Sahip olmak, sahip çıkmak ve sahiplenmek

YORUM | AHMET KURUCAN

Sahip olmak sözlüklere bakmaya bile ihtiyaç duymayacak ölçüde, duyulduğu ve okunduğu an zihinlerde hemen hemen aynı mananın çağırışım yaptığı bir kavram. Mülkiyeti merkeze alıyor, sahip olmak. Bu bağlamda sahip, malik anlamını taşıyor. Sonuçları itibariyle de akla getirdiği mana, mülkünde istediği gibi tasarruf hakkına sahip insan. İnsanî ilişkiler düzleminde efendi-köle misali. Sahip olma kavramı kullanılmasa da otoriteryen rejimlerde, kast sistemi ve aşiret uygulamalarının hâkim olduğu toplumlarda örneğini sıkça gördüğümüz türden bir ilişki.

Hukuki perspektiften bakılacak olduğunda, tasarruf hakkı sınırsız değil. Başkalarının hukukuna tecavüz ettiği yerde, hukuki otorite devreye girerek “Bir şeyin maliki, sahibi olman, sana sınırsız tasarruf hakkı vermez. Başkalarının hakkını ihlal edemezsin. Özgürlükte sınırın buraya kadar, daha ötesine yol yok,” der. Sınırın ihlal edilmesi durumunda da cezai yaptırımları devreye koyar.

Sahip çıkmak ve sahiplenmeye gelince, sözlüklerde ikisi de aynı anlama geliyor. Halkımızın kullanışına bakınca zaten bu açıkça görülüyor. “Umursamıyorum!” “Bana ne!”, “Salla başı al maaşı” gibi kavramların anlattığı “Nemelazımcılıktan” çok öte bir yerde duruyor. Ama zaman zaman bu iki kavram “Sahip olmak” ile karıştırılıyor. Sahip çıkma ve sahiplenme, sahip olmaya dönüştüğü andan itibaren tüm iyi niyete rağmen maksadın aksine hizmet edecek sonuçlar doğuruyor.

SAHİP OLMA REFLEKSİ

Bir misal üzerinden izaha çalışayım: Bir üretim fabrikasında işçisiniz diyelim. Yılların verdiği bilgi ve tecrübe birikimiyle ehil bir insansınız. Mesleğinize saygınız ve sevginiz takdire şayan. Üzerinize düşen işi fazlasıyla yapıyor ve el üstünde tutuluyorsunuz. Sizin için ustabaşından patrona kadar herkes “Kendi işi gibi, kendi malı gibi” sahip çıkıyor diyor. Hukukî, ahlâkî, insanî her zaviyeden takdirle karşılanacak bir davranış biçimi. Övgüye layık. Herkes de bunun farkında.

Fakat bir an oluyor ki o işçi yaptığı işle alakalı bir emri yerine getirmiyor. Çünkü

mesleki bilgisine göre yapılması istenilen şey, o üretilen ürüne ve tabii ki kendisinin de içinde bulunduğu kuruma zarar verecek. Onun için itiraz ediyor, kendi görüşü sorulmadığı halde yüksek sesle söylüyor, gerekçelerini anlatıyor. Görüşünün dinlenilmemesi durumunda ısrarcı davranıyor, diretiyor ve ‘hayır’ diyor başka bir şey demiyor. Fakat ısrarlar devam edince de “muhalefet şerhini” düşüp işine devam ediyor. Yap denileni yapıyor. Buraya kadar olan davranışı bize şunu gösteriyor; o işçi karakterine uygun, kendisi hakkında söylenen, “kendi işi gibi, kendi malı gibi” sahip çıkmayı ve sahiplenmeyi delillendiren bir tutum izliyor.

Ama bunun bir adım ötesi daha var; o işçi her şeye rağmen verilen emri yerine getirmiyor. Kendi görüşünün, “Allah’ın emri” olduğuna iman etmişçesine ‘hayır’ diyor ve iş yerini sahibinden ustabaşına kadar hiç kimseyi dinlemeyip bildiğini okuyor. İşte buna “sahiplenme ve sahip çıkma” denemez. Bu olsa olsa “sahip olma” refleksini gösteren bir davranış biçimidir.

AKSİ NETİCELER DOĞURABİLİR

Çoklarına çok basit gibi görünen ve gündelik hayatın tabii akışı içinde karşılaşabileceğimiz bu misali başka bir alana taşıyalım. Yalnız baştan belirteyim, bu alanda sahip çıkmak, sahiplenmek ve sahip olmak kavramları başka şekilde kendini gösterecek ve tam aksi bir netice doğuracak. Şöyle ki; değerlerin, ilkelerin ve prensiplerin merkeze konulduğu ve onları kabullenen insanların gönüllü olarak mesailerini harcayarak gerçekleştirdikleri bir faaliyet alanı düşünelim. Mesela günümüz dünyasının global manada en büyük problemlerinden biri olan ‘çevre’ diyelim. Dünyanın değişik yerlerine dağılmış ve her yerde aynı değerler istikametinde yapılanmalarını gerçekleştiren bu gönüllüler, aralarında kurmuş oldukları network ile birbirileri ile dayanışma içinde çalışıyorlar. Herkes üzerine almış olduğu vazifeye maddi açıdan hayatını idame ettiren işiymiş gibi sahip çıkıyor ve sahipleniyor. Lokal gerçekler üst başlığı etrafında toplayabileceğimiz organizasyon ve buna bağlı olarak kurumsallaşmanın getirdiği belli ölçüde de olsa dikey yapılanma, hukuki ve kanuni gereklilikler, örf ve adet, insan ve imkan potansiyeline göre o değerleri hayata geçirecek projeler üzerinde çalışıyorlar.

Bahsini ettiğimiz lokal gerçeklerin tabii neticesi olarak dikey yapılanmada yerini alanlar tam anlamıyla o değerlerin emanetçileridir. Üstadın ifadesiyle “memer” ama “mazhar” değillerdir. Mülkiyet kavramını kullanacak olursak izafi bir mülkiyete sahiptirler, hakiki mülke değil. Bir gün bu insanlar bir karar alıp o işe gönül verenlerden tatbikini istiyorlar. Fakat istenilen şey; tam da üretim fabrikasındaki işçi misalinde olduğu gibi yanlış sonuçlar doğuracak. Şimdiye kadar gönüllü olarak çevreyi koruma işlerinde cansiperane çalışan kişiler, ‘hayır’ diyorlar. ‘Bu bizim değer, ilke ve prensiplerimize aykırı. Tüzüğümüze aykırı. Örf ve adetimize aykırı. Bunu uygulayamayız.’ Fakat diğerleri ısrarcı davranıyor. Getirilen karşıt argümanlar kale alınmıyor. Bu tutum gösteriyor ki idari kademede bulunan ve tüm itirazlara rağmen gelen tepkileri nazar-ı itibara almayan bu kişiler “memer” değil “mazhar” hatta “masdar” olduklarını düşünüyor, emanetçi olarak bulundukları konumun kendilerine sağladığı yaptırım gücünü hakiki güç ile karıştırıyor, dayatmalarda bulunuyor. Baştan bu yana söylediğimiz kavramlar içinde ‘sahip çıkmıyor’, ‘sahiplenmiyor’, ‘sahibi olduğunu’ zannıyla ve vehmiyle hareket ediyor.

İLKELER, HERKESE AİTTİR

Merhum Nurettin Topçu insanın hareketini belirleyen asıl unsurun sorumluluk olduğu tespitini yapar. Ona göre irade ve ihtiyarı tetikleyen şey sorumluluk duygusudur. Ama bunun harekete geçmesi için de hürriyet ortamına ihtiyaç vardır. İnsan özgür olduğunu hissetmelidir ve gerçekten özgür birey olmalıdır. Bediüzzaman’ın yıllar önce söylediği gibi, “Beşer esir olmak istemediği gibi ecir de olmak istemiyor.” Bunun için de “Kesret içinde vahdet, cemaat içinde ferdiyet” ana umdedir.

İsterseniz yazının ilk paragrafına dönelim ve “Sahip Olma”nın özellikle otoriteryen rejimler, kast sistemi ve aşiret uygulamalarının hakim olduğu toplumlarda insan ilişkileri düzleminde ortaya çıkan bir tür ilişki olduğu tespitini yeniden hatırlayalım. İsterse Kanarya Sevenler Derneği olsun, belli amaçlar etrafında insanları gönüllü yapan ve maddi-manevi fedakârlığa iten şeyler değerlerdir, ilkelerdir, prensiplerdir. Yapılacak işin makuliyetidir. Yayılım alanına bakınca evrenselliğidir. Hiç kimse o değerlerin sahibi değildir. Herkestir o değerlerin sahibi. Dolayısıyla herkesin bu değerlere, o değerlerin hayata taşınmasında üzerine düşen vazifeye, o vazifenin kendisine verdiği hak ve yetkilere sonuna kadar sahip çıkmaya ve sahiplenmeye hakkı vardır ama sahip olmaya, sahibiymiş gibi davranmaya, kendilerini ‘efendi’ başkalarını ‘kul ve köle’ olarak görmeyi netice verecek davranışlara girmeye hakkı yoktur.

Bediüzzaman ile bitirelim: “Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye îtibâriyle, beşer, birkaç devri geçirmiş. Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri, ikinci devri memlûkiyet devri, üçüncü devri esir devri, dördüncüsü ecîr devri, beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir. (…) Beşer, esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Yazıda, aynı aramızda olduğu gibi, bir hayalet dolaşıyor – Marx’ın hayaleti – hayaletlerinden bir hayalet. “Tüm eski güçlerimizle Marx’a karşı kutsal bir sürgün avı için ittifak halinde” oluşumuz bir hayalete çevirdi Marx’ı. Her kovalamaca başka bir hayalete dönüştürdü. Marx, tam da artık hiçbir yerde olmadığı için bir hayalet. Birçok Marx’la karşı karşıyayız. Yazıdaki Marx hayaleti bir ahlak hayaleti – birşeylerin iyi veya kötü olduğuyla ilgilenen, şeylerin nasıl olduğundan ziyade ne olduğu ve nasıl olması gerektiği arasındaki çatışmaya dikkat çeken, insanları sağduyunun kendine mahsus mantık kurgusu ile ikna eden, çözümün orada olabileceğine inanan bir hayalet. Böyle bir hayalete ihtiyacımız var mı? Böyle bir hayalet için Marx’a ihtiyacımız var mı? Böyle olmayan herhangi bir hayaletimiz var mı veya hiç oldu mu, hiç öylesine ihtiyacımız oldu mu?
    Mülkiyet Marx’ın abstract-concrete oyunlarının bir parçasıdır, bir formdur, bir diyalektik sürecin sonucudur. Hususen “yabancılaşma” süreçlerinin dışavurumu şeklinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan ve kendini üreten bir üründür. Yabancılaşmak, süreç kipinde ifade edilen bir kelime, materyal şartları itibari ile dikkatleri üzerine çekmediği sürece sahip olmanın, sahip olunmanın, sahip çıkmanın, fetiş haline dönüşmenin ve dönüştürmenin anlaşılması mümkün değildir. Nelerden yabancılaşmak? Emekten, üründen ve kendinden yabancılaşmak. Açacak olursak, (1)emekten ve fiiliyattan – yani insanı bir biyolojik yaratıktan bir insana çeviren temel fiilden, (2)üründen -, fiil sayesinde “şeyleştirdiği” ürün üzerinden kendisini, kendi insanlığını, kendi değerlerini seyretme imkanı sağlayan insanileştirilmiş dış dünyadan- (3) kendisinden – yani insanlığından, yani kendi ürettiği şeyin üzerinde tanıma imkanı yakaladığı insanlığından. Bütün bunların sonucu olarak, bilhassa 3.noktada ifade edildiği gibi, insan ve toplum(cemaat) ayrımının doğması, cemaatin ve insanın birbirine zıt pozisyonda duran şeyler gibi gözükmesi, kişinin sürekli ikisi arasında birini seçmek zorunda kalması, cemaatin ferdin çiçek açmasından daha önemli zannedilmesi, cemaat dediğimiz şeyin insandan, yani senden benden, bağımsız kendi varlığına sahip mutlak bir varlık olarak görülmeye başlanması.
    “değerlerin, ilkelerin ve prensiplerin merkeze konulduğu ve onları kabullenen insanların gönüllü olarak mesailerini harcayarak gerçekleştirdikleri bir faaliyet alanı düşünelim.”
    Hizmetin değerleri dediğimiz şeylerin mutlaklığına dair bir inanç hakim. (Ahmet hocaya değil bu sözüm) Yani bunların ilahi olduklarına, dolayısıyla hizmetin de ilahi olduğuna, bizim onun hizmetkarları olduğumuza dair bir inanç. Halbuki bu değerlerin(bilhassa hizmete ait bu değerlerin), ilahi kaynakların spesifik insani interpretasyonu ile ortaya çıktıklarını, bu spesifik yorumlamanın şartlarının materyal koşullarla ve tarihsel-metafizik çağ ile doğrudan alakalı olduklarını, bunların doğru sonuçlar verecek immanent bir rasyonaliteye sahip olmasının insan emeğiyle mümkün olduğunu unutuyoruz. Hele bu değerlerin, prensiplerin vs.(soyut anlamıyla hizmet teorisinin), yani ilahi kaynakların belirli yorumlarının hayata geçirilmesinin PRATİK BİR İNSAN FİİLİ olduğunu, ancak bunun o değerler üzerinden İNSANİYETİMİZİ TANIMAMIZA imkan sağladığını, dolayısıyla bu hizmetin (fazilet ve kusurlarımızla) BİZ olduğumuzu, bizden başkası olamayacağını; takdirin, taltifin, desteğin, yargılamanın, şartları sağlamanın, şartları bitirmenin, kaynağı Allah karşısında boynumuzun kıldan ince olduğunu (açıkça gözüken cemaat bencilliğimiz bunun bir tezahürü) unutuyor gibiyiz. Çok defa duyduğum hizmete iman etmek sözü de bunun güçlü bir formu…
    ”Hiç kimse o değerlerin sahibi değildir. Herkestir o değerlerin sahibi” diyor Ahmet Bey. Benim bakış açımdan, biz o değerlerden başkası değilmişiz gibi duruyor. Burada kesiyorum. Son bir cümleyle ve genç Marx’tan bir alıntıyla. Hizmet tartışmalarında zihniyetimiz ‘zaten orada öylece duruyor olan defoult’ bir zihniyet olarak kritike edildiği sürece yol katedilmesi mümkün değil, bunların diyalektik süreçler içinde ele alınmaları şart!
    “Ama insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içersinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.”

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin