Otokrasi ile anarşizm arasında Erdoğan: ‘Sosyal Sözleşme’nin sonu

Yorum | Bülent Keneş

Demokrasiler bir kurumlar ve kurallar rejimidir. Kurumlar, kurallar ve normlar arasındaki görev ve yetki hiyerarşisi bu tür rejimlerin ana omurgasını oluşturur. Bu kurumların, norm ve kuralların tesisinde olduğu gibi kendi aralarındaki işlevsel hiyerarşi de ancak iyi ya da kötü bir sosyal sözleşme olan Anayasa tarafından belirlenir.

Neredeyse 1,5 yıldır haksız, hukuksuz ve keyfi bir şekilde cezaevinde tutulan Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın maruz kaldığı hak ihlallerine dikkat çekerek derhal tahliye edilmelerine hükmeden Anayasa Mahkemesi’nin kararına, Anayasa gereği tüm kararları yasama, yürütme ve yargıyı bağlamasına rağmen, alt mahkemelerinin uymaması, Erdoğan’ın elebaşılığını yaptığı Türkiye’deki keyfi rejimin nev-i şahsına münhasır konumunu bir kez daha gözler önüne serdi.

Hiçbir koşula bağlı olmayacak la-yüsel bir tek adam diktası kurma yolunda emin adımlarla ilerleyen Erdoğan, doğrusu tuhaf bir yöntem izliyor. Bir taraftan otokrasinin sınırlarını zorlarken diğer yandan her ne zaman ihtiyaç duysa delik deşik etmekten çekinmediği Anayasa’ya göre konumlandırılmış kurumlar ve kurallar hiyerarşisini yok sayarak bir çeşit anarşizme yönelebiliyor. Bu yazıda, toplumla yaptığı sosyal sözleşmeye ihanet ederek anarşist bir diktatör görüntüsü veren Erdoğan’ın bu tuhaf durumunu incelemeye gayret edilecektir.

KURALLAR, KARŞILIKLI OLDUKLARI MÜDDETÇE ZORUNLUDURLAR

“Herkesten kaynaklanarak herkese uygulanması öngörülen kamu iradesi”nin yetki ve sorumluluk çerçevesini belirleyen “sosyal sözleşme”yi siyaset bilimi literatürüne kazandıran Jean-Jacques Rousseau, “Bir toplumun tümünü bağlayan kurallar ancak karşılıklı oldukları için zorunludurlar,” der. Rousseau, bu tanımıyla bir bakıma kuralların hukuk önünde eşit olan herkesi bağlayacağını ve güçlü olanın delip geçtiği, zayıf olanın ise takıldığı bir örümcek ağı gibi olamayacağına vurgu yapar. Bir hukuk düzenine ruh veren bu sözleşme, ona göre, “Ancak bütünlüğüyle anlamlıdır. Bu sözleşmede tek taraflı olarak yapılacak en ufak değişiklik sözleşmenin tamamını boşa çıkarır ve etkisiz kılar.”

Rousseau’ya göre, sosyal sözleşme ile öyle bir ortaklık biçimi tesis edilmiştir ki, “O ortaklığın ortak gücü, her ortağın kendisini ve sahip olduklarını savunacak ve koruyacaktır.” Yani sosyal sözleşme vatandaşlar arasında öylesine bir eşitlik zemini oluşturur ki, hepsi aynı koşullarda taahhüt altına girerler ve hepsinin aynı haklardan yararlanması gerekir. Siyaset bilimi bu hakları pozitif ve negatif haklar olarak uzun uzadıya sıralar. Despot Erdoğan ve çevresindeki suç şebekesinin bu ilkeye uymadığı ise aşikâr.

Çünkü, Erdoğan’ın kendisini hiçbir kurala, ilkeye ve değere bağlı hissetmeyen mevcut pozisyonu Max Weber’in “Karizmatik Otorite” makalesinde anlattığı duruma bire bir karşılık gelir. Weber o makalesinde otokrasinin ve diktanın sakıncalarına işaret eden şu saptamalarda bulunmaktaydı: (Önceden belirlenmiş ve üzerinde mutabık kalınmış kurallara bağlı) “Bürokratik otorite zihinsel yolla çözümlenebilir kurallara bağlı olmak anlamında özellikle rasyoneldir. Karizmatik otorite ise her türlü kurala yabancı olması anlamında irrasyoneldir. Karizmatik otoritenin tek meşruluk dayanağı toplumda kabul gördüğü müddetçe şahsi karizmadır.”

İŞİNE NE GELİYORSA O OLMAYA, NE GEREKİYORSA ONU YAPMAYA KARARLI

Tipik bir diktatör olduğu konusunda, etkisi altında tutarak ruhlarını ve akıllarını tamamen esir aldığı kitleler dışında, hemen hemen herkesin mutabık olduğu Erdoğan’ın, bütün olup bitenlere rağmen, görüntüyü kurtarmak için sanki ülkede hala kurum ve kurallar varmış, hayatiyetlerini sanki hala koruyorlarmış, işlevlerini sanki hala sürdürüyorlarmış gibi davrandığı aşikar. Tümüyle işlevsizleştirdiği Anayasa’yı, Anayasa Mahkemesi’ni, yargıyı, Meclis’i, muhalefet partilerini, medya ve sivil toplum örgütlerini vesaire tamamen ortadan kaldırmaktansa, içi tamamen boşaltılmış, ruhları çekilerek koflaşmış bu unsurlar sanki gerçekten hala varlarmış gibi bir görüntü vermelerini sağlamak için yoğun bir çaba içerisinde. Erdoğan’ın tüm zulümlerini, hukuksuzluklarını, kuralsızlıklarını, keyfiliklerini bu kof kurumların büyük ölçüde muhalefetin basiretsizliği sayesinde verdiği görüntülerin oluşturduğu kamuflajla meşru göstermeyi hala önemsiyor olması sakın ola ki kimseyi aldatmasın.

Çünkü Erdoğan, yegâne amacı olan kemiksiz kılçıksız o dikta düzenini kuruncaya kadar işine ne geliyorsa o olmaya ve ne yapması gerekiyorsa onu yapmaya kararlı. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan’ın devrimci karakterlerde görülebilen bir pragmatizmle zaman zaman anarşist bir görüntü verdiği bile savunulabilir. Neticede anarşizmin tek bir türü yoktur. Türlü türlü anarşizmler arasında mesela sentezci mutualist anarşistleri, kolektivist anarşistleri, bireyci anarşistleri, anarko-komünistleri, anarko-kapitalistleri, anarko-sendikalistleri, yeşil anarşistleri ve sıfatsızlığı sıfat edinmiş anarşistleri sayabiliriz. Tüm bu anarşizmlere ilaveten bir de, tek adam diktası tesis etmek için insanları insan kılan değerler sisteminin hiçbir kural ve normuna sadakat göstermeyen Erdoğanist bir anarşizm neden olmasın?

Burada tuhaf olan ve diğer anarşizm akımlarından kendisini ayıran şey, Erdoğanist anarşizmin mensuplarının otoriteye başkaldıran vatandaşlar değil, Erdoğan’ın tek adam dikta rejimini inşaa ederken kullandığı adi birere aparatçığa dönüşmüş bakanlar, bürokratlar, hakimler, savcılar, polisler, askerler, akademisyenler, diplomatlar vesaire olmaları… Halbuki klasik anarşizmin ideallerinde devlet yoktur, vergi yoktur, askerlik yoktur, polis yoktur, kanun yoktur, toplum yoktur… Erdoğan anarşizminin nev-i şahsına münhasırlığını ise, tüm bunların yokluğunu bile önemsiz kılacak ölçüde menfaat ve güç dışında hiçbir değerinin, hiçbir ahlak ve ilkesinin olmayışı oluşturur.

ERDOĞANİST ANARŞİNİN DİĞER ANARŞİ TÜRLERİNDEN FARKI

Hakikaten de Erdoğan’ın bireysel diktasının gölgesinde kalan alan dışında, korkunç bir yıkım gücüyle oluşturduğu kaos da sui generis bir anarşi türüdür. Erdoğan tarzı anarşizmin diğer anarşizm türlerinden önemli bir farkı da, üzerinde ciddi ciddi kafa yorulmuş ne bir düşünceye ne de bir felsefeye dayanmıyor olmasıdır. Bu serseri anarşizmin vücut bulması için, gırtlağına kadar suça batmış Erdoğan ve çevresine topladığı adi suç şebekesinin züccaciye dükkanına girmiş sarhoş ve şuursuz bir fil sürüsü gibi davranmaları yeterli olmuştur.

Önyargısız ya da şartlanmamış her gözün kolayca fark edebileceği gibi, bütün kural, norm ve değerlere taammüden ihanet eden Erdoğan ve çevresindeki adi suç şebekesi, Jonathan Glover’ın “Toplumun düzgün işlemesi, herkesi bağlayan yasalara uyma yönünde güçlü bir varsayıma dayanır,” şeklinde ifade ettiği söz konusu o varsayımı tuzla buz etmiştir. Erdoğan, hiç şüphesiz ki, Cehennem’in kapılarını ardına kadar açarak ülkeyi büyük felaketlere sürükleyen affedilmez bu büyük cürmü işlerken yalnız değildir. Çünkü, yıllardır işlemekte olduğu planlı programlı bu cürmüne zaman içerisinde devlet mekanizmasının neredeyse tamamını, toplumun ise önemlice bir kısmını ortak etmeyi başarmıştır.

Oysa ki, sivil vatandaşlar ya da kamu görevlileri şöyle dursun, emirlere itaat etmenin esas olduğu düzenli ordularda bile insanlık suçu ya da savaş suçu teşkil eden bir emir verildiğinde, buna itaat etmemek askerin hakkıdır ve hatta vazifesidir. Bertnard Russel’dan ödünç alarak ifade edebileceğimiz “Kötülük yapmak için kalabalıkların peşinden gitmeyeceksin,” kuralına hiç kulak asmayıp, değersizliği değer haline getiren ifritten bir ortama uyup kendilerini lanetli bir sürü psikolojisine kaptırarak Erdoğan’a suç ortaklığı için kollarını sıvayanların gerçek hukuk ve ahlak karşısında masumiyetlerini iddia etmelerinin ve kendilerini savunabilmelerinin artık herhangi imkanı kalmamıştır.

Anarşizm birçok farklı tutum, eğilim ve düşünce ekolünü barındıran bir felsefedir. Marksizm, komünizm, anarko-kapitalizm gibi ideolojilerle karmaşık ilişki biçimlerine sahip olan anarşizm, hümanizm, kutsal otorite, bireysel çıkar veya çeşitli alternatif etik doktrinler ışığında şekillenebilir. Kapitalizm ve liberalizmden yola çıkarak anarşizme varmak mümkün olabildiği gibi, tam tersine komünizm ve kolektivizmden yola çıkarak da bir tür anarşizme varmak mümkündür. Kolektivist komünizmin “sınıfsız toplum”a varılması durumunda öngördüğü ütopik devletsizlik hali ile komünizmin tam tersi bir istikamete yürüyen bireyci liberalizmin kendisine dair “the least the best – en azı en iyisidir” arzusunu açıktan ortaya koyduğu devletin, yani kurumsal ve kamusal hiyerarşinin, yokluğunu hayal etmediğini varsaymak gerçekçi olmayacaktır.

SOSYAL SÖZLEŞME’NİN KURUMSAL/NORMATİF HİYERARŞİSİNİ YOK ETTİ 

Liberal bir anarşist olan “sivil itaatsizlik” ve “pasif direniş”in fikir babası Henry David Thoreau’nun bireysel bilincin ve bireysel çıkarın herhangi bir kolektif organ ya da kamu otoritesi tarafından engellenmemesi düşüncesinde kristalize olan liberal anlayışın en uç noktasında yer alan bu ütopik idealin, tıpkı zıddı olan komünizm gibi, devletsizliği ve hiyerarşisizliği öngörmesi bir çelişki değildir.

Thoreau gibi bir bireysel anarşist olan William Goldwin de, izlenecek liberal güzergah üzerinden devletsizliğe ulaşacak bir anarşizmin mümkün olacağına inananlardandı. Bireyci anarşistlerin vardığı en ileri safha ise, anarko-komünistlerin tam karşıtında yer alan bir anarko-kapitalizm oldu. Yaygın olarak bilindiğinin aksine, komünal ve kolektivist bir hayat öngören komünistlerden ziyade aslında bireyciliği önceleyen liberal çevreler anarşizme daha yatkındır.

Neticede bu iki zıt ideolojik kampın varabileceği yer nev-i şahıslarına münhasır bir çeşit anarşizm olabiliyorsa, dinbazlığı kendisine maske edinmiş İslamofaşist Erdoğan’ın da, en azından kendi diktasını tesis edinceye kadar, farklı toplumsal kesimlerin bir arada yaşamasına iyi kötü imkan veren cari sosyal sözleşmenin kurumsal ve normatif hiyerarşisini tarumar etmesi ve böylece bir tür kurumlar, kurallar ve normlar anarşisi yaratması da fevkalede mümkündür.

Bir Çinli düşünürün “Aslına bakılırsa diktatörler hiçbir zaman insaniyetli değillerdir. Ama halkın bu insaniyetsizliklerinden nefret etmesinden çok korkarlar. Onun için, hiç durmadan insaniyetliymişler gibi görünmeye çaba harcarlar. Aslında diktatörler hiçbir zaman hakperest de değillerdir. Ama hakperest olmamalarından halk nefret edecek diye korkarlar. Onun için, hiç durmadan hakperestlik gösterileri yaparlar. Diktatörler aslına bakılırsa yalnız kendi menfaatlerini düşünürler. Fakat halka başka türlü görünmek için çabalayıp dururlar…” sözleriyle tanımlamaya çalıştığı Erdoğan tarzı dikta heveslilerinin güç ve iktidar hırsları ile bireysel ya da grup menfaatleri için ne yapmayacakları ne de kendisine dönüşmeyecekleri herhangi bir şey yoktur.

ENGELS BİLE ERDOĞAN VE EYLEMLERİNİ ANALİZ ETMEKTE ACİZ KALIRDI

Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşeviklerin, avangart liderliği esas alan Komünist Parti aracılığıyla bir “proletarya diktatörlüğü” kurarken, üzerlerinden silindir gibi geçtikleri kesimlerden birini de anarşistler oluşturmuştu. Tarihlerinin en büyük darbesini Rusya’da komünist Stalin’den yiyen anarşistlerin, ikinci en büyük darbeyi ise tam tersi istikamette yol alan İspanya’daki faşist diktatör Franco’dan yemiş olmalarının da bize anlatacağı çok şeyler olmalı.

Marksist yazarlar, bir türlü ne komünistlere ne de faşistlere yaranabilen anarşist düşüncenin bir “küçük burjuva” ideolojisi olduğu tezini savunurlar. Öyle ki çok erken bir dönemde Friedrich Engels, anarşistleri bilim dışı, karşı devrimci ve hatta ihanetle suçlayacak kadar ileri gitmiştir. Engels, “Otorite Üzerine” başlıklı meşhur makalesinde devleti var etmiş olan toplumsal ilişkiler ortadan kaldırılmadan devletin ortadan kaldırılmasından söz eden anarşist düşünceyi yerin dibine geçirmiş ve şöyle demişti: “Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim elbette ki en otoriter olan şeydir. Bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla – (yani) akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla – dayattığı bir eylemdir.”

Engels’in bu radikal fikirleri, Marksist otoritercilerin komünist devletlerde yaptıkları korkunç katliamların ana dayanağını oluşturmuştu. Öyle sanıyorum ki, şayet Engels bugün hala yaşıyor olsaydı, işine geldiğinde kendisinin ihanetle suçladığı anarşizmi yol edinen, işine geldiğinde ise salık verdiğinden bile öte otoriter yöntemler kullanan Erdoğan’ın karakter çözümlemesini yapmakta ve tutarsızlıklarla dolu eylemlerini analiz etmekte dünya tarihinin bu en etkili komünist düşünürü de aciz kalırdı.

Şahsi ihtirasları, kişisel güç ve iktidar hırslarıyla diktadan anarşizme, anarşizmden diktaya salınıp duran Erdoğan, Türkiye’de bir arada yaşamanın el kitabı olan sosyal mutabakatı yıkıp geçmiş; daha birkaç yıl öncesine kadar gerçek bir demokratik hukuk devleti olma yönünde yol almakta olan müesses nizamın kurum ve kurallarını giriştiği eylemler ve kullandığı söylemlerle tarumar etmiştir. Böylece 80 milyonluk ülkeyi çevresindeki halklarla birlikte acı ve felaketlerle dolu bir fetret sürecine sokacak illegalitenin hükümranlığını ilan etmiştir. Bu yıkıcı ilandan önce kendi fikri ve fiziki hazırlıklarını yapmış; medyanın, sivil toplumun, iş dünyasının, polisin, bürokrasinin, yargının, ordunun içini boşaltarak her birini kendi lejyonu, kendi milisi ya da aparatçıkları haline getirmeyi başarmıştır.

AZİZ VATANIN TÜM TERSANELERİNE GİRİLMİŞ, TÜM ORDULARI DAĞITILMIŞ

Koşulsuz bir dikta rejimi tesis etmek için otoriterlikten anarşizme uzanan spektrumda yer alabilecek her eylem ve söyleme tevessül edebilen Erdoğan, gerek duyduğunda cebren, gerek duyduğunda hile ile ülkenin tüm kurum ve kuruluşlarını ele geçirmiş, özel ya da kamu fark etmeksizin bütün müesseselerine girmiş, müesses nizamın tüm kurumlarıyla birlikte bütün ordularını dağıtmış ve her birini kendi milis güçlerine dönüştürmüştür. Değersizliği değer, kuralsızlığı kural, ilkesizliği ilke gibi kuşanarak memleketin her köşesine, milletin her zerresine kir gibi, küf gibi, pas gibi nüfuz ederek bilfiil işgal etmiştir. Vardığı noktada yapıp eylediklerini gaflet ve dalaletle sıfatlandırma imkanı artık kalmamış, apaçık bir hıyanet aşamasını bile çoktan aşmıştır.

Yukarıda da belirtildiği gibi ancak bütünlüğüyle anlamlı olan sosyal sözleşmeyi delik deşik ederek ülkeye taammüden ihanet eden Erdoğan, tek yanlı hükümranlığını tesis için çakma darbeler düzenlemekten yandaşlarını silahlandırmaya, yüz binlerce masum insanla ilgili suç uydurmaktan milis güçleri oluşturmaya, kurumların ve kuruluşların içini boşaltıp adi aparatçıklara dönüştürmeye varıncaya kadar hamle üzerine hamle yapmıştır. Dönüşü olmayan tek yönlü bir yola giren Erdoğan’ın bu noktada durmayacağı da aşikardır.

Engels’in yazdıklarının ışığında anarşizmden diktaya, diktadan anarşizme gidip gelmek suretiyle kendi devrimini kurumsallaştırma aşamasına geldiğinde, Allah muhafaza, çok daha büyük kıyımlara girişme riski ise geçerliliğini korumaktadır. Evet evet biliyorum, bu yazdıklarım çok korkunç…  Ama herkes hesabını en kötüye göre yapsa iyi eder…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin