Liderlerin tarihi kişilikleri yüceltmelerinin sebebi

YORUM | MUHSİN AHMET KARABAY

“Siyasetçiler, tarihi liderlerin yüceltilmesi için niçin bu kadar çaba harcarlar?” Bazı noktaları  anlayabilmek için cevaplandırılması gereken en önemli sorularından birisinin bu olduğunu düşünüyorum.

Her kişi başkaları tarafından takdir görmek ister. Bunda şüphe yok. Bu Yaratıcı’nın insanın DNA’sına yerleştirdiği programlardan birisi. Bu takdir edilme arzusu, bazıları için sevdiği ve değer verdiği birkaç kişi ile sınırlı kalır.

Söz konusu siyasetçi ve toplum liderliğine soyunan kişi olduğunda bunda sınır yok demektir. İlgi alanına giren bütün insanların takdirini kazanmak ister. Bu insanların bir limiti bulunmuyor.

Siyaset ve toplum liderliğine soyunan kişinin yapması gereken şey tarihten iyi ve kötü karakterler oluşturmak. Bilinen karakterler varsa onların bu yönlerini keskinleştirmek. Kötü karakterlerin keskinleştirilmesi bu yazının konusu olmadığı için öteki şık üzerinde durmak istiyorum.

Günümüz ve yakın geçmişin siyasetçi ya da toplum liderlerine baktığımızda bu yöntemi çok sık bir şekilde kullandıklarını görürüz. Aslında geçmişteki isimleri ululaştırarak, kendilerinin yüceltilmesini sağlayacak iklimin oluşturulmasına zemin hazırlarlar.

Bu tavır, söz konusu kişiler için tahmin edilenin de ötesinde kârlı bir yatırım aracı. Sen geçmişteki karakterleri ne kadar yüceltirsen, ne kadar ulularsan, kendine o kadar yatırım yapıyorsun demektir.

BUNUN TÜRK GEÇMİŞİNDEKİ KAYNAĞI

Esas itibariyle bu yaklaşımın hem dini, hem de töresel kaynağı var. Bilinen en eski Türk anıtı olarak kabul edilen kalıntılarda bunun kaynağına rastlıyoruz. Moğolistan’daki Orhun ırmağı yakınlarında bulunan anıtlarda, yöneticiyi kutsamanın ulaştığı noktanın neresi olduğunu açık bir şekilde görüyoruz.

Bilge Kağan anıtının “birigerü” cephesindeki ilk cümleler bunu net bir şekilde ortaya koyuyor:

“Tengri teg tengride bolmış Türk Bilge Kaġan, bu ödke olurtum. Sabımın tüketi eşidgil. Ulayu ini yigünüm oġlanım biriki oġuşum bodunum, biriye şadpıt begler, yırıya tarķat buyruķ begler Otuz [Tatar…]”

Prof. Dr. Muharrem Ergin’in Orhun Anıtları kitabındaki tercümesiyle:

“Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki şadpıt beyleri, kuzeydeki tarkat, buyruk beyleri, Otuz Tatar…” (1)

Bilindiği gibi İslâm öncesi Türkler Gök Tanrı’ya inanıyordu. Kağan ise kendisini Gök Tanrı gibi gökte olduğunu hatırlatarak başlıyor söyleyeceklerine. Bununla da yetinmiyor, kendini gördüğü konumu taşa kazıyarak ebedileşmesini sağlıyor.

Yüceltilmiş Türk kağanı kendisini nerede gördüğünü, bu ifadelerde kendisini açık bir şekilde ortaya koyuyor. Türk töresinde kağanı ya da hükümdarı ya da bilinen ifadesiyle siyasi lideri ululamanın sınırı yok.

HÜKÜMDARI ULULAMANIN İSLÂM’DAKİ YERİ

Hz. Muhammed 632’de vefat ettikten sonra İslâm toplumunun liderliğine ilk olarak Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer getirildi. Hz. Ebu Bekir kendisini “Allah’ın resulünün halifesi” (halifetü’r-resulullah) olarak tanımladı. Raşit Halifelerin ötekileri de bu tanımlama çerçevesinde hareket etti.

Halifeler kendilerini, Hz. Muhammed’in dünyevî otoritesini temsil etme ve dinin hükümlerini uygulamakla yükümlü gördüler.

Hz. Ömer, “Allah’ın resulünün halifesinin halifesi” gibi uzun bir tanımlama yerine “Emirü’l-Mü’minin” sıfatını kullandı. Bu sıfat Hz. Ömer’in kendi geliştirdiği bir sıfat değildi. Hicretin ikinci yılında (Ocak 624), Hz. Muhammed, Kureyş kervanını basmak üzere gönderdiği seriyyenin (çete) başına getirdiği Abdullah b. Cahş için “emirü’l-mü’minin” sıfatını kullanmıştı (2).

Ancak, Emevî devletinin kurucusu Muaviye için bu “halifetü’r-resulullah” sıfatı yeterli gelmedi. Halkın kayıtsız şartsız kendisine boyun eğmesini sağlamak isteyen Muaviye’yi, seleflerinin kullandığı sıfatlar tatmin etmedi. Kendinden öncekilerle bağlarını koparıp atmayı tercih etti ve doğrudan bağ kurma yoluna gidip “halifetullah” (Allah’ın halifesi) unvanını kullandı (3).

Abbâsî döneminde ise halifeler kendi meşrep ve üsluplarına göre sıfatlar kullanma yoluna gitti. Kimi “Allah’ın resulünün halifesi” kimi “Allah’ın halifesi” kimi de “zıllullah fi’l-arz” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) ya da “zıllullah fi’l-âlem” (Allah’ın dünyadaki gölgesi) unvanını tercih etti.

Osmanlı padişahları, I. Selim’in hilafeti Memluklar’dan alıp Osmanlı’ya geçirdiği dönemlerde “halife” unvanını fazla kullanmayı tercih etmedi. Sonraki hükümdarlar da başka ülkelerin devlet adamlarıyla, özellikle de Müslüman hükümdarlarla yapılan yazışmalarda bu ifadeye yer vermekle yetindi.

OSMANLI’DA HÜKÜMDAR: PADİŞÂH-I RUY-I ZEMİN ZİLLULLAH-İ Fİ’L-ARZ

Hanedanın devlet anlayışına göre Osmanlı hükümdarının yüklendiği görev, “Padişâh-ı ruy-ı zemin zillullah-i fi’l-arz” (Yeryüzünün padişahı, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) idi.

Padişahın kullandığı bu sıfat hem Türk töresine, hem de İslamî geleneğe uygundu. Hükümdar, tahta geçtikten sonra Allah’ın adaletini insanlığa dağıtan kutsal kişi kimliğine bürünmüş demekti.

Uluslararası anlaşmada “hilafet” tabiri ilk kez 1774 Küçük Kaynarca Anlaşmasında yer aldı. Bu anlaşma ile Kırım’ın bağımsızlığını tanıyan Osmanlı, 3. maddeye “Kırım Hanlığı ile Kuban ve Bucak Tatarları siyâsî bakımdan müstakil olup, ancak dînî işlerinde Hilâfet makamına tâbi olacaklardır” ifadesini ekletti (4).

Halifelik unvanı, yüzyıllar boyunca dışa dönük yazışmalar hariç tutulursa, kullanım açısından iç işleyişte atıl kaldığını söylemek yanlış olmaz. Devletin iyice güç kaybetmeye başladığı 18. yüzyıldan itibaren kaybedilen güç, halifelik makamına sığınılarak toplanmaya çalışıldı.

Osmanlı’nın en kritik dönemde tahta geçen II. Abdülhamid imparatorluğu kurtaracak düşünce olarak “İttihad-ı İslâm”ı (İslam Birliği) gördüğü için “hilafet” kavramını yoğun bir şekilde kullanma yoluna gitti. Siyasetini uzun bir süre bu zemin üzerine oturtmaya çalıştı.

TRT 1’de yayınlanan “Payitaht Abdülhamid” dizisinde, II. Abdülhamid’den “Allah’ın halifesi” olarak söz edilmesi bazı çevrelerce eleştirilmişti. Dizinin başka eleştirecek tarafları olabilir. Ancak II. Abdülhamid için kullanılan bu sıfatta Osmanlı geleneğine ters düşen bir taraf yoktu.

Siyasi liderler ve kanaat önderlerinin geçmişteki isimleri aşırı yüceltmekteki amaçlarının ne olduğuna bir de bu gözle bakmanızı istedim.

___________________

(1) Ergin, Muharrem. Orhun Abideleri, Kültür Bakanlığı 1000 Temel Eser, İstanbul 1977

(2) https://islamansiklopedisi.org.tr/emirul-muminin

(3) Taberî, İslam Tarihi, V, 23; DİA, XXVII, 541

(4) Namık Sinan Turan, Hilafet: Erken İslam Tarihinden Osmanlı’nın Son Yüzyılına, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2017, s. 318

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. zindikaya hizmet edenlerin , milleti uzun vadede kucuk dusurmek ve tarihi carpitmak icin yaptigi calismalara ve yalanlarina bakarak gecmisimize bizdemi sovecegiz

  2. TR724`teki degisim dikkat cekiyor, AKP rejimin yaptigini Islamdan bilen ve Islama saldiranlar gibi oldunuz. Türklere ve Osmanli tarihine söven Türk-Islam düsmanlarindan, geleneksel Ehli-Sünnet cizgisinin degismesini isteyen yenilikci mezhepsizlerden fartkiniz kalmadi.

  3. Ben kişilikleri yüceltmelerinin sebebini Olumlu olumsuz olarak özetledigimde.

    Insanin kendisini ilah (EGO ENE NEFIS) olarak görme gibi büyük tehlikesi var.

    Olumlu tarafi
    Osmalida kanuninin Allaha hesap verecegim korkusu, Mesuliyeti.
    Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin