Mobokrasi ile kakistokrasi arasında Türkiye’nin tercüme-i hali

Yorum | Bülent Keneş

1977’de vefat eden meşhur Fransız bilim yazarı ve filozof Jean Rostnad, 83 yıllık ömrünün erken bir döneminde, “Bir gün atomun enerjisini serbest bırakacağız, gezegenler arası yolculuklar gerçekleştireceğiz, ömrü uzatıp kanseri ve tüberkülozu tedavi edeceğiz; ama en düşük seviyeli kişiler tarafından yönetilmiş olmanın sırrını asla çözemeyeceğiz,” derken bir taraftan sonradan büyük çoğunluğu gerçekleşmiş bilimsel kehanetlerde bulunuyor, öteki taraftan ise insanın vasata ve banala olan temayülü konusunda kadim bir sosyo-politik gerçeği dile getiriyordu.

Acı olduğu kadar da gerçekçi olan sözüyle hem büyük bir hayal kırıklığını hem de derin bir özlemini ifade eden Rostnad, insanoğlunun iyi ve hayırhah bir idareye kavuşma arzusunun insanlık tarihi kadar eski olduğunu biliyordu. Aristo gibi düşünürlerin “bozuk bir yönetim biçimi” olsa da “demokrasinin en az kötü yönetim biçimi olduğu”na dair tespitlerine katılıyor olması, bu gerçeği dile getirmesine tabii ki engel değildi.

Neticede dünyada ideal bir yönetim yoktur. Tüm kurum ve kurallarıyla demokrasi bile, Winston Churchill’in ifadesiyle, “geriye kalan tüm yönetim şekilleri hariç, en kötü yönetim şeklidir.” Kötü niyetli, ahlaksız ve yoz ayak takımının pençesine düşmüş bir demokrasi ise bu özelliğini de hızla yitirir.

BİR “BİLGE KRAL” ARAYAN EFLATUN ACABA HAKLI MIYDI?

Bilemiyorum tabii, belki Eflatun da Türkiye’deki gibi yoz muktedirlerin elinde yozlaşmış demokrasilerin varabileceği korkunç yerden duyduğu endişeyle, demokrasi yoluna hiç sapılmaması gerektiğini savunuyordu. Onun ideal devletini teslim edeceği en emin el “Bilge Kral”ın ellerinden başkası değildi.

Ona göre, ya filozoflar kral ya da krallar filozof olmadıkça ideal bir düzen kurulamazdı. Ya iktidar sahiplerinin bilge ve erdemli olmasını ya da bilge ve erdemlilerin iktidar sahibi olmasını savunan Eflatun, “krallık” vurgusunu bir anlığına görmezden gelecek olursak, aslında ciddi bir gerekliliğin altını çiziyordu.

İdeal düzenin ancak güç ile aklın uyumlu birlikteliğiyle mümkün olabileceğini savunan Eflatun’un bu idealine şöyle ya da böyle yaklaştığı intibaı veren Aliya İzzetbegoviç, Bosna’yı en zor şartlar altında özgürlüğüne kavuştururken ahlaki değerlerinden, izzet ve erdeminden zerre ödün vermediği için “Bilge Kral” olarak tanınır olmuştu. Hakikaten de İzzetbegoviç, modern dönemlerde, Eflatun’un “yöneticinin başlıca vasfı doğruya bağlılıktır, gelip geçici olan görünüşlere değil,” kriterine en fazla uyan liderlerdendi.

THOMAS GRESHAM’IN ‘KÖTÜ PARA’ KURALI SİYASETTE DE GEÇERLİ

Halkın halk için halk tarafından yönetilmesi şeklinde de tanımlanan demokrasi, sağlam bir ahlaki temele dayanmayan, düzenleyici kurumları işlevsel olmayan, ‘görünmez eli’ kural dışı ve kimya bozucu müdahalelerle tesirsiz hale getirilen marazlı serbest piyasa ekonomilerine benzer. Nasıl ki, 16. yüzyılda İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’e mali danışmanlık yapan Sir Thomas Gresham’ın ifadesiyle kötü para her zaman iyi parayı piyasadan kovuyorsa, oturmuş bir demokratik kültürü olmayan, tahakkümcü ve cüretkar kalabalıkların gücü ele geçirdiği topluluklarda da vasatlar, kötüler, banallar hayatın her alanında iyileri kovar. Bu tür toplumlar önce vasatın egemenliğine, sonra da en kötülerin tahakkümüne şahitlik eder.

Demokrasiden yola çıktıkları halde tüm ahlaki ve insani değerleri yok eden böyle bir yere varmış olan düzenleri tanımlamak için demokrasi kavramı artık kullanılamaz. Ayakların baş, ayak takımının hükümferma olduğu bu tür düzenlerin belirli bir aşaması için “olokrasi” tabirini kullanmak daha uygun olur.

“Ayak takımı yönetimi” anlamına gelen “olokrasi” ilk çağlardan itibaren demokrasiye yönelik en sert eleştirilerden biri olarak kullanılmıştır. Jean Jacques Rousseau’nun “demokrasinin yozlaşmış hali” olarak da tanımladığı “olokrasi” bir çeşit “çoğunluk diktası” anlamına da gelmektedir.

Gün be gün yozlaşan demokrasi “olokrasi” aşamasına vardığında, gücü eline geçirmiş olanların çıkar ilişkileri nedeniyle nitelikli insanların şu ya da bu bahaneyle görevlerinden hızla ve kitlesel olarak uzaklaştırıldıkları görülür. Yönetime ve karar alma süreçlerine ise, dar bir oligarşik kadro tamamen hakim olur. Kifayetsiz, donanımsız, bilgisiz, en temel ahlaki ve insani değerlerden yoksun ayak takımından oldukları halde kendilerine büyük bir kudret ve hatta kutsiyet atfederek tüm ülke üzerinde muazzam bir tahakküm kurarlar. Bunlar hem demokrasinin yozlaşmasının bir ürünüdür hem daha da yozlaşacak olmasının baş sebebidir.

OLOKRASİYE SEÇİM SANDIĞI VE MİLLİ İRADE KAMUFLAJI

Olokrasisini kurmuş ayak takımı, keyfi yönetimi meziyet bilir, diledikleri her şeyi yapmayı hakları görür, anayasayı, yasaları, demokratik teamülleri, ahlaki ilkeleri tanımaz ya da tüm bunları istismar ederek kendi çıkarları için kullanır. Demokrasiyle, ahlakla, hukukla, insanlıkla bağdaşmayan her eylemlerini “seçim sandığı”, “milli irade” kamuflajına sokarak sanki bu yaptıkları demokrasinin gereğiymiş ve doğal sonucuymuş gibi sunarlar. Nedense arkasına saklandıkları o demokrasi(!), daha geçenlerde Azerbaycan’da olduğu gibi, olokrasi aşamasına vardıktan sonra gücü ele geçirmiş o kadrolardan başkasına bir daha asla geçit vermez. Çünkü, kurdukları bir demokrasi değil, çoğunluk diktasıdır.

Latince’deki “olokrasi” kavramı 16. yüzyıldan itibaren Batılı dillere “mobokrasi” şeklinde çevrilmiştir. Mobokrasi’nin ise halk yönetiminin ideal hali olan demokrasi ile herhangi bir alakası yoktur. Polibyus, “güruhun iktidarı” olarak tanımladığı “mobokrasi”nin halk yönetiminin “hastalıklı” haline karşılık geldiğini söyler. Diğer antik Yunan düşünürleri ise oklokrasi/mobokrasiyi, tiranlık ve oligarşi ile birlikte, en kötü üç yönetim şekli arasında sayarlar.

Mobokrasiler, ideal olarak kararların bilgiye dayalı alındığı, insanların her türlü fikrini özgürce ifade edilebildiği, yönetimin gündelik/günübirlik değil uzun vadeli toplumsal yararları gözettiği, vatandaşların karar alma süreçlerinin her aşamasına çekinmeden katılabildiği demokrasilerden farklıdır. Hatta tam tersidir. Çünkü, uzunca bir zamandır Türkiye’de olduğu gibi, mobokrasilerde bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan dar görüşlü, fanatik ve tepkisel kalabalıklar ifade özgürlüğünü, farklılıklara saygıyı hiçe sayarak, kendileri gibi düşünmeyen ya da yaşamayanlara zorbalıkla dayatmalarda bulunmayı marifet sayarlar. Mobokrasinin demokrasiden en belirgin farkını ise hukukun üstünlüğünün ve hukuk önünde eşitliğin (nomokrasi) yerinde artık yellerin esiyor olmasıdır.

MADISON VE DE TOCQUEVILLE’İN ENDİŞELERİNİ HAKLI ÇIKARDIK

En büyük idealleri kendisini koruyabilen/savunabilen bir demokrasi inşa edebilmek olan tüm demokratlar gibi, ABD’nin kurucu babalarından James Madison’ın da temel endişelerinden birini, kalabalıkların çoğunluğu oluşturmaktan gelen güçlerini suistimal ederek demokrasiyi bir çoğunluk diktasına dönüştürme riski oluşturmuştur. Bu riske bir çare olarak, bir sürü sakıncasına rağmen, sivil halkın silahlandırılması ve diktaya başkaldırma hakkı anayasal güvence altına alınmıştır.

Madison bu endişesinde hiç de yalnız değildir. Amerikan demokrasisini yakından inceleyen Fransız düşünürlerden Alexis de Tocqueville de tam iki yüzyıl önce şöyle uyarmıştır: “Kışkırtılmış, öfkeli ve sınır tanımayan yığınlar, demokrasinin ve kendi özgürlüklerinin temelini oluşturan kurumları bile yok etmeye hazır kalabalıklara dönüşebilir. Bu da, demokrasiden uzaklaşıp gücünü bu yığınlardan alan bir tiranın başa gelmesine neden olabilir.”

Chavez, Maduro, Putin, Erdoğan ve Trump… Hakkı, hukuku ve özgürlükleri bir kenara iten “sandık demokrasisi” sayesinde dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan tam da budur. Pek çok ülkede demokrasiler can çekişirken mobokrasiler yükselmekte ve iktidara gelmektedir. Mobokrasinin yol haritası ise son derece yalındır: Halkın çoğunluğunun desteklediği güçlü bir lider, her türlü yanlışına rağmen onu koşulsuz destekleyen siyasetçiler ve elitler; yanlışları görmelerine rağmen susmayı tercih eden kitleler, köküne kibrit suyu dökülen çoğulculuk, ırzına geçilen demokratik ilkeler, tek tek yok edilen muhalefet ve denge/denetim mekanizmaları…

Madison’ın kehanetini en feci şekilde yaşayan ülkelerden biri de Türkiye oldu. Erdoğan’ın doyumsuz iktidar/güç hırsı yüzünden denge-denetim mekanizmaları tamamen bozulan Türkiye, önce demokrasiden “olokrasi/mobokrasi”ye geçiş yapmış ve ardından da hızla “kakistokrasi”ye yol almıştır. Peki nedir bu kakistokrasi?

EN KÖTÜLERİN, EN AHLAKSIZLARIN YÖNETTİĞİ KAKİSTOKRATİK TÜRKİYE 

Ağdalı akademik tanımındansa bir siyasetçinin ağzından kakistokrasinin ne olduğunu anlatmak belki bu kavramı daha anlaşılabilir kılabilir. CHP’li Şafak Pavey, 15 Aralık 2016 tarihinde Meclis’teki bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı bir konuşmada, kakistokrasiyi oldukça başarılı bir şekilde tanımlamıştı:

“Bir ülkenin en ilkesiz, en vasıfsız insanlar tarafından yönetilmesine Antik Yunan dilinde ‘kakistokrasi’ deniyor. Kakistokrasilerde yönetim köklü cehalet ve organize yalanlarla desteklenir. Çünkü, yönetenin başa çıkamadığı birçok sorun yığılmıştır. Şiddet, yoksulluk, işsizlik, çökmüş bir eğitim, sınav çılgınlığı, çökmüş bir sağlık sistemi gibi hayatlarımızı etkileyen sorunları çözemedikleri için halkı umutsuzluğa ve kapanmaya sürükleyen algı operasyonlarına, siyasi çarpıtmaya ve bilgi kirliliğine başvururlar. Kakistokrasilerde toplum devlet eliyle yaygınlaştırılan yalanlar tarafından rehin alınır. Artık gerçekle, olgularla ilgilenilmez. Normal zamanlarda ahlaksızlık olarak görülen davranışlar olağanlaşır. (Artık) çelişkilerin, tutarsızlıkların, saçmalıkların önemi yoktur. Çoğunluk güçten yana görünmeyi hasarsız yaşamanın koşulu olarak kabul eder.”

Donald Trump’ın ABD’ye Başkan seçilmesinden önce endişelerini dile getiren Amerikan sağının önemli düşünürlerinden Robert Kagan, Amerikan demokrasisinin bir çeşit Putinizm’in eline düşebileceği uyarılarında bulunmuştu. “Neo-faşizm” olarak tanımladığı gidişatla ABD’ye faşizmin geleceğini savunan Kagan’a göre, öfkeli, ötekiye tahammülü olmayan, ekonomik sorunların içinde boğulan, rövanşist ve güvenlik duygusunu kaybetmiş yığınların desteğini alan güçlü liderler demokrasinin en büyük düşmanıdır.

HAKETTİĞİMİZDEN DAHA İYİ YÖNETİLMEMEMİZİ GARANTİ EDEN BİR AYGIT

Kagan, Trump’a dair endişelerini 1930’ların Almanya’sına ve günümüz Rusya’sına bakarak dile getiriyordu. Şayet sadece Erdoğan rejiminin tahakküm ettiği Türkiye’ye bakmış olsaydı da Kagan’ın söyleyecekleri emin olun hiç değişmeyecekti. Çünkü, Bernard Shaw, “demokrasi bizim hak ettiğimizden daha iyi yönetilmememizi garanti eden bir aygıttır,” derken haklıydı. Bugün vardığı yer dikkate alındığında iyi-kötü bir demokrasiyi bile hak etmediği rahatlıkla anlaşılan Türkiye, “en kötülerin yönetimi” olarak da tanımlanan kakistokrasiyi ise fazlasıyla hak etmiş gibi duruyor.

Kakistokrasi kavramını somutlaştırmak isteyen, nerede iyi eğitimli, ahlaklı, başarılı insan varsa kafayı takıp keyfi bir şekilde tasfiye eden, en donanımlı ve gelecek vaat eden insanları ülkede yaşayamaz hale getiren Erdoğan rejiminin genel uygulamalarına şöyle bir göz ucuyla bakabilir.

Hatta sizi fazla yormadan kestirmeden bir tanım yapabilir ve kakistokrasinin, “Matematik ve Fen bilimlerinde başarısız olduğumuz yanlış bir algı. Bütün matematik sorularını çözdü ama bir şey olamadı. Hiç bir matematik sorusunu çözemedi ama hayatta başarılı oldu. Hangisini tercih edersiniz? Türkiye’nin eğitimi çok iyi durumda,” diyebilen bir şarlatanın 21. yüzyılda 80 milyonluk bir ülkede yıllarca Milli Eğitim Bakanlığı yapabilme durumu olduğunu da söyleyebiliriz.

Türkiye’nin merhum demokrasisinin ruhu şad, azman ve azgın kakistokrasisi mübarek olsun!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin