Kanal İstanbul yeni bir proje değil

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Kanal İstanbul projesi tipik bir Erdoğan-AKP anlatısı, bir oy devşirme öyküsü, bir yolsuzluk ve rant vurgunudur. Tam bir Yeni Türkiye ürünüdür Kanal İstanbul. Ve kanal İstanbul’la mücadele eden – veya ettiğini sanan – “muhalefet”, yine en tipik hatalarla, akılsızca ve stratejiden uzak yöntemlerle eleştirmektedir, Kanal İstanbul’u. Kanal İstanbul, bir İslamcı pratiği olmanın yanında, modern Türkiye toplumunun Anadolu coğrafyasına ve doğasına ihanetinin sembolüdür, bir bakıma. Anadolu coğrafyasının dokusundan bihaber, maddi çıkarlarının esiri olmuş, ahlakı bel altından yukarıya bir türlü çıkartamayan bir zihniyetin ahlaksızlığının timsali, günü kurtarmacı, işini bilen, ilkesiz, değerlerini iki paraya satan bir neslin zihniyetidir. Kanal İstanbul, yaşadıkları toprakları 21. yüzyılda hala “fethetmeye çalışan”, bir türlü yerleşik toplum gibi davranamayan, göçebe, vur-kaççı, kupon ve butik arsacı, bir şey üretmeyen ama her şeyi satabilen bir toplumun dramıdır esasında. On bin yıllık Anadolu coğrafyasının gelmiş geçmiş en düşük vasıflı toplumunun, bulunduğu coğrafyanın derinliğine ne denli uzak olduğunun kanıtıdır bu proje.

İstanbul özgün bir kültür merkeziyken, bugün büyük bir köy haline getirildi. Anadolu’dan göç alan İstanbul, yeni gelenleri bir kültürel potada eritemedi. Gelenlerin kendi kültürlerini dayatmayı başardıkları İstanbul’da Konstantiniye-İstanbul kültürü sürekliği 1980’lerden itibaren kırıldı ve paralel kültürlerin yan yana var olduğu bir merkez-gecekondu ayrımı türedi. Sermaye birikiminin pazar ekonomisinde oluşma hızının çok üzerinde bir hızla, gecekondulaştırılan kamu arazilerinden elde edilen astronomik kar marjıyla beraber, kültürel evrim hızının çok üzerinde bir sınıf atlama gerçekleşti. İstanbul’un gecekondulaşmaya açılmasıyla beraber, kamu arazisini gasp ederek özel mülkiyete çeviren kitleler, gecekondunun ve arsasının üzerine çok katlı betonarme binalarını çıkarak, yasal yollardan parasını ödeyerek mülk edinen ve vergisini her yıl düzenli olarak ödeyen vatandaşlarla sadece aralarındaki sermaye birikimi farkını kapatmakla kalmadılar, onların birikmiş varlıklarının onlarca katı varlığı bir nesil içinde elde ederek, ekonomik olarak daha etkin pozisyona ulaştılar! 

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⬇️

Bu manada Kanal İstanbul, esasında çok uzun süredir işleyen bir model. Kar marjı ve rant şehveti, mimariyi, altyapıyı, kent planlamacılığını, trafiği, doğa-nüfus dengesini, eğitim sektörü kapasitelerini vs. darmadağın etmekle kalmadı. Aynı zamanda kentin ruhunu özümseyememiş, kentin parçası haline gelememiş, kentle kendisini özdeşleştirememiş kitlelerin, bilakis kentin içinde kendi kültürel adalarını oluşturmalarına olanak tanıdı. Gecekondulaşan kamu arazileri, onları gasp edenlerin yanına kar kaldı. Birkaç jenerasyon biriken sermaye ile edinilen mülkler yanında, siyasetin oy devşirmek amacıyla meşruiyet sağladığı gasp edilmiş kamu arazilerinin “sahipleri” türedi. Hem de sayıca birincisine oranla onlarca kat daha fazla! Şöyle düşünün: Londra’da, Berlin’de veya Ney York’ta birileri kalkıp kentin periferisindeki – bazen de merkezindeki – kamuya ait arazilere ev yapsa, belediyelerin ve merkezi hükümetlerin tutumu ne olurdu? Bir sonraki seçimlerde alacakları oyları hayal edip, ellerini ovuşturarak bu kaçak ve gasp edilmiş araziler üzerindeki evlere elektrik, yol ve altyapı mı götürürlerdi? Yoksa kaçak inşaatları yıkıp, bunları yapanları yargıya mı postalarlardı? Kimse kimseyi aldatmasın. Bu bir sınıfsal mücadeledir. Ve devlet Türkiye’de özel mülkiyeti anlamadığı için, Osmanlı’dan gelen mantaliteyle ulufe dağıtır gibi, kamu arazilerini kendisinin sanarak, onları siyasi ve maddi rant uğruna kitlelere peşkeş çekmiştir. Böylece vergisini veren, piyasa ekonomisinin ve hukuk düzeninin normlarına uygun hareket eden kentli kitlelerin yerine, kolay yoldan zengin olmayı hayal eden kitlelerden yana tercih kullanmıştır. Anadolu’daki yokluklardan ve diğer olumsuz faktörlerden bıkmış yoksul kitleler, başlangıçta varoluş koşullarını iyileştirmek için “taşı toprağı altın” olan ülkenin tek metropolüne yığılmaya başlamışlar, sonrasında yasadışı yollarla elde ettikleri mülkleri üzerine çok katlı betonarme binalar dikerek, rayiç üzerinden mülklerinin değerini onlarca katla çarpmış, kentin eskisi yerleşik orta sınıf vatandaşların birkaç jenerasyon süresince bin bir güçlüklerle elde ettikleri sermaye birikimini, bir nesilde ona, yirmiye, otuza katlamışlardır. Kamu arazileri, her iktidar döneminde istismar edildi. İstanbul’la da Anadolu’yla da kurduğu bağlantıyı, “fethedilmiş toprakların eski sahiplerinden gaspı” sosyal genetiği üzerine inşa eden siyaset sınıfı, böylece hem Türkiye’nin homojenleştirilmesi, hem bir şey üretmeden zenginleşme, hem de kısa dönem siyasal çıkarların cazibesi gibi motivasyonlarla, bir “talan kültürü” anlayışını toplumlarına yerleştirdiler.

Kanal İstanbul, kamu arazileri üzerinden rant elde etmekse eğer, bu mantalitenin arkeolojisini yapmayacak mıyız? İşte o sosyal arkeolojinin kazıları sonrasında apaçık ortaya çıkan gerçeklik, gecekondulaşma-sosyal mobilite ilişkisidir. Normal koşullarda sosyal mobilite eğitim üzerinden çalışan bir sistemken, Türkiye ve bazı Latin Amerika ülkelerinde bu mekanizma devlet eliyle rant üretimi olarak çalışmıştır. Gecekondulaşma, böylelikle yepyeni bir sınıf atlama aracı oldu. Eğitim seviyelerine paralel olmayan bir sermaye birikimi elde eden kitleler, sosyal hiyerarşide hak etmedikleri bir konuma ulaştılar. Bu, yolsuzlukların siyaseti bir kanser gibi sarmasına neden oldu. Böylelikle siyasetin en önemli işlevi, kısa yoldan sosyal mobilite sağlayacak bir portal olmak olarak yeniden formüle edildi. Kolay yoldan zengin olmak olarak avamlaştırılan bu olgu, esasında sadece bir “vurgun” meselesi değildir! Asıl mesele, kent kültürüyle bütünleşememiş kitlelerin, sosyoekonomik bakımdan kentin kaderini ellerine geçirmeleridir. Sayıca az olan yerleşik kentliler – ki bunların da önemli bir bölümü Anadolu’dan gelen göçmenlerdir – kültürel, yaşam biçimi olarak, eğitim düzeyleri bakımından vs. kentleriyle bütünleşmişken, arazi rantı üzerinden devlet eliyle sınıf atlatılan geniş kitleler, saydığım kıstaslar bakımından yaşadıkları kentin değerlerini benimsemeden o kenti kontrol edecek konuma bir nesilde ulaştılar. Ve varlık elde ettikleri yolu daha da sofistike hale getirecek şekilde bir imar rantı mekanizmasıyla, bu günlere kadar siyaset üzerinde etkin olarak, İstanbul’un ve Türkiye’nin kaderini ellerine aldılar. Kanal İstanbul, bu kitlelerin ikinci neslinin sistemi devam ettirmesinden başka bir şey değil.

Hiçbir yabancı bandıralı gemi, Montreux Boğazlar Sözleşmesi uyarınca, Kanal İstanbul’u kullanmak zorunda olmayacak. Kanal İstanbul Panama Kanalı gibi veya Süveyş Kanalı gibi, doğal olarak bağlantısı olmayan iki denizi birleştirme işlevine sahip değil zaten. Doğal bağlantı yolu, İstanbul Boğazı üzerinden Marmara-Karadeniz hattını kullanmak varken, neden yabancı gemiler Kanal İstanbul’u kullanacak? “Boğazı kaparım olur biter” deme hakkı yokken, nasıl yabancı gemilerin Kanal İstanbul’u kullanmaları sağlanacak? Kanal İstanbul, bu nedenle işlevsiz bir projedir. Varsa tek işlevi yukarıda anlattığım kamu arazilerinin ranta açılması işlevidir. AKP, sınıfsal ilişkiler bakımından yukarıda ele aldığım sosyal mobilite üzerinden sınıf atlamış veya atlamayı arzulayan kitlelerin partisidir. Bu bakımdan “muhafazakâr” falan da değildir zaten. Çünkü her muhafazakâr hareket, öncelikle sosyal mobilitenin var olan mülkiyet haklarını korumasını hedefler. Türkiye’de sağın da solun da mülkiyet ilişkileri konusunda bir etik veya yasal kaide umurlarında bile olmamıştır. Çünkü her ikisi de aynı Osmanlı geleneğinden gelmektedir. Buna göre kamu arazisi esasında devlet arazisidir, yani devlet istediğine bu araziyi peşkeş çekebilir. Aynı bir sultanın herhangi bir kuluna bir araziyi tahsis etmesi gibi! Zaten bugünlerde herkes görüyor ki devlet sadece vermekle kalmıyor, icabında istediği gibi, gayrı kanuni olarak da, istediği kişinin özel mülküne el de koyabiliyor. Bu bir mantalite sorunudur. Yani yasalara yazmakla olmuyor bu işler. Sosyal genetik, bir yerlerde devreye giriveriyor.

Kanal İstanbul, bir Türkiye tarihi özetidir. Doğal olarak herhangi bir albenisi olmayan, yani amiyane tabirle para etmeyen araziler, “buradan Kanal İstanbul geçecek, buralar değerlenecek!” denilerek, başta zengin Körfez ülkeleri kalantorları olmak üzere, parayı bastırabilecek herkese, yerli-yabancı ayrımı olmaksızın, sunuluyor. Nasılsa Kanal İstanbul buraların değerini otuza, kırka, yüze katlar diyerek, parası olan buradan gelir istediği arsayı alır. Yanında her aile ferdine birer Türkiye pasaportu da verilir! Böylece devlet havadan varlık üretir. Ya da başka bir ifadeyle, üretmeden para kazanılır. Bu işin inşaat sektörü, ithalatçısı, inşaat yan sektörleri, vs. üzerinden de AKP’ye yeni bağımlılıklar sağlanır. Kanal İstanbul, bir imdat simididir. Dönmeyen ekonomi çarklarının işletilmesi, maması biten yandaşlara yeni mamalar devşirilmesidir yani. Kupon arazi işlerini iyi bilen bir reis, biten kupon arazilerin ardından yapay kupon arazi arayışına girmiştir. Bu işte potansiyel olarak o kadar büyük bir rant dönecek ki, burada ne seküler-dinci, ne Kürt-Türk, ne NATO’cu-Avrasyacı, hiçbir fikirsel veya kimliksel ayrımın etkisi olmaz. Paranın kokusu, en uzlaşamayan çevreleri bile bir araya getirir!

Toplumsal dinamiklerle oynamak böyle bir şeydir. Ekonomik temelli sınıfsal ilişkileri oligarşik hedeflerle değiştirmek sosyal adalet sağlamıyor. Türkiye’de de sosyal mobilite, yoksul sınıflarla varlıklı sınıflar arasındaki varlıksal farklılıkları azaltmadı. Sadece asimetrik ve gayrı-hukuki, gayrı ahlaki, haram bir rant hasılatı üzerinden, asimetrik büyüme sağladı. Zengin ve fakir arasındaki uçurum daha da arttı. Yeni zengin eski gecekondulu kitleler, kendi burjuvazisini ve kendi gayrı-etik mantalitelerini topluma endoktrine ettiler. İslam İslamcılık olarak bu bağlamda harika bir meşrulaştırma temeli sundu. Kanal İstanbul, yaşadıkları coğrafyanın koşullarına bünyesel uyum sağlayamayan bir halkın 21. yüzyıldaki varoluşunu gösteriyor, tüm açıklığıyla. Kadim Anadolu toprakları, bir çekirge sürüsünce talan edilmiş gibi, tarihiyle, arkeolojisiyle, yerel kültürleriyle, dilleriyle, denizleri, nehirleri ve ovalarıyla, dağlarıyla can çekişiyor. Maddi çıkarlarla, hunharca gasp edilen, bu uğurda yok edilen canlı-cansız varlıkların tarihi, uzaklardan kanal İstanbul’a bakıyor! Zıvanadan çıkmış, rant şehvetiyle gözleri dönmüş bir kısım insanlarsa, Kanal İstanbul’dan çıkacak hafriyattaki “Haçlı altınlarının” hayalini kuruyor! Bitirmeden sorayım: sizce vatan sevgisi bu mudur? Bence Anadolu’nun bünyesi bu gaspçıları reddediyor!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin