PKK’dan sonra toplum ve sağ siyaset [Türk Sağı’nın hikâyesi-17]

YORUM | KEMAL AY

Türkiye’nin 11 Eylül saldırıları, 15 Ağustos 1984’te Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçelerinde gerçekleşti. Bu tarih, PKK’nın resmi olarak Türkiye güvenlik güçlerine saldırıları başlattığı tarihti. Örgütün Suriye’deki lideri Abdullah Öcalan’ın hedefinde, Maocu tarzda bir halk savaşı vardı fakat 1970’lerden 80’e kadar örgütlenme çalışmaları sürdürse de, hem 12 Eylül’ün etkisiyle hem de çalışmaların yetersizliği sebebiyle böyle bir ‘halk savaşının’ imkânsızlığı kısa sürede görüldü. 1984’e kadar süren ‘bölgede tek hâkim olma’ savaşından ise galip çıkıldı ve 1970’lerde aktif olan birçok etnik kökenli Kürt organizasyonu saf dışı bırakıldı. Bu, Öcalan’ın PKK’yı Kürt meselesinde tek ‘yetkili’ kılma stratejisiydi.

ASALA TERÖRÜNDEN, PKK TERÖRÜNE

1980’ler aynı zamanda Ermeni milliyetçisi ASALA terör örgütünün de yurt dışında aktif olarak Türk büyükelçilere yönelik eylemler düzenlediği bir zaman dilimiydi. 1915 katliamlarını soykırım olarak kabul ettirmek, tazminat almak ve Ermeni meselesini uluslararası bir davaya dönüştürmek isteyen ASALA’ya karşı Türk yetkililer, yasa dışı yollar da dâhil olmak üzere pek çok yöntem denediler. Nihayet 1985’te ASALA eylemliliği sona erdirdi çünkü dünya genelinden ve Ermenilerden beklediği desteği göremedi. 1970’lerin sol terör örgütlerinden esinlenmişti fakat örgüt içi anlaşmazlıklar sebebiyle dağıldı. Ancak geride Türkiye bürokrasisinin illegal eylemlerle kurduğu ilişki kaldı. ASALA’yla mücadelede ‘faydalı’ olan elemanlar, başka vazifeler için de beklemeye geçti. Ülkücü camianın çoğu zaman açıktan açığa idolleştirdiği Abdullah Çatlı’nın bu eylemlerde kullanıldığı resmi kayıtlara geçti. MİT adına o dönem operasyonları yöneten Osman Nuri Gündeş, yıllar sonra olayları anlatırken, ‘para ve milliyetçilik motifini birlikte kullandık’ diyecekti. Ayrıca Gündeş’e göre ASALA’yı bitiren asıl ekip devletin resmi görevlileriydi fakat Çatlı gibi ‘elemanlar’ sadece ‘iki kova su dökmüştü’.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ermeniler hiçbir zaman ASALA’yı desteklemedi. Ayrıca saldırılar yurt dışı ağırlıklı olduğu için de, operasyonlar sınır ötesinde gerçekleşti. 1980’lerde başlayan PKK’yla mücadelede ise durum bir hayli farklıydı. Tıpkı ABD’de olduğu gibi ‘ulusal güvenlik’ meselesinin devletin en önemli önceliği hâline geldiği bir döneme girilmiş oldu. 1970’lerdeki silahlı çatışmalar, öldürülen memur ve bürokratlar, 12 Eylül darbesiyle ‘dindirilmişti’. Bu dönem bir ‘iç savaş’ ihtimalini taşıyordu ve 12 Eylül darbesi, o dönem çoğunluk tarafından ‘meşru’ görülmüştü. Askerler, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) aracılığı ile devletin ‘denetimini’ üstlenecekti. Ancak arada sırada toplanan MGK, özellikle ekonomi ya da dış politika gibi alanlarda askerin söz söylemesine imkân tanımıyordu çoğu kez. Asker içerisinde bunlara hevesli komutanlar da vardı. (2003’te dönemin MGK genel sekreteri Tuncer Kılınç, ekonomik krize çare bile üretmişti! Ama hakkını yemeyelim, dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay, Özal’a direnerek ordunun Irak’a girmesini engelledi ve Türkiye’nin ABD desteğiyle de olsa komşusuyla yıllar sürebilecek bir savaş başlatmasını önledi.)

PKK VE MGK’NIN EŞ ZAMANLI YÜKSELİŞİ

PKK’nın saldırıları, güvenlik devleti konseptinin meşruiyet kazanmasını, doğal olarak da MGK’nın güçlenmesini sağlıyordu. Bu da askerlerin hemen her meselede hükümete ‘karışabildiği’ bir sistemi doğurdu. Çünkü PKK, sadece askerî bir mesele değildi. 1990’ların başında PKK’ya fikren yakın Kürt milletvekilleri Meclis’e girdi. Bölgede PKK’ya yönelik bir ilgi vardı. Kürt işadamları arasında PKK’ya destek olduğu düşünülen kişiler bulunuyordu. 1990-93 yılları arasında PKK terörünün artması, bilhassa 1993’te silahsız 33 erin öldürülmesi hadisesi, asker zihnindeki ‘topyekûn mücadele’ kavramını tetikledi. ASALA’yla mücadelede kullanılan yasa dışı yöntemler, bu kez ‘sınır içinde’ işletiliyordu. Kürtçe sebebiyle Meclis’te çıkan krizle, Kürt milletvekilleri hapse atılıyor, partileri kapatılıyordu. İçlerinde Kürt işadamlarının da olduğu ‘ölüm listeleri’ dolaşıyordu elden ele. Kürtlerin insan haklarını dile getiren medya organları bombalanıyordu.

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E DEĞİŞMEYEN ŞEYLER

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs eden bir ‘isyanları bastırma’ geleneği mevcut. Yakın zamanlarda, 1890’lardaki Ermeni isyanları, 1915’te savaşı da bahane ederek, katliamlara davetiye çıkararak ‘bastırıldı’ mesela. 1930’ların sonunda Dersim ve çevresindeki ayaklanmalarla da bölgeye uçaklarla bomba atılarak ‘baş edilecekti’. Kıbrıs olaylarının içeriye yansıtılması ve ‘muaraza’ çıkarılması da, bir ‘devlet geleneği’ idi ve 1955’teki 6-7 Eylül katliamlarına sebep olacaktı. 1970’lerde sağ-sol çatışması sırasında Alevi-Sünni gerilimi ‘kullanılmış’, 1980’lerde 90’larda bunun ‘acı meyveleri’ toplanmıştı. 12 Eylül, sağcı ve solcu gençlerin ‘hoyratlığını’ bastırmak maksadıyla yüz binlerce insanı işkenceden geçirdi. 1990’lar ise Kürt meselesinde yapılan, birçoğu yasa dışı, bir dizi hatayı yaşadığımız zaman dilimiydi. (Necip Fazıl’ın Son Devrin Din Mazlumları kitabı, bilhassa İslamcı camiada bunların bazılarının ‘yanlış’ olduğu bilincini uyarmıştı fakat kitap menkıbe tarihçiliğinin kötü örneklerinden biridir ve dindar-seküler kavgasına taşıdığı ‘benzinle’ hatırlanabilir. Benzeri ‘seküler’ eserler de mevcut tabi.)

Bu süreç yalnızca askerlerin güçlenmesine değil, toplumda Kürt düşmanlığı ile birlikte, ‘komplocu’ yaklaşımların iyice yerleşmesine de yol açtı. 1990’lar boyunca sivil Kürtlere yönelik her türlü insan hakkı ihlaline ses çıkarmaya çalışanlar, ‘Kürtler’in ayrı devlet kurmasını isteyen uluslararası güçlerin ajanı’ olmakla suçlandı. PKK’nın varlığı altında Kürtlere karşı ‘merhamet’ vatana ihanetle eş tutuldu. Milliyetçilik, ‘Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur’ ekseninde yeniden üretildi. Önce ASALA yoluyla Ermeni, ardından PKK yoluyla Kürt düşmanlığı, milliyetçiliğin ‘merkezine’ oturdu. MGK devletinin, buna teslim olan sağ ve sol merkez siyasetin ve yaşananlardan rahatsız olmayan (patronları devletten ihale alan) merkez/popüler medyanın desteğiyle Kürt meselesi zihinlere, bir yığın yanlışla birlikte nakşedildi. Bu süreçte ilginçtir, dindar Kürtler arasında taban bulmaya çalışan Erbakan’ın aracılar yoluyla Öcalan’la bile görüştüğü iddia edilecekti. Gelgelelim, aynı Erbakan, 1992’de kürsüden ‘dış güçlerin Kürdistan kurduracağını’ da söyledi.

KOMPLOCULUK, GÜVENLİK DEVLETİNİN ATAR DAMARI

Bu son konuşmadaki hikâye aslında bir hayli tipik. Amerikalı bir subay, önünde harita bulunuyor ve Güneydoğu’yu işaret ederek burada Kürdistan kurulacağını belirtiyor. Bu ‘harita fobisi’ dönem dönem nükseden bir hastalık olarak, Batılı güçlerin 100 yıldır Ortadoğu’yu yönettiğine dair ‘derin inanç’ gibi semptomları gösteriyor. Zira ‘komploculuk’ aynı zamanda ‘güvenlik devleti’ konseptini de besleyen bir ana damar. Toplumu yeterince korkuttuğunuzda, sandıkta ondan istediğiniz sonucu alabiliyor, ne kadar ileri giderseniz gidin hiçbir tepkiyle karşılaşmıyorsunuz.

Bunu iyi bilen MGK Devleti, mücadeleyi olabilecek en ‘toplumsal’ seviyede tuttu. Her ne kadar PKK’nın bir ‘askerî sorun’ olduğunu düşünse de, PKK’yla mücadelenin bir çeşit ideolojik savunma hattı oluşturmasını arzuladı. İşkence edilen PKK’lı cesetleri, kan revan içinde teşhir edilen militanlar, Kürtlere en ağır hakaret edebilenlerin en büyük vatansever gibi karşılanması… Kral TV ödüllerinden, tutun PKK’lı Şemdin Sakık’ın ifadelerine ekleme yapılarak Türkiye’nin önde gelen gazetecilerinin ‘andıçlanmasına’ kadar her alanda PKK meselesinin getirdiği derin ‘güvenlik’ tabusu işlendi. PKK’nın tezlerine yakın şeyler söylemek bile, PKK’lı olmak dolayısıyla da bütün vatandaşlık haklarından mahrum kalmak anlamına geliyordu. 12 Eylül’le birlikte icraata geçen Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM), en ufak ‘empati çabasını’ bile cezalandırmaya programlıydı.

Mesela… ‘Mustafa Kemal, Selanik’te değil de Musul’da doğmuş bir Osmanlı paşası olsaydı, Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle ve Kürtlerle birlikte gerçekleştirdikten sonra kurulmasına önayak olduğu cumhuriyetin adını “Kürdiye Cumhuriyeti” koysaydı, kendisi de Meclis kararıyla “Atakürt” adını alsaydı…’ sözleriyle yazısına başlayan Ahmet Altan, 1 yıl 8 ay hapis cezası alacaktı. Dahası, Milliyet gazetesinden kovulacaktı.

KÜRT MESELESİ VE PKK

PKK’nın ilk eylemi 1984’te olmuştu ancak Türkiye’deki Kürt meselesi Cumhuriyet’in kuruluşuyla yaşıttı. 1890’larda Abdülhamit’in Hamidiye Alayları Doğu’da Ermenilere karşı ‘direnirken’, Türk-Kürt kardeşti. Sonrasında Ermeniler sürülüp Doğu’da Kürtler çoğunluk kalınca, başka hesaplar devreye girdi. Cumhuriyet kurulurken Kürtler, Araplar’ın aksine Mustafa Kemal’in yanında saf tutacaktı. 1960’larda Türkiye İşçi Partisi, 1970’lerde Marksist sol örgütler, 1980’lerde ‘Apocular’ Kürtlerin kimlik mücadelesinin teorik altyapısını oluşturdu. Devlet, Kürtçe’yi yasaklamayı tercih etti. 1990’lara girerken Kürt vekillerin Meclis’teki varlığı, bir fırsattı ancak MGK Devleti, ‘isyanı’ ezerek yok edebileceğini düşündü. Suriye ve Irak’ın PKK’ya desteği, meselenin çözülemeyeceğini ancak bu vesileyle ‘siyaseti ve toplumu dizayn’ işi yapılabileceğini gösterdi. ABD’nin 11 Eylül sonrasında yapmaya çalıştıkları, daha o günlerde Türkiye’de yürürlüğe girmişti.

SAĞCI SEÇMENİN, EVRENSEL REFLEKSLERİ

Sağ siyaset, ‘isyanları bastırma’ konusunda yapısal olarak hemen her yerde ‘devletten yana’ olur. Bu, neredeyse değişmezdir. Bugünkü ABD’de anti-göçmen dalganın yükselişinde ‘terör’ meselesi öncelikli rol oynar çünkü ABD halkının ‘muhafazakâr’ kanadı, göçmenlerle terör arasında ilişki kuruyor. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise PKK meselesine ‘merkez siyaset’ neredeyse tamamen aynı refleksi gösterdi. SHP, Kürt vekilleri taşıyamadı. 1991-95 arasındaki DYP-SHP koalisyonu, Kürt meselesindeki en çatışmalı ve yasa dışı dönemi, ‘geçiştirdi’. Alparslan Türkeş’in ülkücüleri için bu bir ‘motivasyon’ fırsatıydı. Türkeş sağlığında göremedi fakat halefi Devlet Bahçeli, PKK sayesinde partisini iktidara taşıdı. Erbakan için PKK meselesi, ‘dış güçlerin oyunu’ tezlerinin, İslamcı anti-emperyalizm (anti-Batı) retoriğinin uygulama sahasıydı. Turgut Özal, Kürt meselesini ‘açılımcı’ siyasetinin bir parçası yapmak istiyordu, ancak ömrü vefa etmedi. Son tahlilde, siyasette cari olan nefret, PKK ile yeni bir mevzi kazanmış oldu.

Devlet, PKK meselesini eline yüzüne bulaştırmayı tercih etti. Demirel’in PKK’nın ateşkes ilan etmesi üzerine bir zaman söyledikleri, genel çerçeveyi de özetliyor:

“Kan döken insanlar ‘biz kan dökmekten vazgeçtik’ derlerse, ‘iyi yaptınız, alın size bir mükâfat verelim’ denmesi mümkün değil. Kan döken insanlara ‘aman vazgeçmeyin, kan dökmeye devam edin’ demek de mümkün değil. Kan döken insanlar bundan vazgeçerlerse, bu iyi olmadı demek de mümkün değil.”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin