Kar’daki Lacivert – Türkiye’nin ötekisi Batı düşüncesi üzerine

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Kanımca Orhan Pamuk Türkiye’nin en önemli yazarlarının başında gelir. Sadece Nobel Edebiyat Ödülü almış olması değil, dili kullanma biçimindeki özgünlük, roman kurgusuna getirdiği yenilik, ele alınan konulardaki otantiklik ve özgünlük açılarından Pamuk’un Türkiye edebiyatında da özel bir yeri vardır. Ben 1990’ların başlarından beri sıkı bir Orhan Pamuk okuruyum. Bundan başka yazılarımda da daha değişik bağlamlarda da olsa söz etmiştim. 

Bugün, Ufuk Uras’ın da öyle olduğunu öğrendim. Uras, bir Twitter paylaşımında Orhan Pamuk’tan bir alıntı paylaştı. Alıntının yapıldığı kitap, Pamuk’un 2002’de birinci baskısının yapıldığı Kar. Bende kitabın bu ilk baskısı var. Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı, Kara Kitap, gibi beni daha fazla etkileyen eserlerinin yanında, Kar’da da Pamuk’un sıklıkla dillendirdiği Batı-Doğu ikilemi konunun önemli sütunlarından birini oluşturuyor. Konusunun detaylarını unuttuğum bu kitaptan Uras’ın alıntıladığı kısım, eğer bir roman eleştirmeninden, benim gibi amatör bir edebiyat meraklısından veya başka bir okurdan gelse, sanırım herhangi bir yazımda buna yer vermenin dışında, paylaşımı tümüyle okumazdım bile. Ama paylaşımı yapan, “Türk solunun” önde gelen isimlerinden Ufuk Uras’tan gelince iş elbette değişti. Bunun yanı sıra, Uras’ın konuya damdan düşercesine girmesi, benim ani ilgimin bir diğer nedeniydi. Alıntının konusu, Batı ile Türkiye arasındaki ilişkiler, özelde de Avrupa Birliği’ne ilişkindi. Dilerseniz sizinle yaylaştıktan sonra, düşüncelerimi genişleteyim. Alıntı şöyle: “Ben ne Avrupalı olacağım, ne de taklitçisi. Ben kendi tarihimi yaşayacağım ve kendim olacağım. İnsanın Avrupalıları taklit etmeden, onların kölesi olmadan da mutlu olabileceğine inanıyorum. Batı hayranlarının bu milleti küçümsemek için sık sık söyledikleri bir lafı vardır hani: Batılı olmak için kişinin önce birey olması lazım ama Türkiye’de birey yok derler ya. (…) Ben birey olarak Batılılara karşı çıkıyorum, bir birey olduğum için onları taklit etmeyeceğim”. Alıntı bu. 

Elbette bu alıntıda konuşan, romanın karakterlerinden biri olan Lacivert; Orhan Pamuk değil. Pamuk’un Batı’ya bakışı bu mu, bu kısa alıntıdan hareketle yorumlanamaz. Ancak benim diğer kitaplarını, röportajlarını okuduğum ve konuşmalarını dinlediğim Pamuk, Lacivert’le aynı düşünceleri paylaşmıyor. Zaten Batı genellemesi içinde, topyekûn bir “uygarlık” tasavvur etmek ve ona karşı –veya ondan yana – bir pozisyon belirlemek, çok naif bir yaklaşım olurdu. Pamuk bunu yapmayacak kadar Batı’nın karmaşık ve kozmopolit yapısını biliyor. Sanırım Uras için de bu geçerli. Ancak Uras ve Pamuk’un özellikle ekonomi politik pozisyonlarının birbirinden farklı olduğu gerçeğini göz önüne almak gerekiyor. Pamuk sosyalist değil her şeyden önce. Marksist veya Marksiyan bir dünya görüşü olduğuna dair bir paylaşımına rastlamadığım gibi, bu doğrultuda bir izlenim de edinmedim doğrusu yazdıklarından. Uras ise, dünyaya Marksiyan bakan bir politikacı. 

İstanbul Üniversitesi’nde yardımcı doçentken siyasette Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) genel başkanı olarak tanındı. Temmuz 2007’de İstanbul’dan bağımsız milletvekili olarak parlamentoya girdi. 2008’de ÖDP kongresinde yeniden genel başkan seçilemedi, 2009’da ÖDP’den istifa ederek Eşitlik ve Demokrasi Partisi’ni kurdu. Daha sonra Barış ve Demokrasi Partisi’ne geçti. Türkiye siyasetinde gündemi ve olaylara yaklaşımı bakımından gerçek sol diyebileceğimiz bir çizgisi olan Uras’a bugüne dek hep saygı duydum. Başkanlığını yaptığı veya üyesi olduğu partilerin binde tek haneli rakamlarda oy almasına karşın, Uras’ın düşüncelerine önem verdim. Haliyle kamuoyunda çok duyulan ve tanınan bir isim değildi. Genelde benimki gibi marjinal sol eğilimli ailelerde adı duyulan Uras gibi politikacıların siyasi hareketleri kitle partisine dönüşmez. 

Uras’ın alıntısı önemlidir. Özellikle, dediğim gibi, bir siyasetçi tarafından durup dururken yapılıyorsa, daha da önemlidir. Çünkü Türkiye’nin Batı’yla ilişkileri her zaman çok sorunlu oldu. Örneğin Polonya veya Portekiz AB’yle ilişki kurarken bir Avrupa aidiyeti, veya Batılı olup olmama çelişkisi yaşamadılar. Ama Türkiye, 1960’lardan beri çıktığı Avrupa ile bütünleşme yolunda daima aidiyet bagajını beraberinde taşıdı. Türkiye siyasi spektrumunun solunda da, merkezinde de, sağında da daima Avrupa’ya karşı derin şüpheler var oldu. Sol Avrupa’nın emperyalizmini ve sınıf ilişkiler bağlamında işçi sınıfına ilişki – devrimci olmayan – piyasacı tutumunu, orta ve sağ Avrupa’nın Hristiyan topluluğu olmasını, Avrupa modernleşmesinin Türkiye’ye daha fazla yansımasıyla geleneksel ve dini değerlerin gevşeyeceğini sorun olarak gördü. Her üçü de, Osmanlı’nın küçülmesi ve parçalanması sürecinin neden olduğu travmayı değişik meşruiyet kanalları üzerinden kendi dünya görüşlerine yansıttı. Ve Avrupa veya Batı’ya ilişkin rezervler koydu.

Bu nedenle, Türkiye’nin AB süreci (buna elbette Ortak Pazar, Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği gibi tüm entegrasyon evrimi dahil) daima iki ileri bir geri, bazen de bir ileri iki geri modunda, Mehter Takımı gibi ola geldi. Türkiye’nin AB standartlarına ve kriterlerine uyumu için gerekli olan uyum (veya dönüşüm) bundan dolayı çok işlevsel ve samimi olamadı. Genel hatlarıyla tüm siyasi kesimlerce Batı’ya verilen “tavizler” olarak algılanan reformlar ve bunların gerektirdiği bürokratik düzenlemeler, bir türlü toplumsal tabana yayılamadı. Geniş bir halk kitlesi tarafından yeni hak ve özgürlükler özümsenemedi. Siyasette ve bürokraside, hatta ve hatta yasalarda yer alan yeni standart, hak ve özgürlükler, uygulama alanında sorunlarla doluydu. 

Lacivert bu siyasi kesimlerin argümanlarından hangisine daha yakın? Bahsettiğim alıntının bir öncesinde Lacivert konuya “Bana şarap içiremezsiniz!” diterek giriyor zaten. Kar romanının kahramanı Ka ile bu bahsettiğim sahnede konuşan Lacivert, tam birbirine zıt karakterler. Lacivert Ka’yı Batı ajanı olmakla suçluyor. Oysa bu diyaloğun hemen başında, Lacivert kendisinin “İslam’ın bir ajanı” olduğunu söylüyor. Ka hiç kimsenin ajanı olmadığını söylese de, İslamcı Lacivert Ka’yı – Batı’ya asimile olmak bağlamında suçlayarak – değerlerinden uzaklaşmakla suçluyor. Hâlbuki ikisi de benzer koşullardadır. İslamcılara göre sekülerler – en azından Kemalist-aydınlanmacı – kişiler mankurt veya değerlerinden uzaklaşmış, Batı’ya yamanmış, Batı’nın değerlerini benimsemiş, yersiz-yurtsuzlaşmış kişilerdir. Lacivert Ka’ya böyle bakmaktadır. Hâlbuki romanda Lacivert’in kendisinden gençliğinde onun da bir solcu olduğunu öğreniyoruz. Babası Cerrahi Tekkesi’ne devam eden Lacivert, gayet Freud’yen biçimde babasına ters düşerek dinsiz ve solcu olur. Üniversitedeyken Missouri uçak gemisiyle İstanbul’a gelen Amerikalı askerleri taşlar mesela. Bu çok sembolik bir eylemdir Türkiye’de. Tıpkı hacca gidenlerin şeytan taşlaması gibi, ABD askerlerinin taşlanması, Osmanlı-Cumhuriyet düz çizgisel tarihinde ötekinin hiç değişmeden (en azından devlet dışında, toplum nezdinde) “Batı” olarak kaldığını gösterir. Taş aran öğrenciler Batı’da doğan anti-Amerikanizm’den etkilenmişler, bu nedenle yine de Batılı bir tepki vermişlerdir, ama olsun! Bu kadar çelişki kadı kızında bile olur! Dahası, İslamcı gençlik “kafir” olarak gördüğü Batı’yı deliler gibi savunmuş, bu “anti-emperyalist” solcu gençleri komünistlikle suçlamıştır. Böylece vodvil devam eder. Pamuk bu basit ama etkili politik gerilimi romana iyi yansıtır. Her ne kadar diyaloglar bana göre çok yapay da kaçsa bu böyledir. Zaten romanı Pamuk romanları içinde en son sıralarda başarılı bulmamın nedeni bu diyaloglardaki doğallıktan uzak ve fazla “daktilo dili kokan” durumdur. 

Böylece Batı’ya – solcu olmasına karşın – tepki duyan öfkeli Lacivert, yeniden Müslüman olur, daha doğrusu dine döner. İran İslam Devrimi sonrası Humeyni’ye meyleder. 1980 darbesinden kaçar ve Almanya’ya sığınır. Sonra geri döner. Bu arada Sovyetler yıkılmıştır. Çeçenistan’da Ruslara karşı savaşır. Sırplara karşı Bosna savaşında cihat ederken, orada bir Boşnak kızıyla evlenir. İşte Ufuk Uras’ın alıntı yaptığı Lacivert budur. Üç aşağı beş yukarı, hayata bakışı bakımından ortalama 1980 kuşağı İslamcıların genel ortalamasıdır. Benim Adım Kırmızı’dan Kar’a, Doğu-Batı ikilemi böylece Frenk resimlerinden ABD uçak gemisinin ziyaret ettiği Cumhuriyet İstanbul’una, Orhan Pamuk’un hayal gücünden gözlerimiz önünde belirirken, hem Batı’da hem de Doğu’da olmanın, biraz da iki arada bir derede kalmanın tatlı biricikliğini yaşarsınız. İkisinden birine mutlak karar vermek zorunda kalmanın her halükarda acıttığı gerçeğinin yanında, özellikle baskının, zulmün ve işkencelerin arttığı anlarda Batı’ya daha fazla öykünür, ekonomik refahın ve siyasal istikrarın kurulduğu anlarda ise Batı’ya karşı bilinçaltında palazlanan aşağılık komplekslerinin yerli araba, eski Osmanlı yurtları, büyük Türkiye gibi illüzyonlarla bastırılmaya çalışıldığını hissedersiniz. Solcular Batı’nın sınıf ilişkilerini Batılı Marks’tan öğrendikleri diyalektik materyalizmle, sağcılar Kuran’dan ve Hadislerden öğrendikleri pozisyonlar temelinde, buruk bir nostalji tadında yapar bunu. Fakat özünde her ikisi de (ve onların arasında kalan diğer bireylerin çoğu da) Batı karşısında tanımlar kendisini. Ayna Batı’dır. O ötekidir. “Biz” ise berikiyiz.

Ufuk Uras, bir Tweet ile bunca tortuyu kaldırdığını bilir mi acaba? Avrupa’nın kölesi olmak, Ecevit’in Ortak Pazar için kullandığı “onlar ortak biz pazar” cümlesinde gizli olan ana fikir değilse ya nedir? Eski solcu, İslamcı Lacivert, bize tüm Türkiye toplumunun Batı’ya bakışının “aynısının laciverdi” olduğunu göstermiyor mu? İnsan hakları, azınlık hakları, bireysel özgürlükler, güçler ayrılığı, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, yürütmenin denetimi ve gücü sınırlandırılmış iktidar gibi konseptlerin bazıları değil, tümü Batı’dan dünyaya yayıldı. Avrupa’nın kölesi yapmaya çalışmıyor AB Türkiye’yi, ama AB ölçütleriyle AB standartlarına çıkartmaya çalışıyor. AB sürecinde Avrupa ve Batı’ya yukarıda bir edebiyat ürünü çerçevesinde yaklaşan sol veya sağ çevreler, değişik açılardan Türkiye’nin AB potasında dönüşümüne karşı neden ürettiler. Ufuk Aras AB’ye karşı “sosyal AB’yi” savunurken, Türkiye AB asgari demokrasi ve insan hakları ölçütlerinden ışık yılı uzaklaşmış durumda. Solun “burjuva demokrasisi” olarak değerlendirdiği liberal anayasal demokrasi, hala Türkiye’nin yaklaşamadığı bir standart oysa. 

Sol ve sağ, kendi değerler evreninde birbirlerinden ayrı bahaneler ürete dursun, “yerel değerlerin” giderek yayıldığı Türkiye’de bir İslamofaşizm, İslamo-nasyonalizm hibrit ideolojisi yardımıyla bir anti-Batıcı otoriter rejim kurdu. Bu rejime periferiden dâhil sol ve sağ grupların her biri Yeni Türkiye’de “yerli ve milli” olmalarını sağlayacak makyajları yapıyor. Açık söyleyeyim, çok zorlanmadıklarını düşünüyorum. Özellikle Uras’ın bana yazdığı yanıtlardaki tepeden bakan, toleranssız ve sabırsız tutumu görünce, otoriteryan karakterin Türkiye toplumunda çok yaygın olduğunu bir kez daha görüyorum. Hasbelkader Ufuk Uras bu yazıyı önünde bulursa, okumadan “cahil cesareti!” desin geçsin. Biz de Barbaros Şansal’ın ünlü cümlesindeki derin analizi bir kez daha anarak, işimize bakalım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin