Mer’abalar – nasıl gidiyor arabalar?

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Sevgili okurlar, mer’abalar. Nasıl gidiyor arabalar? Neden şaşırdınız ki? Havuza takım elbiseli giren insan profili, yediği ekmeğin fiyatının valilik tarafından belirlendiği bir ekonomik sistemde, gazeteciyi vurmak isterken etraftakilerin yardıma gelmesiyle hedefi ıskalayan saldırganın beraat haberini alınca “helal olsun be!” derken, faiz lobisinin kerametlerine hayret ediyor bu ülkede. İktidarın fiili ortağı olan partinin eskiden cumhurbaşkanına söven, ama şimdi seven genel başkanı – hani sesli harfleri uzatarak telaffuz edeni, bildiniz mi? – kendisiyle ideolojik olarak aynı kamptan gelen (nasyonalist!) diğer partinin lideri kadın politikacıyı tehdit edince linç girişiminde bulunulan bu ülkede, bu olaydan birkaç gün önce ünlü gazetecilere ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezası veriliyor. Yine aynı ülkede gazeteler bu olayları es geçerken, ünlü bir “gazeteci” diktatörün kendisine “mer’abalar, nasıl gidiyor arabalar” demesini latife sayıyor. Yine aynı güzide şahsiyetin çalıştığı “gazetede” çok değil, daha birkaç gün önce meslektaşları işten çıkartılmıştı. Hani cumhurbaşkanını soru soramayacağını, eleştiremeyeceğini söyleyen bir gazeteci, pardon, “gaz-edici” vardı ya, o da dün ana “muhalefet partisinin” (!) genel başkanına sorular sormuş, hatta onunla alay etmişti. Olsun.

Havuza davullu grantuvalet giren şaşkınlar bu ülkede garip gelmiyor bana. Garip gelen, bu şaşkınlardan ziyade, içeride güzünün üzerinde kaşın var türü bir takım suçlamalarla yıllardır hapishane köşelerinde süründürülen masumlar. Veya garip gelen, yüz yetmiş bine yaklaşan kamu çalışanı, hukuksuzca KHK’larla işinden atılan ve açlığa mahkûm edilen. “Mer’abalar, nasıl gidiyor arabalar” türü “mizah” yapan komik cumhurbaşkanını garipsemiyorum ben de, artık zıvanadan çıkmış olan bu garip toplumu haliyle garipsiyorum işte! Babadan oğla zulüm mağduru Altan ailesiyle, hayatı darbelere karşı çıkmakla geçmiş ünlü duayen gazeteci Nazlı Ilıcak’ın iki yılı aşkın süredir siyasi nedenlerle içerde tutulmasına alışamadım bir şekilde, alışmış olsam da yere yayılan başı kapalı paçozların yerde yayılmış mücevherleriyle aynı karede asfalt üzerinde boylu boyunca yatan fotoğraflarına! Altanlar veya Ilıcak gibi daha yüzlerce aydın, gazeteci, eleştirel ses unutuluyor. Ve onları, zamanında dostum dedikleri meslektaşları bir gün olsun mertlik de bende kalsın diye bile olsa gündeme getiremiyor. Ödedikleri ev taksitleri mi, yoksa Silivri’ye gönderilme korkusu mu ana motivasyon, bilemiyorum. İçimdeki iyi ve çocuk kalan yönüm ikincisidir mutlaka dese de, nasırlaşan ezilmiş mağdur tarafım “hadi oradan be” diyor istemsizce.

Suriye’de cihatçılarla kol kola giren, onlara silah gönderirken MİT tırlarıyla, suçüstü yapılan, filmi-fotoğrafı çekilerek belgelenen uluslararası suç var ya hani, Can Dündar’ın vatan haini dedirten diktatöre. Hani, “onu öyle bırakmam ben” dediği. İşte o cihatçıların toplu halde tecavüzüne uğrayan zavallıcık, Nadia Murad, Nobel Barış ödülü aldı. Suriye’de iç savaş yangınına körükle giden Türkiye, neo-Osmanlıcılık yapıyordu hani. O Nadia Murad Osmanlı vatandaşı bir ailenin kızı! Onun ırzına geçen şerefsiz İslamcı teröristlerle, onlara kontrol ettikleri bölgeleri kontrol edebilmeleri için silah gönderenler gibi! Yani bu, takım elbiseyle elde bir davul, suya dalmaya çalışan salaklardan daha mı garip bir haber gibi duruyor? Tırlarla silah gönderildiğini haber yapan Can Dündar ile, İslamcıların toplu tecavüzüne uğrayan zavallı Nadia Murad, Almanya’da sığınmacı. Can Dündar Türkiye’deki İslamcılardan, Nadia Murad Suriye’deki İslamcılardan kaçmak mecburiyetinde kaldı. Her ikisi de Osmanlı bakiyesi. Her iki İslamcı güç gibi! Yani havuzda takım elbiseli adamlar elde davul ve tokmak.

Süte ve süt ürünlerine yüzde yirmi sekiz zam gelen ülkenin çocuklarının Batı demokrasisiyle somut tanışıklıkları, 1945 sonrası. Truman Doktrini ve Marshall Yardımı sonrası süt tozundan sütleri içerek eski nesle oranla 4-5 santim daha uzun olan babamların jenerasyonunu ile bu neslin pahalı sütünü alamayan garibim ailelerin çocuklarının jenerasyonunun ortak noktası ne kadar sırıtıyorsa, Osmanlı bakiyesi olan enteresan İslamcılar ve kurbanlarıyla, havuza giren takım elbiseli davul-tokmaklı dalgıç adamların ortak noktası arasındaki benzerlikler de o kadar sırıtıyor. Tıpkı, Türk bayrağına sarılı yedi şehit cenazesinin, Devlet Malzeme Ofisi tipi metal masaların üzerine beyaz örtü serilmesiyle hazırlanan platformlara konmasındaki rahatsızlık hissi gibi, tüm bunlar çok ama çok rahatsız ediyor. Ama kriz yok, ne ekonomik ne de etik! Öyle mi?

Bu arada iyi şeyler de olmuyor değil (!). Uçak boyadan çıkmış, uçuşa hazır. Katar’dan hediye, forslu artık. Bu uçağa binmek için bilete gerek yok. Şifre diye soracaklar. Siz de cevaben “mer’abalar, nasıl gidiyor arabalar” diyeceksiniz. Buyurun diyecekler. Gireceksiniz! Hepsi bu! Ulusalcı bir kadın gazeteci, “bildiğiniz Nobel işte” diye aklı sıra aşağılarken, demeden geçememiş, serde ulusalcılık var tabii, “Kürt aktivisti Nadia Murad” demiş. Toplu tecavüze uğramış bir kadının etnik kökeni, uğradığı korkunç mezalimden daha önemli bunlara! Bence boyalı uçağa binme adına, şifreyi paylaşsın arkadaşlar. Az bir tebessüm. Değil mi ya! Acaba bu ulusalcı kadın gazeteci gibi diğer aynı “kanal(izasyondan)” beslenen zevat, Aznavour’un askeri törenle uğurlandığı Fransa için de aynı Murad için kullandıkları tabirle “bildiğiniz Fransa işte!” demişler midir? Unutmadan, Osmanlı dedik ya, bir nesil önce onun da kökü Devlet-i Aliye’ye dayanıyor! Sen nelere kadirsin ey Osmanlı bakiyesi! Bizim Osmanlıcı İslamcıların ve derinci nasyonalistlerin bu kesişme noktalarından rahatsız olacaklarını sanmam ama yine de ben! Derileri kalın, kalpleri soğuk! Ama uçak boyadan çıkmış dedik ya! Yani işler iş işte. Hayat devam ediyor Türkiye’de! Hem nasıl olsa yediği ekmeğin fiyatını valilik belirliyor!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin