İmanın sürgün yılları 

YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ

Boncuk boncuk dizip durdukları yalan, gece gündüz servis ettikleri kurgu, ardı arkası kesilmez iftira, akla hayale gelmez entrika ve sayısız ayak oyunlarına rağmen gönüllere bir türlü hakim olamıyorlardı!

Düşüncede müflis muktedirlerin tek sermayesi, kaba kuvvetti; mevzi kaybettikçe daha çok sertleşiyor, sertleştikçe insanlıktan çıkıyorlardı! Attıkları her adımın akîm kalması karşısında açık bir paranoya yaşıyorlardı; ne yaptılarsa netice alamıyor, imana koşuşun önünü kesemiyorlardı!

Sınır ve kural tanımaz zulümlerinin zirve yaptığı bir günün akşamında, dengeleri değiştiren insan Hazreti Hamza da (radıyallahu anh) Müslüman olmuş, düşman bildikleri safın en önüne geçmişti.

Kainatta câri bir realiteydi bu; zulüm haddini aşınca, ehl-i insaf saf değiştiriyordu!

Tutundukları dal çürük, iddiaları da gayr-i makul olunca, ne sınır tanımaz reklamların ne de kullandıkları orantısız gücün bir anlamı kalıyordu.

Öte yandan, Habeşistan’dan aldıkları darbe, hazmedilebilir cinsten değildi; halbuki ne ümitlerle elçiler göndermiş, ayaklarının altına dünyaları sermişlerdi ama masumiyet duvarını aşamamış, samimiyetin zırhını delememiş ve gözünü boyayamadıkları Habeşistan’ın selim vicdanını bertaraf edememişlerdi!

Hâlbuki, işin başında Ebû Cehil’in kardeşi Abdullah İbn-i Ebî Rebîa ile siyasi dâhi Amr İbn-i Âs vardı ve onlar için bundan böyle Habeşistan, ezber bozan bir hezimetti. Ne siyasi taktikler netice vermiş ne de pahalı hediyeler işe yaramıştı; tuttuğunu koparan elçiler, Habeşistan’dan eli boş dönmüşlerdi!

Çıldırıyorlardı; Mekke’de baş edemedikleri güç, şimdi sınırlar ötesinde de zemin bulmuş ve dalga dalga büyüyordu!

Üstelik, Mekke’nin görünürdeki reisi Ebû Tâlib’i kaç defa uyarmış, defalarca muhtıra vermişlerdi ama bir türlü istedikleri karşılığı ondan da alamamışlardı!

Kendisi için gözyaşı döküp “insan” olması adına ismini dualarına alan bir Şefkat’i tanıyamadığı için gölgesinden bile çekinen Ebû Cehillerde müthiş bir tedirginlik vardı; dört bir yandan üzerlerine saldırıp kendilerini yok edecek “mevhum” orduları hayal ediyor ve yarınları adına yüreklerinin yağı eriyordu! İşin aslında o, dünya ve Âhiret adına, kendi elleriyle ve bizzat kendi geleceğini karartıyordu!

Bilhassa, koltuk sevdasıyla çırpınıp duran Ebû Cehil, küplere biniyordu! Kin ve nefretin zirve günlerine şahit olan Dâru’n-Nedve, en gergin anlarını yaşıyordu; toplantı üstüne toplantılar yapıyor, bu gidişatı durduracak kesin ve kestirme bir çözüm arıyorlardı!

Gelip gelip takıldıkları yer, yarınlarda ardı arkası kesilmeyecek bir kan davasının başlama endişesiydi; zira öldürseler, kendi hayatları da tehlikede demekti. Çünkü o günün toplumunda, aileden birisini öldüreni infaz etmek, kabileye ait bir hak olarak görülüyordu.

Dâru’n-Nedve’de bunları konuşurken bomba etkisi yapan bir haberle sarsıldılar; kılıcını kaptığı gibi “öldürmeye” giden yiğit Ömer de “hayat” bulmuş, yanına yaklaştığı Şefkat’in yaşatmaya kilitli davasının güçlü bir temsilcisi oluvermişti!

Ömer gibi bir aslan da giderse!

Yok, yok! Şatafat ve alayişlerle tasavvur edegeldikleri yarınlar, göz göre göre ellerinden akıp gidiyordu ve onlar için bu, bardağı taşıran son damla demekti.

Evet! Bu, böyle sürüp gidemezdi ve gitmemeliydi! Yaşın yanında kuru da yanmalı ve Mekke, “toptan” bir temizliğe şâhit olmalıydı!

Bu seferki adres, Benî Kinâne yurduydu; “acil” koduyla toplandılar!

Aslında iş, Ebû Cehiller tarafından çoktan pişirilmiş ve mesele, üzerinde ittifak edilen eylem planını, diğerlerine de kabul ettirmeye kalmıştı!

Ve.. işte o gün, zaten işin başından beri hislerine teslim ettikleri akıl ve mantıklarını bir kenara bıraktı ve ölümüne bir karar aldılar ki aslında bu, aynı zamanda bitişlerini tescil anlamına geliyordu. Ayağa kalkıp son sözü söylerken, gelinen noktadan aldığı keyif yüzüne akseden Ebû Cehil, nihâî kararı şöyle ilan ediyordu:

“Benî Hâşim ve Benî Abdulmuttalib ile bütün ilişkiler kesilecek!

Onları Mekke’den kovacağız!

Bütün yolları tutacak ve kimsenin onlara yardım etmesine fırsat vermeyeceğiz!

Kız dahi alıp vermeyeceğiz!

Can damarlarını kesecek; yiyecek ve içecek temin edebilecekleri bütün kaynaklarını da kurutacağız!”

Açıkça bu, inanan herkesi, can yakan güneşin altında ölüme terk etmek demekti; kızgın kumların üzerinde ve başlarını sokabilecekleri bir gölgelikten bile mahrum, açlık ve susuzluktan kıvrım kıvrım, bin bir ıstırap sarmalıyla inim inim sıkıntılar yaşayacak ve kendileri açısından “problemsiz” ölüp gideceklerdi!

Vicdan taşıyan herkes, hayatının şokunu yaşıyordu; dünyanın en masum insanlarına böylesi bir zulüm nasıl revâ görülebilirdi! Hem, düne kadar dillerinden düşürmedikleri böyle bir Emîn’e yapılanlar karşısında Mekke’de, kollarını açarak bu anlamsız gidişata “dur” diyecek aklı başında bir tane insan yok muydu?

Yoktu!

Başından beri sahnelenen yalan ve iftiraların tesirindeydi insanlar; âdeta koskoca bir toplum hipnoz edilmiş ve emniyetin temsilcileri bir kere “öcü” gibi gösterilmişti.

Her dönemin firavunu, daha da güçlenerek sahne alıyordu ve bu ümmetin firavunu Ebû Cehil’in o gün keyfine diyecek yoktu; yıllardır Mekkelileri ikna edememiş ve onları bu noktaya bir türlü getirememişti ama şimdi, onun dediği oluyordu!

Hatta, bu çirkef kararın içinde sadece ehl-i iman yoktu; bu karar, imana taraf olmasa bile, inananlara destek veren herkesi içine alıyordu! Menfaatlerinin olduğu yerde her şey, hak-hakikat, evlâd ü iyâl, anne-baba, yakın-akraba, hepsi kuru bir teferruattan ibaretti ve tarihin en acımasız soykırımı başlamak üzereydi!

Din-diyanetle hiç alakaları yoktu ama dindarlarla mücadele ederken, ellerini güçlendirebilmek için bu vahşî kararlarına “dini” de alet edeceklerdi; üzerinde ittifak ettikleri konuları madde madde yazdı ve götürüp onu, Kâbe’nin duvarına astılar.

Hiç vakit kaybetmedi ve hemen işe koyuldular; “boykot” ilan ettikleri yetmiyormuş gibi şehirde kim varsa kapısına dayanıyor ve çoluk çocuk demeden apar topar sürüyorlardı!

İmanın sürgün yılları başlamıştı!

“Sahip çıktığın sürece bu sıkıntıyı sen de çekeceksin!” mesajını vermiş olsalar bile amca Ebû Tâlib, her şeyi göze alarak kendisinden bekleneni yaptı; bundan böyle yeni adres, Şi’b-i Ebî Tâlib idi. O kadar ki küçüklüğünden bu yana yakından tanıdığı ve hayatından endişe ettiği yeğenine bir zarar gelmemesi adına üzerinde tir tir titriyor ve ‘birisi O’na suikast yapar’ endişesiyle gecenin karanlığında yatağına, kendi oğullarından birisini yatırıyordu!

Bugünkü toplama kamplarından daha beterdi Şi’b-i Ebî Tâlib! Bundan sonraki üç yıllık hayat, kıt kanaat imkânlarla kurulan yamalı çadırlarda geçecekti! Üstelik, Şi’b-i Ebî Tâlib’e giden bütün yolları tutmuş ve etrafta kuş uçurtmuyorlardı!

Güçleri yetse, Mekke’nin havasını da tekellerine alacak ve bir nefes oksijenden bile mahrum edeceklerdi!

Su yoktu!

Yiyecek yoktu!

Doktor yoktu!

İlaç yoktu!

Âdeta musibet olmuş, Şi’b-i Ebî Tâlib’in üzerine yağıyordu günler!

Çoluk çocuk, yaşlı ihtiyar, hasta sökel herkes aynı musibeti yaşıyordu!

Hemen her gün bir çadırdan, kulakları tırmalayan bir feryâd ü figân yükseliyordu!

Masum çocukların Fârân Dağları’na çarpıp gelen seslerinden gözlere uyku girmiyordu; yiyeceğin olmadığı bu zeminde suya hasret giden dudaklardan, kim bilir ne yanık nâmeler dökülmüştü!

Bu sıkıntılı günlerde gözünü dünyaya açanlar da, ruhunu Şi’b-i Ebî Tâlib’de teslim edenler de vardı.

Ender de olsa bazen, nereden geldiği ve kimin gönderdiği bilinmeyen yük dolu bir devenin geldiği oluyordu. Zaten ara sıra da olsa bu türlü ehl-i insaf yardımlar söz konusu olmasaydı, o gün Şi’b-i Ebî Tâlib’e giren birisinin, bir daha oradan sağ çıkması düşünülemezdi!

Sıkıntı, öyle bir hal almıştı ki çoluk çocuğun ağlayışları, Şi’b-i Ebî Tâlib’in arkasından duyuluyordu! İşin garip tarafı Ebû Cehil ve avenesi, yaptıkları zulümden değil de bu seslerin Mekke’ye yansımasından rahatsızlık duyuyordu!

Ve bu hâl, Mekke’den ehl-i insaf belli başlı insanların bu işe “Dur!” diyecekleri âna kadar da devam edecekti.

Gerçi haklarını yememek lazım; zalım da olsa o günkü Ebû Cehillerin, insanlıktan kırıntı taşıyan bir yanları vardı; “haram aylar”da muhâsarayı kaldırıyor ve zulümlerine üç aylık bir “noktalı virgül” koyuyorlardı! Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) için şüphesiz ki bu günler, panayır panayır koşuşturduğu, hacca gelen her sima ile görüşüp âşina çehreler aradığı en bereketli günlerdi.

Beklenenin aksine ve Ebû Cehillere inat, Ashâb-ı Kirâm’da müthiş bir kenetlenme söz konusuydu! Sıkıntılı da olsa şimdi Şi’b-i Ebî Tâlib, âdeta herkesi içine alan geniş bir ev gibiydi; Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) herkes için müşfik bir baba, Hazreti Hadîce de (radıyallahu anhâ), sıkıntıları serinleten ve her derde deva bir “ana” gibiydi!

Belki de bu günler, Güneş’in doğumuna şahitlik edemeden bu fâni âlemden göçüp giden Varaka İbn-i Nevfel’in, daha ilk günden haber verdiği günlerdi!

Belli ki bu günler, canı yanıp tâkâtinin tükendiği gün, “Bir ümit!” deyip Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen Hazreti Habbâb’ın şahsında ümmet için haberi verilen günlerdi!

Yarınlarda işi üstlenip göğüsleyecek babayiğitleri kıvama erdiren, gelecekteki daha büyük sıkıntıların üstesinden gelebilmek için dirençlerini artıran “tiryâk” günlerdi!

Ümeyye İbn-i Halef’in siyâhî kölesini, Kıyâmet’e kadar gönüllere “Bilâl Habeşî” diye kazıyan, Ümmü Enmâr’ın anlaşmalı hizmetkârını, “Habbâb” adıyla bayraktaştıran, Allah ve Resûlü nezdinde yıldızlaştıran günlerdi!

Öyleyse, imanın bu sürgün günleri, bağrında yeni yeni sürgünlerin mayalanıp boy attığı, imanın sürgün günleriydi!

Bu günler gösterdi ki insanı, insani çizgi ve istikamet üzere yetiştiren en yanıltmaz iksir, çile ve mihnetti!

Yaşanılanlara uzun soluklu bakabilmek gerek; bir tarafta, varlık deryasında kaybolup giden yitikler, beri yanda sıkıntılar sarmalında yarınları mayalayan babayiğitler!

Hangi safta olmak istersiniz?

Öyleyse bu günler, Hakk’ın hoşnutluğunu kazanıp sâhil-i selâmete ermek için sabredilmesi gereken günlerdi!

Evet, bugünler, katlanılması güç günlerdi; doğru.

O gün de çaresizlik, Sahâbe’yi ağaçların yaprak ve kabuklarını yemeye mecbur bırakmıştı; Mekke’nin yakıp kavuran sıcağı altında bir yudum suya bile hasret kaldıkları içindir ki ihtiyaçlarını giderirken koyun ve keçiler gibi ıtrahatları da katı idi!

Üzerine bevlettiği deri parçasını gecenin karanlığında fark edip sevinen Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs bize, eşelediği ıslak topraktan onu alıp temizlediğini, ateşte kızarttıktan sonra yeyip belini doğrulttuğunu ve Rabbine hamd ile iki büklüm olduğunu anlatmıyor mu?

Peygamber kıssalarına kulak kesilen herkes görür ki bu sürgünlerde mihnet yudumlamak yolun kaderi!

Hem, bu ıstırabı zirvede yaşayan, üstelik kendi yaşadıkları yanında bir de herkesin acısını yüreğinde derin bir sızı olarak hisseden Fahr-i Rüsul Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) değil miydi?

Ebû Cehiller fark edememişti, fark edemediler!

Yaptıklarıyla kirli ellerini kurutan Ebû Lehebler de göremediler, göremeyecek kadar da körlerdi!

Eden, kendine eder!

Kendini Hakk’ın hoşnutluğuna adamış bir mü’min, öyle bir Peygamber’e ümmet olmuştur ki yeri geldiğinde ağaç kabuğu da yer, ama hak bildiği bu yoldan asla dönmez!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin