Kürt sorunu üzerinden Erdoğan diktatörlüğünü okumak

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Kürt sorununun ve Kürt politikalarının Türkiye’de demokratikleşme sürecinin sekteye uğraması ve sonrasında da hukuk devletinin tümüyle ortadan kalkmasına yol açan sivil darbeyle sonuçlanması arasında ne gibi bir ilişki var? Kürt sorunu, bugünkü diktatörlüğün kurulmasında nasıl manivela görevi gördü? Önce var olan devlet mimarisinin kendi içinde kurduğu güvenlik sigortaları nasıl ortadan kaldırıldı? Sonrasında demokratikleşme çerçevesinde derin devlet nasıl tasfiye edildi? İlerleyen dönemlerde neden derin devlet yeniden küllerinden doğdu? Neden derin yapılar bugün rejimi ve Erdoğan’ı destekliyor? Neden MHP (özellikle de Devlet Bahçeli) Erdoğan ve AKP’ye retorik olarak en ağır saldırıları yaparken, bir anda yön değiştirerek Saray’ın en has müttefiki oluverdi? Niçin CHP rejimi eleştiriyormuş gibi yaparken, esasında rejimin retoriğini benimsiyor ve Erdoğan’ın kendisini meşrulaştırmasına katkıda bulunuyor? Sağ ve sol eğilimli nasyonalizm (milliyetçilik ve ulusalcılık) ideolojisinin ortak noktaları nedir? Bu yazıda bunları Kürt sorunu merkezinde analiz etmeye çalışacağım.

Geriye-demokratikleşmenin veya demokratik erozyonun en önemli faktörlerinden biri şüphesiz ki Kürt sorunu ve Kürt sorununa yönelik izlenen politikalardır. Bu konuda Çözüm Süreci bir milat da olsa, sorunun kökeni daha derinlerde. Çünkü PKK ile görüşmeler 2009 yılında Oslo’da başlatılmıştı. Yine aynı yıl Habur sınır kapısından giriş yapan PKK militanlarını on binlerce Kürt karşıladı. Bunu ulusalcı ve milliyetçi (sol ve sağ nasyonalist) kesimler hala bir “ihanet” olarak algılıyor. 2011’de Hakan Fidan’ın Oslo “müzakerelerine” ilişkin ses kayıtları internette yayınlandı. Bu kayıtlardan Mit Müsteşarı’nın “özel temsilci” sıfatıyla İmralı’da Öcalan ile ve başka PKK’lılarla görüştüğü anlaşılıyor. Yine 2011’de Roboski katliamı yapıldı; F-16 savaş uçakları sivil vatandaşları bombaladı ve 35 Kürt vatandaş hayatını kaybetti. Bu saldırının neden üzeri kapatıldı? Bu önemli bir soru!

Aralık 2012’de dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununu çözmek için hapisteki PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapıldığını söylemesi ve İmralı Süreci’nin (sonradan Çözüm Süreci olarak adlandırıldı!) başlatılması oldu. Şubat 2012’de MİT müsteşarı Fidan’ın şüpheli sıfatıyla savcılığa çağırılması ve hükümetin MİT’in görüşmelerdeki rolünün meşru ve yasal olduğunu savunması, Türkiye’de ilk defa Gülen Cemaati ile Erdoğan/AKP arasında bir ciddi çatlak oluştuğu şeklinde yorumlandı. Özellikle Fidan’ın savcılığa çağırılmasının Erdoğan’ın bağırsak ameliyatı geçirdiği döneme denk getirilmesi üzerine spekülasyonlar yapılıyordu. Şubat 2012’de apar topar MİT yasası değiştirildi ve MİT mensuplarına dokunulmazlık getirildi. Esasında bu değişiklik Fidan’ı (ve Erdoğan’ı) korumak için çıkartılmıştı. Çünkü bazılarına göre MİT mevcut eski yasal çerçeveye göre yetki alanı dışında hareket ederek suç işlemişti. Erdoğan, ileride MİT müsteşarının kendi emriyle teröristlerle devlet adına “müzakere yapmak” üzere “müzakereci” olarak görevlendirilmiş olmasının başını ağrıtacağını biliyordu. Vatana ihanet suçunun önünü almak adına alınan siyasi risk hafifletilmeye çalışılıyordu. Ama elbette derin yapının yasal prosedüre göre hareket etmediğinin de bilincindeydiler. Zira özellikle darbe gibi olağanüstü şartlar sonrasında yargılanacaklarını görmeleri için, yakın dönem Türk siyasi tarihine bakmaları yeterliydi. Bu nedenle yasal zemini, daha önce yaptıkları faaliyetleri örtecek şekilde yeniden düzenleme yolunu şeçtiler.

Mart 2013’te, yani Çözüm Süreci’nin resmen başlatılmasından yaklaşık üç ay sonra, Öcalan’ın PKK’nın silah bırakacağına ve PKK militanlarının Türkiye sınırları dışına çıkartılacağına dair mektubu Diyarbakır’da Newroz kutlamaları esnasında okundu. Mektubun en önemli yanı, PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakma kararıydı şüphesiz. Tüm bunlar, hem Avrupa Birliği sürecinde yapılan demokratikleşme reformları ve AB’nin liberal-demokratik müktesebatının Türk hukuk müktesebatına aktarılması, hem de yine bu çerçevede Türkiye’deki askeri-bürokratik vesayet mekanizmasının (derin devlet) siyasi sistemden ayıklanması sonucunda gerçekleşebilmişti. AKP ve Erdoğan, gerek AB sürecinde, gerek vesayet sisteminin sonlandırılmasında, gerekse de Kürt sorununa siyasi çözüm getirmeyi hedefleyen Çözüm Sürecinde ana karar alıcıydılar; siyasi sorumluluğu tümüyle üstlenmişlerdi. Başka bir ifadeyle, sürecin sonunda ortaya çıkacak tablonun olumlu ve olumsuz yönleri, kendilerine mal edilecek, özellikle olası olumsuzlukların faturası onlara kesilecekti.

Türk devletinin genetik yapısı Türk milliyetçiliğine kodlandığı için, Kürtlerin Türkiye’de anayasal veya hukuki statü elde etmeleri ihtimali, sadece derin devleti oluşturan askeri-bürokratik elitleri değil, aynı zamanda Milliyetçi Hareket’i (ülkücüleri, nizamı alem ülkücülerini ve diğer türevleri) ve ulusalcı solu (CHP içinde çok önemli ağırlığa sahip bir fraksiyon) de rahatsız etmişti. Kürt sorununun çözülmesinin ardından, anayasal devlet mimarisinin ve hukuksal müktesebatın bir daha geriye dönüşü (en azından barış şartlarında) imkânsız hale gelecek şekilde değişmesi, derin yapı ile siyasi destekçileri (CHP ve MHP) tarafından bardağı taşıran son damla olarak değerlendirilmişti.

2008’den beri devam ede gelen Ergenekon davaları sürecinde, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) demokratik açılımlardan ve ileride Kürt sorununa siyasi çözüm girişiminden rahatsız olabilecek bir grubun, şartlar olgunlaşırsa darbe yapabilecek şekilde hazırlıklar yaptığı tespit edilmişti. Her ne kadar bu hazırlıklarla alakası olmayan subayların da haksız yere sürece dâhil edilerek mağdur edilmeleri bir gerçek de olsa, davalarda esas odaklanılan meselenin – darbe hazırlığı – gerçek olduğunu destekleyen önemli kanıtlar ve göstergeler var. Zaten ortaya çıkartılan darbe hazırlıklarının “harp oyunu” olduğu (yani böyle hazırlıklar yapıldığı), suçlanan üst seviye TSK personelince de reddedilmemişti.

Fakat detayı bırakalım, yine konuya dönelim. Derin devletin karar alma mekanizmalarından ayıklanması büyük oranda gerçekleştikten sonra, Erdoğan ve AKP – yukarıda ele alındığı üzere – Çözüm Süreci’ni başlattı. Derin devletin tasfiyesinde (ve diğer genel politikalarında) yoğun olarak Gülen Cemaati ile işbirliği yapan AKP ve Erdoğan’ı, liberal-demokratik kesimler ve Kürtler de destekledi. Bu AB ve demokratikleşme destekçisi paydaşlar, demokratikleşme sürecinin Türkiye’de demokratik çıtayı yükselteceğine ve Türkiye’yi güçlendireceğine inanıyordu. AKP çevresi de tümüyle bu fikirdeydi. Yüzlerce makale var, bugünkü havuz medyasında yazan yazarların kaleme aldığı, bu süreci öven. Bugün savunduklarının tam tersini savunuyorlar o yazılarında. Yine akademiyada kalem oynatan AKP destekçilerinin – mesela SETA tayfasının – Kürt açılımı, Çözüm Süreci, demokratikleşme vs. konularda yazdığı onlarca akademik makale internette hala duruyor. İsteyenler ufak bir araştırmayla bu makalelere ulaşabilir. Yani Aralık 2012’de Erdoğan PKK lideri Öcalan ile kendi talimatı doğrultusunda görüşüldüğünü medya ile paylaştığında, AKP çevresi ve tabanı bu sürece şüphesiz ki çok büyük oranda destek vermekteydi. Öyleyse ne oldu da pozisyon değiştirdiler? Bunu anlamak çok önemli; zira bugünkü rejimin kurulmasında (sivil darbenin meşru hale gelmesinde) ve konsolide olmasında, ardından da anayasal değişiklikle fiili diktatoryal yapının de facto rejime dönüşmesinde, bu süreci anlamak ve izah etmek çok hayati önemde.

2013 yazında başlayan Gezi olayları ve yine aynı dönemlerde Mısır’da İslamcı Müslüman Kardeşler hareketinin Cumhurbaşkanı Mursi’nin anti demokratik ve dayatmacı politikaları karşısında gerçekleşen askeri darbe, AKP ve Erdoğan üzerinde önemli bir etkide bulundu ve bir fay hattı oluşturdu. Gezi olayları kısa zamanda kitlesel protesto gösterilerine dönüştü. Erdoğan, kendisinin de askeri bir darbe ile devrileceğinden korkuyordu. Gezi olaylarının olası bir askeri darbeyi tetikleyebileceğinden endişeleniyordu. Bu nedenle Gezi’de asimetrik bir güç kullanımına başvurdu. 17 Aralık 2013 tarihinde başlatılan soruşturmalar üzerine patlak veren yolsuzluk skandalı, Erdoğan hükümetini 7 şiddetinde bir deprem gibi sarstı. Kabinedeki dört bakan, onlarca bürokrat, rüşvet, görevi kötüye kullanma, ihalede fesat, kaçakçılık gibi çok ciddi fiillerle suçlanıyordu. Suçlanan kişilerin ses kayıtları internetten yayınlanıyordu. Dönemin başbakanı Erdoğan’ın oğlu Bilal ile yaptığı telefon görüşmeleri, “paraların sıfırlanması” ile alakalı Erdoğan’ın talimatları, skandalın ucunun en tepeye kadar uzandığını kanıtlıyordu. Bu skandalın şüphesiz küresel ilişkileri ilgilendiren bir boyutu da vardı: Reza Zerrab adında bir İranlı, İran ile Türkiye arasında bir köprü kuruyor, nükleer programı nedeniyle yaptırımlara tabi tutulan İran’ın parasını hayali bir altın ticareti çerçevesinde Türkiye’deki kamu bankaları üzerinden aklıyordu. Bu “çamaşır makinesinden” elde edilen komisyonların bir bölümü haklarında soruşturma açılan dört bakan tarafından rüşvet olarak alınmıştı. Bu bakanlardan biri olan Erdoğan Bayraktar, sıkışınca, eğer kendisi suçlanıyorsa Tayyip Erdoğan’ın da suçlanması gerektiğini, çünkü ne yaptıysa “başbakanın talimatı ve bilgisi ile” yaptığını söylüyordu! Erdoğan’ın işi gerçekten çok zordu. İstifa ederse, ucunda Yüce Divan’da yargılanma olacak bir hukuk süreciyle karşı karşıya kalacaktı.

Olayların bundan sonraki bölümü çok enteresan! Erdoğan’ın hukuki süreci akamete uğratmak dışında bir şansı kalmamıştı. Fakat bunu yapacak gücü yoktu. Çünkü her ne kadar iktidarda da olsa, görece bağımsız olan yargı üzerinde mutlak bir hâkimiyeti yoktu. Yargıda derin devlet – eski vesayetçi sisteme içten bağlı bir odak – çok etkindi. Gülen Cemaati’nin yargıdaki artan etkinliğinden rahatsız olan bu kesim, uzun süre AKP’yi ve Erdoğan’ı yargıyı Cemaat’e peşkeş çekmekle suçlamış, Erdoğan’ı yargıdaki durumun baş sorumlusu ilan etmişlerdi. Haksız mıydılar? Şu bakımdan haklıydılar: Erdoğan ve AKP hükümeti Yargı da dâhil Türkiye’de gerçekleşen tüm politikaların (kadrolaşmalar da dâhil) birincil ve esas sorumlusuydu. Siyasi sorumluluk Erdoğan’daydı.

Bu noktada, benim varsayımın şu: daha önce tasfiye edilen ve birçoğu da hapiste olan derin devlet, Erdoğan’a işbirliği teklif etti. Erdoğan’ı ve ekibini “kurtaracaklar”, ama karşılığında Kürt siyasetini kendi arzuladıkları şekilde kurgulayacaklar ve uygulatacaklardı. Elbette diğer beklentileri, Cemaat’in devletten tasfiyesiydi. Bu son noktada zaten Erdoğan ile tam bir uyum içindeydiler. Erdoğan Cemaat’i kendisine rakip gördüğünden ortadan kaldırmak istiyordu. Cemaat’in daha “sivil” bir söylem içinde olması, küresel alanda etkin konumu ve evrensel bir dili tercih etmesi yanında, Cemaat’e bağlı veya yakın isimlerin – yetişmiş insan kaynakları nedeniyle – devlet birimlerinde yoğunlaşması, Erdoğan’ın da derin yapının da rahatsız olduğu bir durumdu. Kısaca, derin yapı Erdoğan’ı kurtarmak üzere Kürt siyasetini şahinleştirmek ve Cemaat’i tasfiye etmek konusunda anlaştılar.

Tek mesele TSK içerisindeki dengelerdi. Çünkü TSK’da herkesin malumu olan birbirinden farklı fraksiyonlar veya cuntalar mevcuttu. Bunların en etkili olanı, sivil otorite altına girmeyi kabullenmiş, NATO ve Batı yanlısı subaylardı. Demokratikleşmeyi sindiren ve “NATO standartlarında” bir ülkeyi kabullenen bu subaylar, derin devletçi subaylardan ideolojik olarak oldukça farklı düşünüyorlardı. Zira derin devletçi subaylar, demokratikleşmenin Kürtlere otonomi ve hatta gelecekte federal bir Türkiye’de kurucu unsur olma hakkı vereceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle Batı ittifakının (özellikle AB perspektifinin) Türkiye’nin üniter yapısına ve toprak bütünlüğüne zarar vereceğini ileri sürüyorlardı. Bu nedenlerden dolayı, derin devletçiler Avrasyacı (Rusya ile stratejik ortaklık üzerine bina edilecek) bir yaklaşımın doğru seçim olacağı kanısındaydılar. İşte bu bölünmüşlük içindeki TSK’da, 15 Temmuz sonrasında Batıcı kanat, darbecilikle ve “FETÖ’cü olmakla”  suçlanarak tümüyle tasfiye edildi. Erdoğan buna razı oldu, çünkü başka şansı yoktu. Dahası, Batı ile yaşanacak bir kırılma ve Batılı değerler sisteminden kopuş, uzun vadede kendi İslamcı ajandası için de gayet olumlu olacaktı. Bu durumda, Avrasyacılar ile Milli görüşçü İslamcılar, Batılı değerlere bağlı olmayacak bir “Avrasya oyucusu” Türkiye konusunda – en azından şimdilik – anlaşmışlardı. Bu ortaklığın iki önemli kurbanı olacaktı: Kürtler ve Gülen Cemaati.

Bu yazıda Kürt sorunu üzerinden Erdoğan diktatörlüğünü okumaya çalıştım. Devamını bir sonraki yazıda Cemaat üzerinden ele alarak analiz etmeye çalışacağım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin