‘Hizmet Okulları’nı araştıran ABD’li Sosyolog Prof. Parrillo: Zararı sadece çocuklar yaşamadı!

RÖPORTAJ | EKREM DUMANLI

William Paterson Üniversitesi Sosyoloji Profesörü Vincent N. Parrillo Hizmet Hareketi Okulları’nı araştırdı. Darbe girişiminden önce çalışmalarına başlayan Parrillo, okulların saldırı altında olduğunu ve ‘gizli bir dini gündemi olduğuna dair eleştiriler’ yapıldığını bildiğini vurguluyor. ‘Çok iyi şeyler başarılıyordu. Okulları kapattığınızda, bu okulların yardım ettiği toplumu aldatmış olursunuz… Peki kim zarar görüyor? Elbette ki, birçok insan haksız yere hapse atıldı. Bu başlı başına korkunç bir şey. Ancak bundan daha da fazlası, kapatılan bu okullarda okuyor olmaları gereken çocuklar… Sanırım benim tepkim kalp kırıklığı. Çünkü bunun olması gerekmiyordu. Arkasındaki saik ne olursa olsun, çoğu zaman başkalarının kötü eylemleri yüzünden pek çok masum insan acı çekiyor. Bence bu da o vakalardan biri.’ diyor.

Üniversite hocalığının yanı sıra PBS için filmler çeken bir yapımcı olan Parrillo’nun çalışması, kitap olarak raflardaki erini aldı. Oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşan Prof. Parrillo ile kitap ve araştırma üzerine konuştuk.

EKREM DUMANLI: Öncelikle kitabınızın başlığı hakkında konuşalım. Kitabınızın başlığı olarak neden ‘Kalpler ve Zihinler’i seçtiniz?

VINCENT N. PARRILLO: ‘Kalpler ve Zihinler’ 1960’larda Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam Savaşı’na dahil olduğunda kullanılan bir ifadedir. Ancak bunun benim bu başlığı seçmemde hiçbir etkisi olmadı. Farklı ülkelerde okulları dolaşıp öğretmenleri o okullarda çalışmaya neyin motive ettiğini ve ne yapmaya çalıştıklarını öğrenmeye çalışırken, öğrencilerle konuşup onlara deneyimlerini sorarken, birçok kez içlerinden birinin bana ‘Kalpler ve Zihinler’ dediğini duydum. Bunlardan en hoşuma gideni belki de Arnavutluk’ta karşılaştığım genç öğrenciydi. Şöyle demişti: ‘Bu okul çok iyi. (Başına işaret ederek) Buramı eğitiyorlar. (Kalbine işaret ederek) buramı da eğitiyorlar.’ Yani ‘Kalpler ve Zihinler’ terimini kullanmadı ama hareketleriyle bunu gösterdi. Diğerleri de öyle yaptı. Sonra bu konu üzerinde düşündükçe ve – ben de bir lisede bir süre İngilizce öğretmenliği yapmış ve danışman olarak bir dizi okul sistemini gözlemleyen bir eğitimci olduğum için – okulların bu kadar başarılı olduğu şeyin sadece bilgi veya entelektüel kazanç için değil, tüm insanı eğitmek olduğu kanaatine vardım. Ve bu başlığın kitabın temasını en iyi şekilde yansıtacağını düşündüm.

DUMANLI: Belirttiğiniz üzere, Hizmet Hareketinin bir katılımcısı değilsiniz. Siz bir profesörsünüz ve çalışmanızı bazı Türk okullarına odakladınız. Basit ve öz bir soru soracağım: Araştırmanıza başlamadan önce ne bekliyordunuz ve ne buldunuz?

PARRILLO: Müsaadenizle biraz geriye giderek başlayayım. Bir profesör olarak tüm kariyerim gruplar arası ilişkiler, çatışma çözümü, ön yargıdan doğan kötülüğün nasıl olduğu, ayrımcılığın çözümünün ne kadar zor olabileceği gibi konularda ders vermek üzerine oldu. Bu yüzden, bazı insanlarla tanıştığımda ve birkaç konferansa katıldığımda daha da meraklandım. Entelektüel olarak, neler olup bittiğini merak etmeye başladım. Amacım okulları yakından incelemekti – biz sosyologlar, dışarıdan birileri olarak, objektif çalışma yaparız. Ne işe yarıyor ne yaramıyor. Aklıma diğer dinlerin de kültürden etkilendiği geldi. Yahudilik ve Hristiyanlık Amerika Birleşik Devletleri’nde, Orta Doğu ya da Avrupa’da olduklarından çok farklıdır. Bu yüzden okulların ortak misyonu olan kalpleri ve zihinleri eğitmek konusunda bu kültürün nasıl bir etkisi olduğunu, herhangi bir şeyi nasıl değiştirdiğini ya da değiştirmediğini merak ediyordum. Bu yüzden farklı tarihlere ve farklı demografik özelliklere sahip farklı türden ülkelere gitmek ilgimi çekti. Sorunları olan ülkelere gitmek istedim, örneğin Bosna’ya. Bilirsiniz, orası çok ciddi bir dini tasfiye yaşadı. Tüm dinlerin din adamları öldürüldü, ülkeyi ateist bir ulus haline getirmeye çalıştılar. Yani, Arnavutluk (ve) Bosna’da olduğu gibi, oralarda din bastırılmıştı. Şiddet ve baskı vardı. Daha sonra ve şimdi, okullar ne yapıyor? Nasıl başarılı oluyorlar? Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, içi boşaltılmış bir coğrafyaya adım attıklarını biliyordum. Ama benim en çok merak ettiğim şey, Polonya ya da Romanya gibi Müslümanların azınlıkta olduğu Hristiyan ülkelerde bu okulların ne yapacağıydı.  Ne gibi farklılıklar olurdu? Herhangi bir fark var mıydı? Kazakistan’la ilgileniyordum, çünkü İslam’ın uygulanma biçimi olarak – dinin temelleri, değerleri ve Kur’an’ın öğretileri gibi ana konulardan bahsediyorum – orada insanların kıyafetleriyle ifade edilen farklı bir İslam biçimi var ve bazı ülkeler diğerlerinden daha dindar. Dolayısıyla, öncelikle aradığım şey, bu farklı okulların misyonlarını gerçekleştirirken ne tür kültürel etkilerin meydana geldiğiydi.

Sorunuzun ikinci kısmı ne bulduğuma dair. Öğrendikçe daha fazla öğrenmek istediğimi fark ettim. Karşılaştığım şey beni büyülüyordu. Pek çok çalışma yaptım. Ezilen halklar ve Orta Avrupa’daki Çingeneler olan Romanlar üzerine Dışişleri Bakanlığı nezdinde araştırmalar yaptım. Hayatım boyunca azınlık insanlar üzerinde uğraş verdim. Olumlu yorumlar ve enerji o kadar önemliydi ki daha fazlasını bulmam gerekiyordu. Bulduğum şey – elimden geldiğince kısa ve basit bir şekilde ifade etmek gerekirse – tüm okullarda benimle konuşan kadınların öz güvenlerinin gayet yüksek olması, ebeveynlerin çocuklarının değişim yaşayarak daha açık fikirli hale geldikleri ve farklı inançlardan insanlarla arkadaş olduklarını fark etmeleri ile kalplerin gerçekten açılmasında bir tutarlılık olduğunu gördüm. Tüm okullar son teknoloji ile donatılmıştı, akıllı tahtaları, mükemmel ekipmanları ve harika tesisleri vardı. Ancak okul binası, içindeki insanlar ve onların öğretmen olarak yaptıkları olmadan bir hiçtir. Dolayısıyla, defaatle çok olumlu sonuçlara ulaştım.

RASTGELE SEÇİMLER YAPTIK, DÜRÜST CEVAPLAR ALDIK

DUMANLI: Araştırma yöntemlerinizden bahseder misiniz?

PARRILLO: Bu çok güzel bir soru. Aynı zamanda çok da önemli, çünkü topladığınız verilerde çok dikkatli olmanız gerekiyor. Ben daha gençken ve bilgisayarlar yeni yeni kullanılmaya başlanırken, bilgisayar programlama ile ilgili aldığım derslerden biri ‘döküntü girer, döküntü çıkar’ idi. Yani, ne verirseniz onu alırsınız. Bunu yapmamalısınız. Birincisi, doğru türde sorular sormanız çok önemlidir. Kişiyi size belirli bir yanıt vermeye yönlendirdiğiniz sorular sormayın, çünkü duymak istediğinizin bu olduğunu düşünürler. Hileli sorular soramazsınız. Kişiyi rahatlatan sorular sormalısınız.  Ama mesele sadece sorular değil. Başlamadan önce yaptığımız şey; her üniversitede bir kurumsal inceleme kurulu vardır. Araştırmanızı yapmadan önce, araştırmanızın tarafsızlığı, savunmasız deneklerden ve katılımcılardan yararlanmaması açısından gözden geçirilmesi gerekir. Bu nedenle, beraber çalıştığım eğitimcilerin ne yapmaya çalıştığımızdan emin olmalarını sağlamak adına kullandığım çok ciddi bir onay zincirinden geçtik. Ayrıca soruları kime sorduğunuz konusunda da dikkatli olmalısınız. Bununla, objektif olarak sistematik rastgele örnekleme yapmayı kastediyorum. Kitaba konu olan araştırma çerçevesinde görüşmek istediğimiz kişileri biz seçtik. Örneğin, okul müdürü bize kendisinin seçtiği beş öğrenciyi göndermedi. Bunlar, sadece idarenin ‘sözlerini’ ya da görüşlerini tekrarlamaları öğretilen, özenle seçilmiş ‘gözde’ öğrenciler olabilirdi. Bu yüzden her üç öğrenciden birini ya da bir öncesini seçtik. Velilerle çocuklarını almaya geldikleri esnada görüşürken, her üç veliden birisi ile verdikleri izin doğrultusunda ve çoğu zaman bir tercüman vasıtasıyla mülakat yaptık. Yaptığımız şey buydu. Rastgele seçimler yaptık, bu da dürüst cevaplar almamızı sağladı. Mülakat sorularının üçüncü kısmı, konuştuğunuz kişiyi rahatlatmanız gerektiğidir. Onlara isimlerini kullanmayacağınızı, tamamen anonim kalacaklarını, söyledikleri her şeyin sadece genel tanımlayıcı terimlerle rapor edileceğini, kimlikleriyle ilgili herhangi bir şeyin açığa vurulmayacağını garanti etmelisiniz. Çünkü gerçekten ne hissettiklerini anlatma adına tamamen rahat olmalarını arzu edersiniz. Bu çok önemli; aksi takdirde bunun ‘giren döküntü’ mahiyetinde olacağı düşüncesindeyim. Yaptığımız araştırmanın bir propaganda çalışması olmaması gerekiyordu; okullarla ilişki olguların nasıl ve neler olduğunu ve nasıl algılandığını öğrenmek için yapılan objektif bir bilimsel çalışmaydı. Bu yüzden öğrencilerle, öğretmenlerle ve okul yöneticileriyle görüştük. Ayrıca iş adamları ve velilerle de mülakatlar yaptık.

DUMANLI: Hatırladığım kadarıyla yaklaşık 300 kişiyle görüştünüz, değil mi?

PARRILLO: Çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

DUMANLI: Öğretmenler, öğrenciler, okulları finansal olarak destekleyenler ve bazı veliler, değil mi?

PARRILLO: Evet. Veliler önemliydi. Her bir kişiyle yaklaşık 30 dakikalık mülakat yapıyorduk, böylece araştırmanın amacını yerine getirebildik. Bazen biraz daha kısa, bazen biraz daha uzun, ama ortalama olarak insanlarla 30 dakika süreyle görüştük.

DUMANLI: Kitabınızda bazı araştırma makaleleri, kitaplar ve tezlerden bahsetmişsiniz ve araştırmanızın – daha doğrusu kitabınızın – diğerlerinden farklı olduğunun altını çizmişsiniz. Nedenini açıklayabilir misiniz?

PARRILLO: Bir sosyolog olarak herhangi bir konuda araştırma yapmaya başlamadan önce öğrenebileceğiniz kadar çok şey öğrenmeniz gerekir. Sadece parlak ve ışıltılı konulara odaklanacak derecede saf olmamalısınız. Ben de şimdiye kadar Hareket üzerine neler yazıldığını görmek için pek çok araştırmayı inceledim. Bazen yazılanlar tek bir okulun vaka çalışmasıydı. Bazen de yazılanlar Hareket içindeki insanlar tarafından kaleme alınmıştı. Kendilerini, okullarını ya da her ne konuysa onu genel okuyucu kitlesine açıklamaya çalışıyorlardı. Bazen de kişisel gerekçeleri olan ve hesaplaşma isteğinde olan insanlar vardı, bu yüzden olumsuz bir şeyler arıyorlardı. Bizim kitabımızın farklı olmasının nedeni, objektif olmakla birlikte Hareketin dışından bireyler olmamızdı; Hareketin ya da okulların lansmancısı değildik. Neler olup bittiğine dürüstçe bakmak istedik. Kitabı diğerlerinden farklı kılan bir diğer unsur da daha önce hiçbir kitabın bu okulların karşılaştırmalı kültürel incelemesini yapmak için bu kadar farklı ülkeyi ziyaret etmemiş olmasıydı. Biz de kitapta konunun sadece farklı ülkeleri ziyaret etmek olmadığını savunduk. Üç kıtada gezdik. Asya’daydık, Avrupa’daydık, Kuzey Amerika’daydık. Daha önce de söylediğim gibi, her biri farklı tarihlere sahip ülkeleri ziyaret ettik. Örneğin, Birleşik Devletler ya da dindar olmayan ülkeler… Diğer dinler ülkemizin birer unsuru. Buna karşın, diğer bazı ülkeler, çok kültürlüler, yoğun göçmen alıyorlar. Örneğin, Polonya gibi çoğunlukla homojen bir yere kıyasla çok daha çeşitli bir toplum. Araştırma, tüm bu farklı türden müdahale değişkenlerini ve bunların okullar üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu bulmaktı. Yine de ortak noktayı aradık; ziyaret ettiğimiz yerlerin her birinde öğrenciler ne dedi,  veliler ne dedi. Bu da kitabı benzersiz kılıyor.

ÖĞRETMENLİKTEN ÖTE FEDAKARLIKLAR

DUMANLI: Öğrenciler için ‘karşılıklı saygı’ ve ‘anlayış’, öğretmenler için ‘adanmışlık’ ve bu okulları destekleyen iş adamları için ‘cömertlik’ gibi bazı özel terimler ve kavramlar kullandığınızı görüyorum. Tam olarak ne demek istediniz?

PARRILLO: Evet, sanırım sorunuzu yanıtlamaya en iyi bu okullarda keşfettiğim en harika şeylerden birinin öğrenci ve öğretmen arasında var olan bağ olduğunu söyleyerek başlamalıyım. Dört yıl boyunca lise öğretmenliği yapmış biri olarak ya da okul sistemleri için yaptığım diğer danışmanlık çalışmalarında bizzat deneyimlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Burada yine bir an geriye dönüp, ‘Hiçbir yer mükemmel değildir’ dememe izin verin.

Her okul sisteminde her zaman bazı zayıf öğretmenler bulunur. Sanırım beni dinleyen herkes, daha fazla olmasa da okulundan en az bir tane kötü öğretmeni hatırlıyordur. Benim vardı, kendimden biliyorum. Benim bu araştırma sırasında derin bulduğum şey, bu öğretmenlerin hepsinin farklı ülkelerden olmasıydı. Bazıları Türk’tü ve birçoğu Harekete mensuptu. Birçoğu da değildi. Okulların bulunduğu ülkelerin yerlileriydi; Hareketin parçası değillerdi ama okulun ruhunun, tavrının, ortamının, kültürünün bir parçasıydılar. Ve sadece kendi başına bir açıklaması olan o bütün insanı eğitmekle kalmıyorlar, aynı zamanda bunu pek çok farklı şekilde yapıyorlardı. Sınıf dışında, okul sonrası etkinliklerde, gündelik çay sohbetlerinde…

Evet, ama aynı zamanda bu ülkelerin çoğunda ev ziyaretleri de yapılıyor. Öğretmenin kendi ailesini de alıp üç saat uzakta bile olsa bir öğrencinin ailesini evlerinde ziyaret etmesi. ‘O benim için bir öğretmenden daha ötesi. ‘O benim ağabeyim gibi’ ya da ‘O benim bir öğretmenden daha ötesi. Biz bir aile gibiyiz’ diyen birçok öğrenciyle her ülkede karşılaştım. Bunu defalarca duyduk. Öğrenciler de çizginin nereye çizilmiş olduğunu bildiklerinden kendilerini çok net bir şekilde ifade ettiler. Bu sözleri söylerken bize, ‘Öyle anladığınız gibi değil’ diyorlardı. Otoritenin ya da saygının erimesine izin vermediklerini vurguladılar. Öğretmen ve öğrenciler arasında böyle sıkı bir bağ vardı. Bu en güzel şeylerden biriydi ve sorunuzda geçen ‘karşılıklı saygı’ ile kastettiğim şeyin bir parçası da bu. Bunun diğer bir parçası da Amerika Birleşik Devletleri’nde ‘Kral ve Ben’ adında eski bir müzikal vardır. Bu müzikalin özellikle ilk şarkılarından birinin sözlerinde ‘Öğrencileriniz size öğretecek’ ifadesi geçer. Bu da belli bir zihniyet gerektirir, sınıfta baskın bir güç olmak yerine öğrencilerinizden bir şeyler öğrenmek ve bu karşılıklı saygıyı inşa etmek için belli bir tutum gerektirir. Çünkü sadece öğreterek, okuyarak ve hazırlanarak değil, dinleyerek ve etkileşimde bulunarak da çok şey öğrenebilirsiniz. Bu benim sürekli olarak yaptığım olumlu şeylerden biri.

DUMANLI: Konuşmamıza konu olan kitabınızda, ‘abi’ ve ‘abla’ terimlerinden de bahsediyorsunuz. Bu terimlerden ne kastediyorsunuz ya da ne anlıyorsunuz?

PARRILLO: Bununla ne demek mi istiyorum? Bizim anladığımız anlamda bu terimler ‘boy pos’ ya da ‘yaş’ anlamına gelmez. Bu terimler ‘yol gösterici bir kişilik’, ‘aşmanız gereken her ne ise onu aşmanıza yardımcı olan biri’ anlamına gelir. Örneğin, yatılı okulların bulunduğu ülkelerin birçoğunda çok sayıda öğrenci bulunuyor. Her gece nasıl ağladıklarından dem vurdular. Evlerini ve ailelerini nasıl özlediklerini anlattılar. Buna karşın, yatılı sistem üst sınıftaki yaşça büyük öğrencilerin yaşça küçük alt sınıftaki öğrencilere yardım etmesini sağlayacak şekilde tesis edilmişti. Yani yaptıkları şey, sırtınızı yaslayabileceğiniz biri, o noktada size yardımcı olacak güvenebileceğiniz biri ile etkileşime geçmeniz. Yalnız değilsiniz. Tipik olarak, küçük bir erkek ya da kız kardeş olduğunuzda, sizden yaşça büyük olanlara rol model olarak bakarsınız.  ‘Onun gibi olmak istiyorum’ dersiniz. Bir şeyi yeterince bilmiyorsanız, size anlatırlar ve geçişlerde size yardımcı olurlar. Biz de bunu gördük.

‘ABİLER’, ‘ABLALAR’

DUMANLI: Bugünlerde ‘abi’ ve ‘abla’ terimleri alçaltıcı etiket olarak kullanılıyor. Erdoğan ve rejimi bu tür insanları etiketliyor ve ‘abi’ ya da ‘abla’ oldukları için suçlu olduklarını söyleyerek onları cezalandırıyor. Bu tür ‘abilere’ ya da ‘ablalara’ uygulanan baskılara tepkiniz nedir?

PARRILLO: İyimser insanlardan dünyayı pembe gözlüklerle gören insanlar olarak bahsederiz. Sosyolojide ‘seçici algı’ terimini kullanırız. Görmek istediğinizi görürsünüz, görülmesi gerekeni değil. Eleştirmek çok kolaydır. Yıkmak çok kolaydır. İnşa etmek ise çok zordur. İyi olan her şeyi alıp koyu renkli gözlükler takabilir ve onu olumsuz hale getirebilirsiniz. Bu onu doğru yapmaz. Benim kariyer alanımda her zaman söylediğimiz şey, kaynağı göz önünde bulundurmaktır. Eğer kaynak bunu söylüyorsa, bu genellikle öznenin kendi söylediklerinden çok, kaynağın hakkında bilgi verir.

‘BU OKULLARI KAPATMAK, TOPLUMU ALDATMAKTIR’

DUMANLI: Bu okulların – adlarına Hizmet okulları ya da ne dersek diyelim – özellikle Türkiye dışındakilerin, iyi niyet elçileri olabileceğinden bahsettiniz. Ancak rejim bu okulları kapatmaya çalışıyor. Dışarıdan biri ve bir sosyolog olarak sizin analiziniz nedir? Bu sadece siyasi bir tepki mi? Sadece fikrinizi öğrenmek istiyorum.

PARRILLO: Şu anda söyleyebileceğim o kadar çok şey var ki. Öncelikle meslektaşım Mabud Ensari ile birlikte bilerek bu araştırmaya giriştiğimizi biliyordum. Okullar üzerine araştırma girişiminde bulunurken, bu okulların eleştiri ve saldırı altında olduğunu biliyordum. Bu sözde darbeden önceydi. Okulların gizli bir siyasi gündemi ve gizli bir dini gündemi olduğuna dair eleştiriler olduğunu biliyordum. Yani bu zaten eleştirilerin bir parçasıydı. Bu yüzden, öğrencileri çok sessiz bir şekilde sorgulayarak ve bu konuya farklı şekillerde yaklaşarak bunu araştırdık. Bunun tamamen bir yalan olduğunu keşfettik. Siyasi ya da dini bir gündem yoktu. Din, bu okullarda çoğunlukla öğretilmemektedir. Din üzerinden bir karşılaştırma yapmış oldum. Evet, siyasi değiller ama din de bu okullarda öğretilmiyor. Siyasi bir gündem yok. Ama bence asıl mesele, bu okulların erişilebilirliği, yeni fikirlere açıklığı, açık sözlülüğü, öz güveni, hayırseverlik ruhunu, empatiyi ve cömertliği arttırdığını tespit etmiş olmamızdır. Çok iyi şeyler başarılıyordu. Okulları kapattığınızda, bu okulların yardım ettiği toplumu aldatmış olursunuz. Tanıştığım ve arkadaşlık tesis ettiğim kişiler oldu. Ziyaret ettiğim ama artık olmayan okullar var. Bunların farkındayım. Bence bu çok büyük bir kayıp, çünkü çok olumlu şeyler başarılmıştı. Belki de açıklanamayan bencil nedenlerden dolayı, bu işleri durdurmaya yönelik, güç ve kuvvetiniz var. Peki kim zarar görüyor? Elbette ki, birçok insan haksız yere hapse atıldı. Bu başlı başına korkunç bir şey. Ancak bundan daha da fazlası, kapatılan bu okullarda okuyor olmaları gereken çocuklar. Aylar önce görüştüğüm ve kitapta bahsettiğim o bağları geliştirebilecek çocuklar. Bu çocuklar genç kadın ya da erkek yetişkinlere dönüşebilir ve hemcinslerine yönelik bir zihniyetle topluma katkıda bulunabilecek insanlar olabilirlerdi. Sanırım benim tepkim kalp kırıklığı. Çünkü bunun olması gerekmiyordu. Arkasındaki saik ne olursa olsun, çoğu zaman başkalarının kötü eylemleri yüzünden pek çok masum insan acı çekiyor. Bence bu da o vakalardan biri.

DUMANLI: Son soru. Bildiğiniz gibi Hizmet okullarını destekleyen birçok öğretmen, öğrenci, iş adamı şu anda Avrupa’da, Kanada’da, Avustralya’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde. Hayatta kalmaya çalışıyorlar.  Onlara entegrasyon ya da diğer konularda herhangi bir tavsiyeniz var mı?

PARRILLO: Bu çok zor bir soru. Mülteciler ve göçmenler üzerine yaptığım tüm araştırmaların ışığında aklıma en çabuk gelen şu iki şeyi söyleyebilirim: Birincisi, hayatta kalmak istiyorsanız uyum sağlamalı ve adapte olmalısınız. Bu insanların içinde muazzam bir cesaret kaynağı var. Yaşadıklarınız, geride bırakmak ya da kaybetmek zorunda kaldığınız değerlerinizden ve inanç sisteminizden kaynaklanıyor. Siz busunuz. Ve kim olduğunuzdan dolayı bir bedel ödüyorsunuz. Kim olduğunuzu değiştiremezsiniz. Değerleriniz, inançlarınız hala mevcut. Yaptığınız şey zorluğa gözünüzü dikmektir ve öyledir de. Küçümsemek istemiyorum. Bazen yeni bir dil ve gelenekleri öğrenmeniz gerekir. Hayatınız ve kariyeriniz için bir yol bulmalısınız. Demek istediğim, bunların zorluk olduğuna hiç şüphe yok. Ama aynı zamanda birer fırsat bunlar. Eğer beni burada reddederseniz, ben de inanç ve düşüncelerimi yüklenirim ve gider, ötede bunları yeniden paylaşırım. Ben sadece bunun içsel bir güç gerektirdiğini ve bu içsel gücün inancınızdan, değerlerinizden ve bireysel misyonunuzdan geldiğini söylüyorum.  Eğer aşabilirseniz – sosyal bilimciler buna Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi der – ve yiyecek, barınak ve giyecek gibi temel ihtiyaçlarla başa çıkabilirseniz, siz de bu yeni hayatta iyi olacak şekilde uyum sağlayabilirsiniz. Şimdi, bir sonraki adım, bir sonraki üst seviye “Beni buraya ilk başta ne getirdi?” sorusuna geri dönmektir. Ben gerçekten tavsiye verebilecek bir insan değilim. Bu böyle bir şey. Bunu yaşamak, deneyimlemek zorundasınız. Bence önemli olan güçlü kalmak. Bir konuşma yaptığımda genellikle “Bu kitabı neden yazdım?” diye sorarım. Bunun ne kadar doğru olduğunu biliyorsunuz. Bir şehirde iki dinleyici kitlem vardı. Aklıma takılan dinleyici grubu okullarla hiçbir ilgisi olmayan ve Hizmet hakkında hiçbir şey bilmeyen insanlardı. Onlara çok fazla yalan söylenmişti ve gerçeklerin kendilerine söylenmesini istiyorlardı. Kitabın bir bölümü bu. Diğer kitle ise Hareketin içindeki insanlardı. Çünkü hepimiz doğru şeyi yaptığımızı düşünüyoruz. Ve eğer bir öğretmenseniz, bunu öğrencilerinizi sevdiğiniz için yaptığınızı düşünürsünüz. Bir şeyler başardığınızı düşünürsünüz, bu yüzden daha az gelire razı olursunuz ve daha çok şekilde fedakarlık yaparsınız. Bazen öğrenciler gelip bize bunu anlatırlar. Bu kitap o öğrencilerin ve onlar için ne kadar iyi bir iş yapıldığını söyleyen velilerin seslerini değiştirebilir. Her şeye yeniden başlamak zorunda kalan insanlara verebileceğim bir tavsiye varsa, o da ‘Bu kitabı okuyun’ olacaktır. Birden fazla kez okuyun, okuyun ki orada pasajlar bulabilesiniz. Dini yazılardan kesinlikle ilham almalıyız, ama bu kitapta örneklendirilmiş ve nesnel nitelikte, neleri feda ettiğinize, hala neler yapabileceğinize ve nasıl dahil olabileceğinize dair alınacak ilhamlar var.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin