Hicret süvârisi

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ 

Hind ile birlikte Safâ tepesine gelip de beyat edenler arasında, Ebû Cehil’in gelini Ümmü Hakîm de vardı. Muhatap olduğu engin şefkat, aşkın merhamet ve tarifi imkânsız mülâyemeti görünce, canından korkup kaçan kocasını kastederek “Yâ Resûlallah!” dedi. “Amcamın oğlu İkrime, Senden korkup terk-i diyâr etti ve kendini sahile doğru, Yemen tarafına attı. Senin onu öldürteceğini sanıyor! Ona da emân verir misin?”

Cevap, tahmin ettiği gibiydi:

“O da emîndir!”

Duyar duymaz her şeyi göze aldı ve kaçan kocasını da bu şefkat, merhamet ve mülâyemetle tanıştırabilmek için Yemen’in yolunu tuttu.

Aradı ve buldu onu; görür görmez, “Ey amcam oğlu!” dedi. “Ben, insanların en iyilikseverinin, hilm ü silmi zirvede temsil edeninin ve insanlar arasında en fazla başkasına yardımcı ol­an birisinin yanından geliyorum; sakın kendini helâk etme!”

Onun için bunlar, esas söyleyeceklerine bir dîbâce hükmündeydi ve İkrime’nin dikkatlerini üzerine çeker çekmez, “Senin için ben, Resûlullah’tan emân diledim.” dedi ve ilave etti:

“O da (sallallahu aleyhi ve sellem), güvence verdi ve seni de affettiğini söyledi!”

Olup bitenleri merakla izleyen İkrime, “Resûlullah” dediğine göre Ümmü Hakîm’in (radıyallahu anhâ) Mekke’de bıraktığı hanımı olmadığını anlamıştı. Zaten öyle olsaydı, bunca tehlikeyi göze alarak buralara kadar gelmez, böylesine bir duruş sergileyemezdi!

Sorular sordu, ardı ardına. Belli ki Mekke’nin havasını almak, terk edip geldiği memleketinde olup bitenleri duymak istiyordu. Duyduğu her şey, hayret ve şaşkınlığını artıracak, ona şok üstüne şok yaşatacak mahiyetteydi; tepeden tırnağa bir değişim yaşıyordu.

İkrime için de Güneş’e yolculuk başlamıştı. Emin olmak için hanımına dönerek bir daha sordu:

“Bunu, gerçekten yaptın mı?”

“Evet!” diyordu, aynı metânet ve ümitle Ümmü Hakîm. “Evet, O’nunla (sallallahu aleyhi ve sellem) ben ko­nuştum ve senin için de emân istedim!”

Emânı veren Muhammedü’l-Emîn ise âkıbet selîm demekti ve gelişe İkrime de ikna olmuştu.

Beri tarafta, Kâbe’de bulunan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), bir aralık gözünü ufuklara dikmiş ve ashâbına, “Ebû Cehil’in oğlu İkrime, şu anda sizin yanınıza mü’min ve muhâcir olarak geliyor!” müjdesini vermişti. Ancak bir de tembihi vardı; “Sakın ola ki!” diyordu. “Onun babası hakkında kötü bir söz söy­lemeyin; çünkü ölü hakkında uygunsuz ve kötü söz söylemenin, ölüye herhangi bir fayda veya zararı olmadığı gibi sadece onun ar­kada bıraktıklarını incitip tahrik eder!”

Derken, haftalar sonra çıkageldiler.

Görür görmez öylesine bir hamle yaptı, öyle bir karşıladı ki İkrime de şaşırmıştı; makas gibi açtığı kollarını ona uzatmış, yıllardır hasretini çektiği candan bir dostu ile karşılaşmışçasına, “Hoş geldin ey hicret süvârisi!” diyordu!

Yine de ihtiyatı elden bırakmayan İkrime, hanımını göstererek, “Yâ Muhammed!” dedi. “Bu, Senin bana da emân verdiğini söylüyor; doğru mu?”

“Tabii ki doğru söylemiş; sen de emniyettesin!”

Durulmuştu İkrime. Hanımı ve amca kızı Ümmü Hakîm’e (radıyallahu anhâ) minnetle bir nazar atfettikten sonra yeniden Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) döndü:

“Bu hâl, teslimiyet hâlidir,” dedi ve devam etti:

“Şayet öldürmüş olsaydın, günahkâr ve hata ile âlûde bir insanı öldürmüş olacaktın! Affetmekle, bir ya­kınının elinden tutuyor ve onu da ihyâ ediyorsun!”

Sonra da sordu:

“Peki, benden ne istiyorsun yâ Muhammed? Senin beni davet ettiğin şey nedir?”

Kelime-i tevhidi, imanı ve İslâm’ı anlattı, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).

Hiç ikilemedi ve kelimesi kelimesine bir kabulle teslim oldu, İkrime.

İmanını pekiştirmek ve duruşunu sağlamlaştırmak için bir de cemîlesi vardı, Habîb-i Kibriyâ’nın (sallallahu aleyhi ve sellem). Ancak, hayata yeniden doğan İkrime (radıyallahu anh) hiç oralı değildi; “Ben, Senden dün­ya malı istemiyorum!” dedi. “Aksine dünya malı yönüyle ben, Kureyş’in en zenginiyim! Benim başka bir isteğim var; Sana karşı yaptığım bütün düşmanlıklardan, kötülük adına attığım bütün adımlardan, yüzüne söylediğim bütün çirkin sözlerden ve gıyabında ettiğim her türlü kelamdan dolayı Allah’ın beni affet­mesi için istiğfarda bulunmanı, bana da dua etmeni istiyorum!”

Gemisine adım atmak için uzanan eli geri çevirir miydi hiç! Mübarek ellerini kaldırdı ve “Allah’ım!” dedi, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem). “Bana karşı yaptığı bütün düşmanlıklarından, Senin nûrunu söndürmek için attığı her türlü adımdan, Benim aleyhim­de konuşup da hakkıma girdiği her türlü olumsuzluktan ve gerek yüzüme karşı gerekse aleyhimde sarf ettiği bütün çirkin sözlerden dolayı onu affeyle!”

Arınıp durulan İkrime’nin bir de sözü vardı:

“Yâ Resûlallah!” dedi. “Allah’a yemin ol­sun ki bugüne kadar Allah yolundan insanları alıkoymak için harca­dığım malımın iki katını bundan böyle Allah yolunda harcayacağım ve Allah yolunun yolcularına karşı çıkıp da ortaya koyduğum gayre­tin iki mislini de yine Allah yolunda sarf edeceğim! Ömrüm oldu­ğu sürece de kendimi Allah yoluna adayıp koşturacak ve böylelikle kendimi affettirmek için gayret sarf edeceğim!”

Sözünün eriydi ve öyle de yaptı; bambaşka bir insan olmuştu İkrime (radıyallahu anh).

İbâdet ü taâtıyla göz dolduran ve insanların hayranlıkla baktıkları bir muhasebe insanı hâline gelmişti. O güne kadar putçuluk düşüncesinin içinde ve onun önde gelen müdâfii konumundaki İkrime, bundan böyle önüne gelen putu kırmaya kendini adamıştı; Kureyş’ten kimin evinde bir putun olduğunu duysa oraya gider ve onu da yerle bir etmeden geri gelmezdi. Çünkü Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gün, “Allah’a iman eden her­kes, evinde bulunan putları ya parçalayıp bir kenara atsın ya da onları ateşe verip yaksın!” buyurduğuna şahit olmuştu. Yıllar­ca karşı çıkıp da aleyhinde konuştuğu Allah kelamı Kur’ân’ı yüzüne yaklaştırıp yanağına koyuyor ve “Rabbimin kelamı!” diyerek için için gözya­şı döküyordu.

Ne var ki henüz herkeste aynı hassasiyet yoktu ve kulağına, “Ne olacak; Allah düşmanı Ebû Cehil’in oğlu!” şeklinde sözler gelmiş ve canı sıkılmıştı. Evet, söylenilenler doğruydu; gerçekten de babası tam bir Allah düşmanıydı. Ancak konuşulanların yanlış olmadığını biliyor olsa da bunlar karşısında duyduğu hüznü gizleyemiyor, geçmişini kurcalayıp ailesine karşı bu kadar kırıcı olmalarından rencide oluyordu. Ne de olsa, o ba­banın oğluydu; kendi iradesinin dışında bir takdirdi bu ve daya­namaz hâle gelince, büyük bir mahcûbiyet ve eziklik içinde gelip önce Ümmü Seleme validemize açtı konuyu; “Bu gidişle burada dayanamayacak, Mekke’ye geri döneceğim!” diyordu.

Aynı kabilenin bir ferdi olan Annemiz (radıyallahu anhâ), durumu Fahr-i Rusül’e (sallallahu aleyhi ve sellem) açınca ashâbına döndü ve “İnsanlar madenler gibidir!” buyurdu. “Câhiliyye günlerinde hayırlı olan­lar, anlayışlarını geliştirip kullandıkları sürece İslâm’da da hayır­lıdır! Öyleyse, sakın ola ki bir Müslüman, herhangi bir kâfirden dolayı eziyete maruz kalmasın! Sakın ola, ölüp gitmiş birisinden dolayı da yaşayanlara eziyet vermeyin!”

O günden sonra Medîne’de kimse, babasını hatırlatacak bir kelime etmeyecek ve İkrime’ye (radıyallahu anh) “Ebû Cehil’in oğlu” bile demeyecekti.

Ancak buna rağmen İkrime (radıyallahu anh), eski günleri aklına geldikçe hicap duyuyor, utancından bakışlarını gizlemeye çalışıyordu. Hele, baba­sının öldüğü Bedir gününü hiç unutamamıştı; çoğu zaman sözleri­ne, “Bedir günü beni ölümden kurtaran Allah’a hamdolsun!” diye başlar ve bugünleri görüp de Müslüman olduğuna ayrıca hamd ederdi.

Yermûk, İkrime için bir bayramdı; günlerdir devam ettiği halde bir türlü neticeye gidilemeyen savaşın ‘alem’i olmuştu. O günün süper gücü Bizans’a doğru hamle yaparken, “Daha düne kadar ben, her köşe başında Resûlullah’a karşı savaşmış bir adamım; si­zinle savaştan mı çekinip geri duracağım!” diye haykırıyordu. Zaten, o günkü ilk mübârezeye de o çıkmıştı. Kendisine, “Allah’tan kork! Biraz da kendini düşün; kendini bu kadar helâk etme!” diyenlerin yüzüne acı acı bakıyor ve “Daha düne kadar ben, Lât ve Uzzâ için kendimi ortaya koyuyor ve bir hiç uğruna savaşıp aynı şeyleri yapıyordum; ne yani, tam da Allah ve Resûlü için fırsat bulmuş­ken, kendime dikkat etmeyi şimdi mi düşüneceğim! Hayır, hayır! Vallahi de ebedi­yen olmaz; bırakın da şimdi ben, Allah ve Resûlü yolunda ebediyet şerbeti içeyim!”

Sonra da dönmüş, eski arkadaşlarına, “Bugün ölümüne and içmeye ne dersiniz?” diye sormuştu. Niyetini okuyan eski arkadaşı ve ordunun kumandanı Hazreti Hâlid (radıyallahu anh) yanına geldi; “Böyle yapma! Çünkü bugün burada senin şehîd edilip öldü­rülmen, biz Müslümanlara çok ağır gelir!” diyordu.

Hiç oralı olmadı; zira, Gönlünün Gülü’ne kavuşmak için Yermük’ü fırsat biliyordu:

“Çekil yolumdan ey Hâlid!” dedi. “Tabii, senin Resûlullah ile geçirdiğin günler bana göre da­ha fazla; hâlbuki ben ve babam, daha düne kadar Allah Resûlü’ne karşı en çetin insanlardık! Şimdi ise bak, yeni bir fırsat var önümde; öyleyse bugün zaman, babam ve benden kaynaklanan o eski günah­ları temizleyip affettirme zamanı!”

Sonra da gözlerden kayboldu. Güneş gurûb edip de meydan­da olup bitenler ortaya dökülünce, Hazreti İkrime’yi de (radıyallahu anh) baygın buldular; vücudunda yetmiş küsur ok, mızrak ve kılıç yarası var­dı! Cephelerde şehâdet arayan Hazreti Hâlid’e (radıyallahu anh), “Benim yerime siz ha!” diye iç geçirecek bir manzaraydı, görünen.   

Bu yolculukta yanında, biricik oğlu Amr da vardı. Oğlunun ardından kocasının da Hakk’a yürüdüğünü duyan vefalı hanımı da yanına gel­mişti.

Zannedildiği gibi henüz ölmemişti, İkrime (radıyallahu anh). Bir aralık gözlerini açtığında başında, üzgün ve gözyaşı döken Ümmü Hakîm’i (radıyallahu anhâ) görünce ikaz etti; “Sakın ağlama!” dedi. “Zira ben, zaferi görmedikçe ölmeyeceğim!”

Öyle ya, Hakk’a yürürken bile İslâm’ın izzetini düşünecek kadar bir keyfi­yet insanı olmuştu, İkrime (radıyallahu anh).

O gün, bir yudum suyun hiç birisine nasip olmadığı dört kişiden birisi de İkrime (radıyallahu anh) idi.

Baygın düştüğü yere, amcası ve kayın­pederi Hâris İbn-i Hişâm da getirilmişti; o da ağır yaralıydı. Gözlerinin içi gülen Hâris İbn-i Hişâm (radıyallahu anh), son demlerini yaşadığını gördüğü damadına dön­dü ve aldığı haberi paylaştı:

“Müjde!” diyordu. “Allah (celle celâluhû), bize bir zafer daha nasip etti!”

Duyar duymaz ayağa kalk­mak istediği görüldü. Ancak tâkati yoktu; yanındakilerden yardım talep ederek doğrulabildi. Pür-dikkat kesilmişti ve Huzûrda durur gibi bir hâli vardı; gözünü diktiği noktaya ba­karken, “Yâ Resûlallah!” dediği duyuldu. “Sana vermiş olduğum sözü yerine getirebildim mi? ‘Hicret süvârin’, Sana verdiği sö­zü yerine getirdi mi?”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Sayın Haylamaz, yazılarınız çok duygulu ve tesirli. Keşke kitaplaştırabilseniz, yada harika bir dizi film çekilebilir bu senaryoya. Çok güzel tasvir ediyosunuz. Böylece daha çok kitlelere yayaılır

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin