Mazlumun göçü

YORUM | ALPER ENDER FIRAT 

Faruk Nafiz, tam yüz yıl önce bir hanın yıkık dökük duvarlarında rastlamıştı Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’a. Hiçbir zaman tanımadığı, tanımayacağı bu savaş yorgunu meçhul askeri, yol boyunca han duvarlarındaki izlerden takip etmişti. O mu meçhul askeri takip etmişti yoksa şair ruhlu meçhul askerin sessiz çığlığı mı şiire takılmıştı bilmiyoruz. Ancak bir duvara yazdığı kısa dörtlükler onu bir şiire konu yapmıştı. 

Garibim namıma Kerem diyorlar

Aslı’mı el almış harem diyorlar

Hastayım derdime verem diyorlar

Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben

Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han Duvarları şiiri, Ulukışla’dan Kayseri’ye yaylı denilen at arabasıyla yapılan üç günlük yolculuğu hikaye eder. Öğretmen olarak Kayseri Lisesi’ne atanan şair ilk defa İstanbul’dan ayrılmaktadır ve yol boyunca hem ülkenin o günkü halini tasvir eder hem de savaş yorgunu bir ülkenin sevdiğine kavuşamadan ölen meçhul bir askerini…

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Zaman değişiyor, teknoloji gelişiyor ama insanların yaşadıkları değişmiyor. Faruk Nafiz’in bir han duvarında rastladığı bir dörtlükle varlığından haberdar olduğumuz Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’tan tam yüz yıl sonra da çağdaş duvar mesajlarıyla varlığından haberdar olduk onun.

Mesajını bir han duvarında değil, Twitter’ın haber akışında gördüm. Birkaç ay önce eşinin mahkeme gününde adil bir karar için dua istiyor, sonra da tahliye olduğunu müjdeliyordu. Gördüğüm her güzel haberi, her tahliye müjdesini okuduğum için bunu da görmüş ve sevinmiştim. İsmi belirsiz, kim olduğu belirsiz, nerede yaşadığı eşinin ne zamandan beri hapiste olduğu belirsizdi ama ne önemi vardı ki? Bütün kimliği @Syle60299261 şeklindeki Twitter hesabından ibaretti. Kendi ismi ve kimliğiyle hakkın aranamadığı bir zamanda yaşıyorduk, neyse ki bir mazlum daha esaretten kurtulmuş eşi serbest kalmıştı.

Kısa süre sonra aynı hesabın dua isteyen mesajını gördüm. “Arkadaşlar sizden dua istesem. Bir haftadır hastayım ve geçmeyen ağrılarım var. Soğuk algınlığı dendi ama ben böyle hastalık yaşamadım hiç. Birçok vitamin ve ağrı kesici kullanıyorum ama fayda etmiyor,” diyordu. Birkaç gün sonra bu kez “Coronaya bağlı solunum yetmezliğinden hastaneye yatırıldım. Dua beklerim. Rabbim sevdiklerime kavuştursun tez zamanda,” diye kötü haberi veriyordu.

Sanki yüz yıl sonra meçhul bir askerin han duvarlarına yazılmış dörtlükleri gibiydi bu mesajlar.

Takip etmediğim halde garip bir şekilde her yeni paylaşımı önüme düşüyordu. En son “Yoğun bakıma alınıyorum dua edin lütfen” demişti.

Çok geçmedi, modern han duvarı Twitter’dan, ikinci bebeğini kucağına alamadan ötelere göçtüğünü öğrendik.

Az değildir, varmadan senin gibi yurduna

Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:

“Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”

Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,

Dedi:    

“Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!

Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,

Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…    

Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.    

Maraşlı Şeyhoğlu’nun hikayesine ne kadar da benziyor. Hayatının baharında kim bilir hangi sebepten, öğretmenlik yaptığı için mi, bir iyilik kervanına katıldığı için mi en güzel yılları çalındı? Hangi zalim sebepten dolayı yaşattılar bu zulmü kim bilir?

Hırsızlar, eşinin ve çocuklarının hayatını da çaldı.

Oysa, eşinin tahliye haberini verdiği gibi ‘iyileşip geldim’ müjdesini bekledi herkes. Ama eşini ve kızını bırakıp karnındaki bebeğini de yanına alıp gitmiş bu zalimler çağından.

Dilek Öğretmenin son fotoğrafı bu oldu: Yoğun bakıma alınıyorum, dua edin

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

5 YORUMLAR

  1. Merhumeye Allah rahmet eylesin. Ailesine Allah sabır versin. TR724 bir başka habere göre merhume aşı karşıtı ve aşı olmamış. Yazınızda bu konuya hiç değinmemişsiniz. Acaba vefatında aşı olmamasının da bir etkisi var mıdır? Keşke bu güzel şiirli süslü edebi yazınıza bu hususu da ekleseydiniz. Sebeplere riayet etmenin önemini de vurgulasaydınız.

    • Sizin bu yorumunuzdan sonra google´e girdim, olayı araştırdım. Vefat eden hanım gerçekten aşı olmayı reddetmiş. Şimdi tabii Allah rahmet eylesin demekten başka çare yok.
      Ancak bu mesele beni başka bir yere götürdü. Yazıda vefat eden hanımın aşı olmayı reddetmesi ve Covid nedeniyle hayatını kaybetmiş olması önemli. Ben de size bu noktada katılıyorum.
      Nedenine gelince: Yalan söylemek sadece gerçeklerie zıt bir iddiayı ortaya atmak değildir sadece. Gerçeğin işimize gelmeyen bazı kısımlarını söylememek de yalan sınıfına girebilir, hele bir de yayın organı iseniz.
      Linkini paylaştığım şu fotoğrafa bakın lütfen: (https://www.spiegel.de/fotostrecke/manipülierte-bilder-fotostrecke-107186.html). Fotoğrafın bir tarafını kesseniz Iraklı bir askere silah doğrultan Amerikan askerini görürsünüz, öbür tarafını kesseniz, kendinden geçmiş bir askere su veren bir Amerikan askerini.
      Aynı fotoğraf ve seçtiğiniz açıya göre mesaj ne kadar değişiyor değil mi? Ancak fotoğrafın tümünü alırsanız gerçek boyutu görüyorsunuz.
      Allah´tan TR/724 vefat eden hanımın aşı olmayı reddettiği haberini de yapmış. Eğer bu olmasaydı TR724´e karşı güvenim kesinlikle yok olur, takip etmeyi bırakırdım.

    • Yorumcular bir şeyi unutuyorlar… kocası KHK LI… böyle bir insan mağdur sayılır. Ve burada mağduriyet anlatılıyor. Mazlumun bu dünyadan hüzünle ayrılması anlatılıyor… yaşasaydıda mağdurdu. Aşıya karşı olsada mağdurdu. Vefat etsede mağdurdu.

  2. Vaktiyle, para için, bir grup serseri tarafından yolu kesilip bıçaklanan, ölümden dönen bir dostum anlatmıştı. Bıçaklandığımın farkında değildim demişti. “İlkin soğuk bir şey hissettim, ardından ufak bir sızı cızzz eder gibi, sonra ılık bir ıslaklık, baktım bıçaklanmışım.” Eğer bıçaklanmak demek, sadece o an ise, gerçektende büyütülecek bir şey yoktu. Elbette biliyoruz ki, acılar sonra çıkar. Vaktiyle ölümle neticelenen bir trafik kazasına şahit olmuştum, bir araç, henüz yanan kırmızı ışığa rağmen geçmek için hızına güvenip daha da hızını artırırken, malesef köşeden daha sarı henüz yanmışken yerinden hızla fırlayan bir araç daha vardı. Ve çarpıştılar. Bakmayın bu anlatımımdaki fırlamak, hızz kelimelerine, cümlemdeki enerji aksiyon, asla gördüğüm olayda yoktu, herşey öyle ağır çekimde, öyle yumuşakça olmuştu ki, iki oyuncak arabanın ağır çekip çarpışması gibiydi. Ne çarpışma da çıkan ses, ne takla atarken araçların kaporta sesleri hiçbiri öyle abartı değildi, bir anda olup bitmişti de üstelik. Sonra ardından derin bir sakinlik, o sakinlik bir kaç saniye idi, ama eminim benim gibi şahit olan herkes için çok uzun bir zaman gibiydi. Hani Silisyum atomu elekTronunun iki titreşimi arasında geçen süreye 1 saniye diyorlar ya, bir gün kaybolursa yerine koyacağımız işte o birsaniye, işte orada asla 1saniye değildi bizim düşündüğümüz. Dakika kadar uzundu sanki. Eminim herkese öyleydi o an. Çarpışmayla savrulan tekerin, camın, demirin ivmesini tamamlamasını beklemiştik o bir saniyede ayrıca, kazanın tamamlanmasını. Ve o arada ölmüşlerdi araçtakiler o bir saniye de, sonradan anlayacaktık tabi bunu. Kitaplardan öğreniriz çok şeyi elbet ama bu gözümle gördüğüm kazadan öğrendiğim şey, kitaplarda yazmayacak şeylerdi. En şiddetli sayılan ölümler bile aslında bir anda olup bitiyor, sakin ve huzurlu. Bakanlara bir gösteri sunar gibi belki. Öyle korkulacak gibi de değil anladığım bazen, o bıçaklanan arkadaşımın anlattığı gibi, o araç parçaları, bakırı, camı insan teniyle buluştuğunda,o insanların 1 saniyede öldüğünü düşünürsek, o mili saniyelerde yaşattığı acı bizim düşündüğümüz gibi olsa ne olurdu ki, hepi topu mili saniyelerdi, ne bağırış ne bir “ah vah” duymamıştık, ölmüşlerdi, sadece ölmüşlerdi. Her Nefsin ölüm acısını tadacağını buyurduğu için Cenab-ı Hak, elbette hatırlatılmaya değecek bir şeydi bu. O nedenle, belki şu daha uygun olur ki, bizim dünyamıza yansıyan, gözlemlediğim acı, düşündüğümüz bir acı değildi. Belki korkusu, kaygısı acısından daha da çok yıpratıyor insanı. Geçenlerde Ahmet Altan, Yasemin Çongar’a bahsetmişti hatırlarsanız, “Silivri soğuk değil, tam tersi sıcak, yemeklerde şahane, avluya da çıkıyoruz” demiş eklemişti, ayıp bunun korkusunu yaşamak bence, o kadar da abartmayın demişti. Elbette, anlatmak istediği öz başkaydı Altan’ın bazı şeylerinin kendisi kötüdür, yaşarken değildir. Kendi düşen ağlamaz derler de, başkası da suçsuz bir adamı düşürse, demek ki aslında o da ağlamıyordu düşündüğümüz gibi. Ölme Korkusu, hapis korkusu, kesinlikle kendisinden daha büyük acılar veriyor, daha çok yıpratıyor insan bedeni. Konuyu bağlamından çıkartmak istemiyorum elbette, ama buradan değinmek istediğim bir nokta çıktı, silivri soğuk değil, yemekleri de güzel üstelik yürüyebiliyorsunuzda. Ben günde yarım saat ortalama yürümüyorum, güneşlenmiyorum, ordaki insan bir saat havalanma alıyor, öyleyse büyütülecek birşey yok mu demeliyim?Belki evet, belki hayır. Bakış açımız herşeyi etkiliyor. Ama birşey değişmiyor, yapılanın zulm olduğu, yaşayanın mazlum olduğu. Kışta baharı yaratan Allah belki de mazluma bunu hissettirmiyor, ama hepimiz penceremizden aynı şeyi görüyoruz, bu insanlara zulm yapıldı, aldıkları nefes, attıkları adım zulm ile geçen zamanlar. Han Duvarlarındaki Maraşlı Şeyhoğlu da, yazar bunu yazmasa da, şiirde anlatıldığı üzere, verem den ölmüş. Çaresiz bir dertten. Tıpkı, vefat eden hanımefendi gibi. Bu gerçek evet. Ama biz bugün bunu nasıl görüyoruz Şeyhoğlunun ölümünü bugün, elbette ki tüm çıplaklığıyla.Makus talihini yaşayan Anadolunun son bağımsızlık mücadelesinde kolu kanadı kırılmış bir yiğidinin bir han duvarının dibinde yıkılıp gitmesini görüyoruz bugün. Ve daha da bitmeyecek uzunca bir karanlığın tam ortasında öldüğünü de biliyoruz Maraşlı Satılmışın. Bekleyen Çanakkaleden, Kurtuluş mücadelesinden bi haberi de yoktu, eğer oradan canlı çıksaydı canlı bedeni, belli ki bir sonraki durakta dayanamayacaktı. Bunu biz görüyoruz ama işte biz biz. Ve Maraşlı Şeyhoğlu veremden öldü askerde, bir huduttan diğer hududa, başınız sağolsun…haberini alan haberi duyunca beli bükülmüşse daha da bükülecek Anası da elbette. Eğer Maraşlı Şeyhoğlu yaşasaydı,bir sonraki cephede zaten dayanamazdı dedim. Nitekim öyle de olmuştu, Kemalettin Kamu, Batı cephesinde şehit düşen bir Mehmedin cebinden çıkan bir silik yazıya binaen bir şiir yazmıştı. Kimbilir, gerçeğinde daha neler geçirmişti o Mehmet neler, o Satılmış gibi.

    İZMİR YOLLARINDA

    – Son Mektup –

    Belki şimdi, sana son
    Sözlerimi yazmadan
    Gözlerim kapanacak.
    Belki var daha beş, on
    Dakikalık bir zaman.

    Anne, için yanacak
    Mektubum okunurken.
    Lâkin ölümün eli
    Alnıma dokunurken,
    Beliren bir emeli
    Çok görme bana sakın.
    Ben Tanrı’ya en yakın
    Bir yola sapıyorum,
    Milletimin uğrunda
    Türbemi yapıyorum.

    Düşündüm huzurunda
    Ebedi bir akşamın,
    Düşündüm ki babamın
    Dizi dibinde geçen
    Yirmi iki seneden
    Elimizde kalan ne?
    Sorarım sana anne

    Mademki gün gelecek,
    Herkes aynı meleğin
    Önünde eğilecek,
    Niçin o güne değin
    Çan sesleri duyayım.
    Bugün de bir yarın da,
    Bırakın uyuyayım
    İzmir kapılarında!

    Anne elveda artık,
    Şu iki üç asırlık
    Gecenin gündüzünü
    Görmeden gidiyorum.
    Ne beis var diyorum.
    O günün seherinde
    Senin ince yüzünü
    Görüyor gibiyim ya.
    Ey genç gecelerinde
    Beşiğimi bekleyen!
    Ediyorum emanet
    Seni Anadolu’ya!
    Sütünden, emeğinden
    Ne verdinse helâl et.
    Söyle Hacer’e o da
    Hakkını helâl etsin,
    Gönülcüğü dilerse
    Başkalarına gitsin.

    Ben ermeden murada
    Ecel kırdı kolumu;
    Artık beyhude yere
    Beklemesin yolumu.
    ………………………..
    ………………………..

    O ne anne, o güzel
    Gözlerinden akan ne?
    Geri dönmedim diye
    Ağlıyor musun anne?..
    ……

    “Söyle Hacere o da hakkını helal etsin, gönülcüğü dilerse bir başkasına gitsin” insanın içini cız ediyor değil mi, ya o son sözleri, “Geri dönmedim diye, Ağlıyor musun anne?”….

    Dostlar ne bıçak yıkar, ne demir, ne de çelik adamı, dememişler mi bir yiğidi yıkarsa gam yıkar, Maraşlı Şeyhoğlunu da, ölen bacıyı da yıkan Akciğerlerine saldıran o virüs değildi. Şiirlerde yüceltmiyor muyuz Fazıl’ın ifadesiyle “Saf çocuğu masum Anadolunun, divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun”, ne farkı vardı Corona’dan ölen bacının, veremden ölen Satılmışla. Biri “değmesin mabedime namahrem eli” dendiği için o uğurda vatanı savundu, diğeri o vatanın evlatlarının yanan imanını. Satılmışta simge, ölen bacı da simge. Ama asla gözden kaçırılmaması gereken birşey var, nasıl dokunuyorsa, savaşın ortasında bir Mehmedin, Satılmışın böyle kahpece mikroptan ölümü, eşi hapiste olan bu bacıların, çoçuklarına baba, etrafına erkek olmuş bu bacıların böyle kahpece ölümü de dokunuyor arkadaş bana.

    Ey Bıcak yarası alıpta sıcağı sıcağına daha acıyı hissetmeyenler, o akan kanın ılıklığını bu kışta yaz geldi sananlar,

    Başına hiçbirşey gelmeyip, geleni benim gibi görüp, göründüğü gibi de değil arkadaş diyenler,

    Bilin ki, yaşatılan gerçek bir zulm, kastedilen masum Anadolu çoçuğu. Ölen bacı da bu sinsi mezalimin mazlum bir kurbanı sadece..

    Allah Rahmet eylesin, bu süreçte ölen tüm bacılara, abilere, kardeşlere, dostlara, sabilere, Allah rahmet eylesin..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin