde, etraftaki çöplere gelen parlak yeşil bok sinekleri bir tezat oluşturuyordu.

Gelenler, gidenler, ölenler; şantiyenin bitap düşmüş ve zayıflıktan kaburgaları sayılan güneşten yanmış benizleriyle başka bir ülkenin çocukları gibi görünen amelelerinin bunları düşünecek vakti yoktu. Güçlünün var olabileceği o yerde yaşamak, geri çekilenlere ve başka bir evrene göçenlere üzülecek duygusal bir bağ kurmaya engeldi. Orada sadece o an vardı. O an kaldırılan taş, o an el arabasına konacak, o an vince yükleme yapılırken elli kiloluk çimento çuvalı düşürülmeyecek – yoksa formen tekme tokat girebilir – o an sana edilen küfrü duymayıp ıslıkla öfkeni bastıracaksın… Seni direndiren, ayakta tutan, hayata tutunduran, var olmaya devamını sağlayan o öfke değil mi? Bir de anana babana göndereceğin aylığın?

Sabah kahvaltısında yediğin kibrit kutusu kadar kirecimsi beyaz peynir ve artık mayadan şişmiş hafif ekmek, üç beş tane kara zeytin, acı mı acı. Arada o zeytinlerin arasında sahte zeytinyağına bulanmış bir yalnız zeytin yaprağı – kim bilir nereden geldi metal tepsimin ufak bölmesine. Edremit mi, Ayvalık mı? Mersin mi yoksa Balıkesir? Kendinin nereden geldiğini unutan elleri nasırlı genç işçiler, zeytinin menşeini merak eder mi? O peynir parçası ve o zeytin taneleri midir benim yaşamım, annem? Hayır. Ona bunu söyleyemem, üzülür sonra. Büyük şehirde, dillere destan bir havaalanı yapıyorum ben ellerimle her gün. Taşlardan tuğlalardan harçtan ve demirden, ördüğüm duvarlar, vidaladığım çelik konstrüksiyon, yere attığım betonun cillop gibi yüzü – ben ve arkadaşlarım. Babam gurur duyduğunu hiç demedi bana, ama bilirim bakışlarından, demesine gerek yok zaten. Sert olan, güçlü olan, dayanıklı olan, hayata alabildiğine sarılanların olduğu bu yerde, duygular sadece sana düşmanlık eder, senin aleyhine çalışır. Gündüzleri.

Ama ya geceleri? Hıçkırarak ağlayanlara kimse bakmaz. Herkes kendi kederine gömülür, herkesin tek mezarı olabileceği gibi ancak! Ve o yalnızlıkta, düşüncelerde ışık hızında köyüne gider herkes, ya da yavuklusuna, pire ısırıklarının korkunç kaşıntısına rağmen. Annesinin beline sarılır ve başını gömer ona, hiç doğmamacasına bu katı ve acımasız dünyaya. Ona kendi yasaklanmış dilinde seslenir belki de kim bilir, kimseden korkmadan. Gözlerindeki güneş izleri daha da belirginleşen anası, “gel oğul sofra hazır” der mi? Babasının mırıldandığı bin yıllık Kürt türküsü, her şeyin yolunda olduğunu anlatır, kardeşlerinin gürültüsü, sofraya gelinince durur. Artık herkes sofradadır – dinginlik ve mutluluk. Geceleri özgürsündür. Ağlamakta, kederde, hüzünde, efkârda, acı ve ağrıda, gözyaşı ve umutta. Geceler böyle geçer, geçmek bilmeden işte.

O gurur var ta o gurur. İzzet-i nefis dedikleri eskilerin hani. Parasını almayanın patrona gidip önce hal hatır sorduğu ve konuya nasıl giremediği insanların ülkesinde, kanıksamak adam olmanın bir parçası kabul edilir. Dayan, dayan, dayan. Dayanmak, susmak, sabretmek de işte aynen öyle bilinir. Beklemek, bu işin parçasıdır. Ekmek parası için yapılan bu işte, ekmeği veren eli ısırmak racondan değildir. Alnındaki ter çoktan kurumuş olsa da emeğinin hakkını paragöz hacı patronundan alamayan almayan bu Anadolu insanı bekler, sabreder. “Zengin olan, çalmasını bildiği için zengindir” dese de büyükler, o çalmaz, çalamaz işte. Çalandan hesap da soramaz ki ama. Çünkü öğrendiği, kendisine öğretilen, elle tutulmaz, gözle görülmez “ayıp” denen, başka dillere çevirisi zor o kavram, karakterinin şah damarıdır. Kiminde dört hafta oldu, kiminde sekiz! Tek derdi, acaba anamın aklına başka bir şey gelir mi olan o kara saçlı kara gözlü çocuk, gece yatağında bunları düşünür. Yürürken yerden gelen çıtırtılarla yeşil sineğin vızıltısı, şantiyenin gürültüsüne, kamyonların dizel kokan egzoz dumanlarıyla vinçlerden gelen gıcırtılar, söylenen farklı yörelerden türkülere karışır, Ege’yi, Karadeniz’i, Ağrı Dağı’nı, Tuz Gölü’nü sana getirir birden. Ellerindeki ağırlık mı kalplerindeki yük mü daha ağır? Para almadan çalışan bu mert adamların tek derdi namusları ve alın terlerinin karşılığını almaktır. Bunu utanmadan, sıkılmadan, o serdeki erkekliklerini aşarak anlatmalarının bir yolu var mıdır?

Siyah Mercedes’teki takım elbiseli badem bıyıklı adam şantiyeye geldi. Şoförü ve yanındaki genç mühendis, formenlerin başına bir zarf verdi. Oradaki polis sırıttı, takım elbiseli onun elini sıktı, diğer eliyle hafiften elense çekti. Polis ekmeğin sadece fırından gelmediğini bildiğinden, bu elenseye boynunu hafiften eğerek karşılık verdi. Herkes kimin ne olduğunu bilir. İnsanın insana hiyerarşisi, itin ite olanınkinden çok daha sağlam temeller üzerine kuruludur – bunu öğrenmeden bilirsiniz. Siyah Mercedes’ten inen adam da bunu bilir, formen de, polis memuru ve orada sıcakta kazma sallayan amele de. Herkes bunu bilir. Bu hayattır, bize öğretilen çünkü okulsuz, öğretmensiz, kitapsız.

Şantiye – “Almanya’nın bizi kıskanacağı kadar varmışsın sen be!”. Almanya’da işçiler de kıskanıyordur belki kara zeytine talim kara gözlü Anadolu civanlarını, kim bilir? Kim bilir?

Uzaklardan bir türkü çığrılır yine. Bir ıslık, bir ezgi, bir yanık ses, sonra bir yanık ses daha. Sonra bir gülümseme. “Anama göndereydim iyi olurdu aylığı” diye düşünürken, o ezgiye kapılır, türkü onu mıknatıs gibi çeker. Nasıl olsa geceye daha çok var be! Efkârlanma saati değil ki bu? Hem sabır erdemdir. Erdemli olan insanların acı çektiği topraklardır buralar, bildin mi? Memleket deyince, bizi birleştiren şeylerden biri budur. İyilerle kötülerin savaşı, tarımın bulunmasından beri bu toprakların kaderi oldu. Diktatörler ve bezirgânlar, din tüccarları ve ahlaksızlar, tolsuzluğa batmış hırsızlar ve onların şeref yoksunu coplu müfrezeleri, propaganda ve güzellemeci kalemleri, vıcık-vıcık yağcı bürokratları ve satılık lejyonerleri, ihanetin sağdan, soldan, ortadan gelen ortak noktaları şahsiyetsizlik olan neferleri! Hukuksuzluktan yaşayanlar, hepiniz bilin işte buraya yazıyorum. Mayası bu topraklarda olanlar, bir türküyle dertlerini unutur, gülümser yine. Ama unutmaz, unutmayacak sizleri bu topraklar, Mısır’ın firavunları unutmadığı gibi.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Cenabı hakkın gozdesi kendisi icin yarattığı alemdeki tum varlılara ustun kıldıgı esrefi mahlukat insanın hali.

    Merkantalizmle once mala esir, sanayi devriminden sonara paraya ecir edildi. Ozgurlesecegi yeniden degerinin bilinecegi gunlere dogru insallah.

    Cunku hakkı tutup kaldıran peygamberin gosterdigi yolda ilerlemeye azimli bir topluluk var. Insallah

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin