Rejim dış politikasının zihin haritası ve arkeolojisi

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN 

Bu rejimin dış politikasının kökleri nereye dayanıyor? Nasıl oldu da Türk dış politikası bu hallere düştü? Neden sanki yeni kurulmuş bir devletin dış politika savrulmalarını gözlemliyor gibi bir duyguya kapılıyoruz? Oysa Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin köklü bir dış politika birikimi vardı. Tarihten alınan birçok diplomasi dersi, ortak dış politika hafızasında sürekli yerini almıştı. Ne oldu da Türkiye’de dış politikanın zembereği boşaldı?

Türkiye 1990’lardan itibaren dış politikasını rasyonel temellerden uzaklaştırdı. Dış politika yapım sürecinde çevresine ve olaylara kendi çıkarları perspektifinden de, objektif normlar açısından da bakamıyor. Türk dış politika yapımında çevresiyle dengeli ilişkiler kuran, uluslararası çatışmalarda barıştan, uzlaşmadan yana olan, en önemlisi de tarafsız duran bir ülke olma özelliğini tümüyle yitirdi Türkiye. Etnik ve dini motiflerin dış politikada enstrüman olarak kullanılması iyi sonuç vermez. Son örneğini Ermeni-Azeri çatışmasında görüyoruz. Türkiye anlaşmazlığa tek taraflı yaklaşıyor. Hatta anlaşmazlığın tarafıymış gibi bir algı içinde olduğu görülüyor. Erdoğan ve rejimin bölgede askeri inisiyatif almak gibi bir anlayışı söz konusu. Kendini Azerbaycan’ın doğal müttefiki olarak gören Türkiye, Ermeni-Azeri gerilimine tarihsel bir Türk-Ermeni tarihsel bagajıyla yaklaşıyor. 1900’lerde ulus devletleşme yaşanırken, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında homojen bir ulus yaratma projesinde ötekileştirilen bir “Ermeni” imajı, bu yaklaşımın merkezini oluşturuyor. Diğer bir fikri sabite, “büyük Türkiyat” içinde “Anadolu ve Azerbaycan Türklerinin” tek bir ulus oldukları, bu iki ulusun yapay olarak iki devlet içinde yer aldıkları ön kabulüdür.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Dış politika yalnızca ırk, din, etnisite ve tarih üzerinde yürüyor

Türkiye bugün hangi bölgeye yönelik bir bölgesel politika oluşturursa oluştursun, bunu mutlaka tarihsel, dini, etnik veya ırki referanslarla yapıyor. Orta Asya ve Türkî toplumların yoğun yaşadığı devletlerle ırksal, yakın veya uzak Arap ülkeleriyle dinsel, Balkanlar’daki ülkelerle Osmanlı ortak tarihi gibi referansları dış politikasında temel olarak alıyor. Bunlar Türk dış politika yapımcılarının zihin haritasında önemli donelerdir. Dış politika yapım süreçleri üzerinde inanılmaz etkili motivasyon kaynaklarıdır. Türk siyasal karar alıcıları dünyayı algılamalarında ve yorumlamalarında bu ön kabullerle hareket ediyorlar. İslami, ırksal-etnik milliyetçi, kültürel, tarihsel klişeler ve ön kabuller, Ankara’yı yayılmacı, bölgesinde büyük ağabey ve etkin belirleyici güç olma hevesiyle yanıp tutuşan, geçmişin “büyük ve ihtişamlı” bir imparatorluğunun devamı olan bir aktör haline sokmuş durumda. Çarpık veya kasten çarpıtılmış, ideolojik, manipülatif bir resmi tarih (historiyografi), kendi kendisini uydurduğu hikâyeye inandıran bir çocuk gibi, Türkiye’yi rasyonaliteden uzaklaştırıyor. İçeride güç kontrolünden kopan anayasasız rejim doludizgin amok koşusuna devam ederken, dışarıda irrasyonel ve muğlâk hedeflerin peşinde enerji tüketiliyor. Onlarca yıllık dış ve güvenlik politikası kazanımları – başta inandırıcılık olmak üzere – bozuk para gibi harcanıyor.

1990’larda meydana gelen küresel ve bölgesel değişimler, Türk dış politikasındaki bu yalpalamaların dış belirleyicisidir. 1991’de Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Türkî kökenli halkların ulus devletleri bağımsızlığını elde etti. Türkiye’de “Türk dünyasının doğuşu” olarak algılanan bu durum, Pantürkist nostaljiyi yeniden alevlendirdi. Sadece aşırı sağda (MHP ve Ülkücü Hareket) değil, merkez sağda ve merkez solda da kendisine ciddi anlamda rezonans bulan bu yaklaşım, 1990’larda Avrupa bütünleşmesinden dışlanan Türkiye’de çok tuttu. Bu dönemde özellikle Ermeni-Azeri çatışması Türkiye’nin bölgesel siyasette yeni roller üstlenmesini heveslendirdi. Yine Karadeniz bölgesinde bölgesel ekonomik işbirliği arayışları, Orta Asya’da “Türk Cumhuriyetleri Zirveleri” ve ölçüsüz beklentiler (Türk lirasının Orta Asya’da para birimi olarak kullanılması talebi, Türk Cumhuriyetleri bütünleşmesi  vs.), Erbakan ile beraber “Müslüman Ülkelerin” entegrasyonuna yönelik projeler (İslam dinarı, İslam ortak pazarı vs.) hep bu çerçevede değerlendirilmeli. Hepsinin ortak sorunu irrasyonel olmalarıydı. Hepsi merkezine Türkiye’yi alan, amacı Türkiye’nin büyük güç olmasını sağlamak olan projelerdi. Bir imparatorluk kompleksinin yansımalarıydılar. Tümünün diğer bir ortak özelliği başarısızlıklarıydı. Türkiye bu “projeleri” gündeme getirdikçe refüze oldu, aşağılandı, kendisini “güce aç bir devlet” gibi lanse etti. Bu bölgesel politika projelerinin tümünün kökünde Osmanlı’nın çöküşünden duyulan onulmaz kompleks vardır.

Türkiye yönüne karar veremeyen bir devlet görünümünde

Türkiye yönünü kaybetmiş bir devlettir. Hatta yönüne karar veremeyen bir devlet olduğu da söylenebilir. Ankara’nın istekleri ve hedefleri arasında büyük tutarsızlıklar bulunmakta. Söz gelimi bir taraftan İslami ortak geçmişe referans verirken diğer yandan seküler (laik) bir devleti olma iddiasına sahip olmak ciddi bir tutarsızlıktı. Ya da Türkiye’deki Kürtlere ve diğer etnik olarak Türk olmayan topluluklara Türklüğün ortak vatandaşlık esasına dayalı bir milliyetçilik anlayışı ve üst kimlik olduğunu tekrarlarken, dışarıda Türk “soydaşları” ile bütünleşme ve yakınlaşma politikaları arayışında olmak, başka bir tutarsızlıktı. Eski Osmanlı coğrafyasına kendi “hinterlandı” algısı ile yaklaşan ve buralarda güç projeksiyonuna girişen bir Türkiye, cumhuriyetin geliştirdiği anti-Osmanlı pozisyona tersti.  Bunlar, gayet ciddi çelişkilerdir, hatta paradokslardır. Diğer taraftan, daha önce Batı ile entegrasyonu dış politikasının merkezine alan Türkiye, 1990’larda bölgesel güç olma sevdasıyla büyük oynamak istemiştir. AB’de aradığını bulamayan, NATO’nun azalan önemine paralel olarak stratejik değeri azalan Ankara, artık kendisinin bir bölgesel güç olması gerektiğine karar vermiştir. Ve buzlukta beklettiği tüm güç yayma alanlarında aktifleşmiştir.

1990’ların sonlarına, 2000’lerin ilk yıllarına dek bu tutum sürdü. Ama az da olsa denge ve fren mekanizmaları sayesinde ana Batı yönelimi ile dengeli gitti. İktidara AKP’nin gelmesiyle beraber AB yöneliminde karar kılındı. 1999’da Helsinki Zirvesi’nde başlayan tam üyelik perspektifinin ipine tutunan İslamcılar, 2010’ların başına dek bu Batı ve AB yönelimli pozisyonu devam ettirdi. Bu arada bölgesel politikalarda yapıcı, çok boyutlu, daha rasyonel ve barışçıl bir pozisyon benimsendi. Ancak 2013’ten itibaren ipler yine koptu. Derin devlet 1990’ların “arayışlar içinde olan” Türkiye’sini yeniden iktidara taşıdı. Buna dünden razı olan Milli Görüş genleri, yeniden aktif hale kolayca geldi. Zaten bu genlerin içine sızmış olan anti-Yahudi ve anti-Rum algı (gayrimüslim karşıtlığı) ile modern Avrasyacı Kemalistlerin sol nasyonalizm (Ulusalcılık) algıları, dahası Turancı geleneğin sağ nasyonalizm (Ülkücülük) algıları birleşti. Erdoğan liderliğinde Suriye’den Libya’ya, Yunan adalarından güney Kafkasya’ya kendince ilan ettikleri bir etki alanında Türkiye oradan oraya savrulmaya başladı.

Din ve milliyetçilik üzerinden çarpık tarih okumaları yaptılar. Yarı aydın bazı modern Enver Paşa’cı İslamcı ve nasyonalistlerin doldurmasıyla, “kabına sığmayan” bir Türkiye imajı yarattılar. Lausanne’da doğan mütevazı ve görece sınırlı güç Türkiye fiili durumunu kabullenmek istemeyen bir kadroydu bu. Bugün cihatçılara maaş bağlayan, onları çevre ülkelerdeki iç ve dış çatışmalarda kullanan, komşu ülkelerde sınır değişikliklerine girişen, başka ülkelerin egemenlik alanındaki sularda karasuları ve ekonomik yayılma alanları arayışında olan, sınırlarıyla yetinmediğini her fırsatta vurgulayan ve fiilen de gösteren bir devlet var. NATO üyesi olmasına karşın Rusya, Çin ve İran gibi küresel güçlerle flört eden, İslamo-nasyonalist arayışlarını poker masasındaki bir kumarbaz gibi elinde olanlar pahasına riske atan, talepleri ile gücü dengesiz olan bir devlet bu.

Parası pul olmuş, işsizlikle kıvranan, orta gelir grubunun diplerinden çıkamayan, dünyadan kopmuş, demokrasisi sıfırlanmış, otoriterleşmiş bir gelişmekte olan ülkeyi TV dizileriyle küresel güce dönüştürmeyi başaracaklarını sandılar. Daha doğrusu bu imajın büyüsüne öykündüler. Tarih doktrininden öğrendikleri “büyük Osmanlı” onların başarı kıstasıydı. Osmanlı’nın kaybettiği gücü ve toprakları hakları görüyorlardı. “Dağları yırtan, enginlere sığmayan” bir neslin evlatları olduklarına inanıyorlardı. “Müebbet ve ulu bir ülke”, “kızıl elma”, “aleme nizam verme” gibi sansasyonel, belirsiz ama hep yayılmacı, hep başkasının üzerinde egemenlik kurmaya yönelik bir uzak hedefleri oldu. Tüm dünyayı ötekileştirmeye müsait bir zihin yapısıyla, bu patolojik anlayış maalesef Türk dış politikasında artık salt marjinal bir alternatif değil, bir ana akımdır. Bu rejim adeta Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını görememesine çabalıyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. Hocam, tayyibin lafına güven olmaz. O azeri kardeşlerim der gider ermenistana silah satar. Filistinli kardeşlerim deyip israille iş tutması gibi. O yüzden onun lafını ve yaptığını analize gerek yok:) para nerde tayyip orda. Para için ruhunu şeytana satan adamdır o.

  2. AB gökten zembille mi indi? Ikinci Dünya savasindan sonra nasil birlik ve güc kazandilar. ABD hakeza. Cin son 20-30 yilda nasil gelisti? Niye Türk, Arap, Islam .. Dünyasi olunca realiteden uzak oluyor!!! Bu asagilik kompleksinden kurtul! Asrimizda hele bu isler 10 yilda degisebilecek durumda geldi

    • aklın yetmediği yerde komplo devreye girer, çünkü zihin boş durmaz, sürekli çalışır. o halde gelin komplo konuşalım, zira türk dış politikasında akıldan eser yok.

      van minüt ile başlayan süreç dostum esad’tan katil esed’e evrilirken türkiye orta doğunun parlayan yıldızıydı. dünyadan övgüler alıyor, arap turistlerin akınına uğruyordu. sonra türkiye suriye libya ve ırakta aynı anda üç savaş cephesi açtı, şimdi de kafkas cephesi birde yunan cephesi açılmak üzere 4 cephede savaşıyor bu gün türkiye, 5.side yolda. Mısır büyük elçisi “türkiye orta doğuda saldırgan ve emperyal tavırlarıyla bütün arap ülkeleri tarafından tehdit görülüyor” dedi. BAE, Bahreyn İsrail ile türkiye tehdidine karşı anlaşma yaptı. Sudi prensi MsB israili ziyaret edip anlaşmaya sıcak baktığı masajı verdi. İsrailin arap ülkeleriyle anlaşmaları Suudilerle kalmıyor devamının galaceği yönünde masajlar geliyor. Türkiye ortadoğuda etkinliğini hızla kaybediyor. övgüyle bahsedelen Türkiye’den tehdit görülen Türkiye’ye.

      peki bu gelişmeleri nasıl izah edeceğiz, nasıl anlamlandıracağız?

      Türkiye üzerinden bir okumayla bunu anlamamız mümkün mü?

      benim okur yazarlığım orta okul seviyesinde olduğu için anlamlandırabilmem mümkün değil. o halde gelsin komplo:

      Türk dış politikası türkiyeden yönetilmiyor, NATO üzerinden yönetiliyor. ABD Çin ile bir ekonomik savaş yürütüyor ve Çin’in etrafını kuşatmak istiyor. doğumuzda kalan bölgeyi israil’in kontrolüne verip onunla birlikte kuşatmak istiyor. böylece israilin büyük israil hayali gerçekleşme imkanı buluyor. kuzeyimiz ve kuzeydoğumuzdan Rusya ya da Türkler ile kuşatabilir fakat Rusya kendi hayallerinin peşinden gidecek gücü ve inadı olduğu için mecburen türkiye üzerinden kuşatacak. fakat Türkiyenin bunu yapacak gücü olmadığı için kızıl elma ülküsünü canlandırıyor ve bu gazla komşularına saldırtıyor, kendisinin bölgeye büyük üskeri güçle gelebilmesine zemin hazırlıyor. yani Türkiye bölgede İngiltere ve Amerikanın piyonu konumunda.

      • Evet onlarin BOP projesi hedefi olabilir, icdeki ortaklariyla + defolularla! Ama Allah in da bir hesabi vardir! Ser bildiginde hayr olabilir! Bu biranda bütün islam dünyasini ayaga kaldirabilir! Pakistan-orta Asya-uzakdogu-Arap dünyasi- bütün Afrika- Avrupa müslümanlari -Rusya müslümalari…

  3. Yazınız ve değerli fikirleriniz için teşekkür ederim. İki soru sormak istiyorum.
    1. Sizce mevcut şartlarda Türkiyenin Azerbaycan Ermenistan savaşında tutumu nasıl olmalıydı?
    2. Azerbaycan ne yapmalıydı?
    Cevap vermeden önce aşağıdaki bilgileri de dikkate almanızı rica ediyorum:

    Uluslararası toplum Azerbaycan sınırlarını tanımıştır ve hem Dağlık Karabağ hem de etrafındaki diğer işgal edilmiş 7 bölge Azerbaycanın hukuki sınırları içindedir. By gün Ermenistan cümhurbaşkanı bile bunu kabul eden konuşma yaptı. Birleşmiş Milletler Güvünlik Konseyinin kararları (1993, https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_United_Nations_Security_Council_resolutions_on_the_Nagorno-Karabakh_conflicğ) Ermenistana ait işgalci kuvvetlerin derhal Azerbaycan topraklarından çıkmasına karar vermiştir. Toprakları işgal edilmiş Azerbaycan yaklaşık 30 yıldır sabırla bu sorunun savaşsız çözüleceğini ümid etmiş ve konstruktiv tutum sergilemiştir. Ancak Ermenistan tarafı devamlı bahanelerle barış şartlarını kabul etmemiştir. Devamlı silahsız insanlara ateş edilmiştir. Son olarak bu gün Karabağdan 100 km uzakta olan Gence şehrine roketler atılmış, 1 kişi şehit düşmüş ve 32 kişi yaralanmıştır. Hepsi sivil.

    Son günlerde bir çok Avrupalı siyasetçi, milletvekilleri ve hatta Rusyalı siyasetçi ve uzmanlar bile Azerbaycanın uluslararası hukuka uygun olarak haraket ettiğini ve topraklarını işgalden kurtarmak hakkı olduğunu söylemiştir.

    Bir daha teşekkürler.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin