Haram kazanç hibe edilebilir mi?

YORUM | AHMET KURUCAN

(Fıkıh-ahlak birlikteliği-3)

“Fıkıh-ahlak birlikteliği” başlıklı yazıma gelen yorumlar için cevabî yazı kaleme almıştım. Okuyucu-yazar diyaloğu içine girilince çok önemli mevzuların kapısı aralanıyor. Okumaya başladığınız yazı da bunun ürünü. Zira okuyucuların ilave olarak gündeme getirdiği önemli bir konu oldu. İç içe iki soru söz konusu bu konuda. İlki, o yazıda dile getirdiğim çerçeve içinde yani sosyal yardım kesilmesin diye piyasada da iş yapan kişi sahip olduğu parayı hayır işlerinde kullanabilir, bir kısmını hibe edebilir mi? İki, hayır kurumu yetkilileri bu kazancın kaynağını biliyor ve kazancın helal ya da caiz olmadığını düşünüyorlarsa o parayı almalılar mı? Yoksa “Bizim inancımız ya da yorumlarımıza göre hibe ettiğin bu para helal değil, dolayısıyla biz senin bağışını reddediyoruz” mu demeliler?

İlk sorunun cevabı, kazancın haram olduğu ihtilafa medar olmayacak katiyette ise o kazanç hayır faaliyetlerinde kullanılmamalıdır. Nokta. Bu, bugün geldiğim nokta itibariyle şahsi yaklaşımımdır ve tam da iki yazıdır ifade ettiğim “Fıkıh-ahlak ayrımına son verelim, parçacı yaklaşım artık göstermeyelim ve ahlakın fıkhi hükümlere yansımasını sağlayalım” dediğim hususun bu mesele üzerinde tatbik edilmiş ve hüküm olarak ifade edilerek somutlaşmış halidir.

Şimdi bu satırları okuyanların zihninde bir takım itirazlar belirecektir. “Fıkıh kitaplarında böyle denmiyor. Ulemanın büyük çoğunluğu yaptığı içtihatlarda bırakın şüpheliyi haram kazanç bile olsa hayır işlerine sarf edilebileceğini ama sahibinin sevap alamayacağını söylüyor,” denilecektir. Doğru. Biliyorum böyle denildiğini. O ulemaya saygımı da koruyarak verdikleri bu içtihadî hükmü hele hele bugünkü şartlar altında, helal-haram hassasiyetinin alabildiğine zayıfladığı ortamda doğru bulmuyorum. Zira bu ve benzeri içtihadî yaklaşımlar benim değerlendirmeme göre fıkhın evrensel sabiteler diyebileceğimiz ahlaki değerlerden bağımsız sadece ve sadece şekli şartlara uygunluğu nazara alınarak yapılan içtihatlar ve verilen hükümlerdir. Ruh yoktur bu türlü hükümlerde. Sadece şekil, ceset, beden vardır. Şekil şartları hukukta çok önemli bir yer işgal eder. Kabul. Ama mesele sadece şekilden ibaret değildir ki? Ruh nerede kaldı? Ya niyet? Hani “Ameller niyetlere göredir” hadisi ve bu derin muhtevanın hükme yansıması? “Niyet sadece kişi ile Allah arasında kale alınır” mı diyeceğiz yoksa? İyi ama toplumsal hayattan, insan-insan ilişkilerinden bahsediyoruz. Yapılsa da yapılmasa da başkalarını da etkileyen sonuçlara sahip amellerden söz ediyoruz. Bunları hesaba katmayacak mıyız?

Pekala ulema bütün bütün haksız mı? Şüpheli ya da haram kazanç hibe edilse hibe sahibi sevap kazanamaz mı? Sevap dini bir kavram. Ahirette Allah’ın takdir edeceği bir mükafat olacağı akla gelir sevap denildiğinde. Dolayısıyla buna inananlar dünyada hiçbir karşılığını görmese de ahiretteki o malum-u meçhul mükafata nail olabilmek için o amelleri yaparlar. Kategorik olarak bu ameller bilinir. Bu açıdan bir boşluk yok. İnananlar neyin sevap neyin günah olduğunu neyin mükafata neyin mücazata müncer olacağının bilinci içindedirler. Ama bilinmeyen şey spesifik olarak benim, senin, onun kategorik bağlamda sevap denilen o amelden mükafat alıp almayacağımızdır. O ahirette belli olacak. Kim bilir sevap diye yaptığımız bir ameldeki niyet bozukluğu, riya ve ucb düşüncesi, menfaat ve çıkar endişesi o ameli berbat etmiş ve dünyevi düzlemde sevap kazanılacak bir amel olarak gözükse de niyetteki o bozukluk ahirette sevap almamıza engel olacaktır. Nitekim yok mu böyle hadisler? “Ne kadar cömert!” desinler diye yapılan hibelerin karşılıksız kaldığını Nebiler Serveri anlatmıyor mu ahiret tablolarını bizlerin gözünün önüne sererken.

İşte bu sebeple yani kategorik olarak sevap olan hibeyi haram kazancıyla yapan kişinin sevap alıp alamayacağı, Allah’ın vereceği hükmü bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz için yukarıda “kazancın haram olduğu ihtilafa medar olmayacak katiyette ise o kazanç hayır faaliyetlerinde kullanılmamalıdır” dedim ama kullanılırsa sevap alamaz sonucunu doğuracak “kullanılamaz” gibi keskin bir hüküm vermekten kaçındım. Bununla beraber her bir Müslüman ferdin “Haram para hayır faaliyetlerinde kullanılamaz” noktasında durması gerektiğine inancım tam. O konuda düşüncem ve durduğum yer net ve sabit.

Evet, topyekûn Müslümanlar olarak “Artık yeter!” demeliyiz. Kendi ellerimizle örüp kendimizi içine hapsettiğimiz fıkıh kalelerinden dışarı çıkmak için yine kendimizin ürettiği fıkıh-ahlak parçalanmışlığına, hile-i şer’iyye adını verdiğimiz istisnai hükümlere bir son vermeli, kurucu metinler olan Kur’an ve sünnette yer aldığı şekliyle “Dinin hayır dediğine ahlak da, hukuk da, vicdan da hayır der” noktasına gelmeli ve burada kararlı bir şekilde durmalıyız.

Aksi takdirde Batı dünyasının büyük çoğunluğunda kendini gösteren hem ferdi hem toplumsal hem de sistemik ahlaki anlayışıyla öykünmekten ya da “Biz de bir zamanlar böyleymişiz” diyerek övünmekten kendimizi alamayız. Bunların ikisi de bizi bir yere taşımaz. Aksine “Madem Batılıların böyle bir ahlaki anlayış ve uygulamaları var, senin elini kolunu bağlayan ne? Sen de uygula. Hem de Batı’da onlarla birlikte yaşıyorsun.” derler adama. Ya da “Madem böyle şerefli bir geçmişe sahipsin. İslam gibi bir dinin, Kur’an gibi mukaddes bir kitabın, sünnet gibi ne zaman nerede yaşarsan yaşa önünü aydınlatacak bir rehberin var, neden uygulamıyorsun?” derler.

İslam dünyası içindeki ahlaki erozyonun farkındayım. Üç yazıdır ifade etmeye çalıştığım fıkıh-ahlak birlikteliğini hayata taşımaya bugün başlasak bunun kitlesel bir hal alması, idari sistemlerimize yansımasının uzun zaman belki alacağının bilincindeyim. Nesiller boyu sürecek bir mücadeleden söz ediyorum ama bir yerden başlamak zorundayız. Çok geç kaldık, çok. Daha fazla geç kalmamalıyız. Zira geç kaldıkça kaybediyor, kaybettikçe geç kalıyoruz.

Hasılı şuna inanıyorum: “Haram veya şüpheli kazancımı hayır işlerinde kullanamam,” diyen bir Müslüman fert bilinci haram ve şüpheli kazançlardan uzak duracaktır. Bunu inşa etmeliyiz. İman bunu gerektirir. Ahlak bunu gerektirir. Hukuk bunu gerektirir.

Devam edeceğim…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

7 YORUMLAR

  1. Rabbim razı olsun, bu konular hatırlatılması çok önemli, yoksa yaşadığımız gibi inanmaya başlıyor ve imandaki zayıflamada çok kolay ve rahat hatta anlamadan hissetmeden gerçekleşiyor.

    Doğru konuşanı karşın milletimizin tavrı belli bu noktada sizi incitecekler diye de korkuyorum

  2. Bu güzel yazıların okumaya vakit bulamayan fakat arabada giderken dinlemesi mümkün olan kişiler için seslendirilmesini rica ediyoruz
    Sesli okunması mümkün olursa benim gibi bir çok arkadaşımın da dinleyeceğiniz garanti edebilirim
    İnsan bu doğruların her yere ulaşmasını engellemeyelim önünü açalım
    Bu talebimizi kime bildirmemiz gerekiyor bilemiyorum gerekirse telefon açıp görüşmek

  3. Değerli hocam,

    Bir solukta okuduğum yazınız için teşekkür ederim. İçtihadlarla örtüşmediğini düşündüğünüz ama kendi süzgecinizden geçirerek ulaştığınız sonuçlar başlı başına değerli. Doğruluğuna yanlışlığına girmeden söylüyorum elbette bunu. Muhakkak her tezin antitezi olacaktır, bahsettiğiniz ulema dirilip gelse, iki kelam da olsa söyleyecekleri de olacaktır. Doğru karar vermek için, meseleyi tüm boyutlarıyla ele alma zorunluluğu herşey gibi hukuk içinde geçerlidir.

    İslam Hukuku da dahil, genel anlamda Hukuki bir olay, hukuk dünyasında belirli sonuçlar doğruran olaylardır, genelde hukuki olaylar, işlem veya eylem olarak karşımıza çıkarlar, genelde dedim çünkü bazen “yapmamakta”, “cevap vermemekte” bir çeşit hukuki olaydır, zımni red rararı gibi.

    İster kamu-özel tüzel kişisi, isterse de tek başına birey yapmış olsun, bunların hukuki bir sonuç doğuran her türlü işlem ve eylemler, hukuki olay kapsamındadır.

    Kısaca, her olay bir hukuki olay değildir.

    Örneğin, bir babanın çocuğunu terbiye etmek için evladına hoşgörüyle yaklaşması bir yöntem iken, maddi-manevi şiddet uygulamadan, disiplini bir yöntem olarak seçmesi de bir başka yöntemdir, Ahlak mı hukuk mu diye bir ayrım içinde ele almak gerekirse bu terbiye olayını, babanın bu terbiye yöntemine rahatlıkla hukukun alanı içinde değildir diyebiliriz. Bu inisiyatif alanı olsa olsa ahlaka aittir. Dinimiz özelinde, Efendimizin güzel ahlakından örneklerle konuya yaklaşımı idealize edebiliriz.

    Ahlaka dair pek çok mesele, hukuk dünyasında bir sonuç doğuran olay değildir demiştim. Bununla birlikte, elbette, Ahlakın ele aldığı bir mesele, hukuk dünyasında hakkında düzenlemeler yapılmış, bir işlem veya eylem de olabilir.

    Peki şunu hiç düşündünüz mü, Ahlaken yapılmasını gerekli gördüğümüz bir davranış, hukuken yanlış kabul edilip, bir başka şekilde düzenlenebilir mi, üstelik hakkaniyete uygun olarak düzenlenebilir mi?

    Bunu mevzu hukuk, batı hukuku değil, İslam Hukuku kapsamında da ele almanızı istiyorum üstelik.

    Dikkat ederseniz, cesurca şundan bahsettim, Ahlaki sandığımız bir eylem, hukuken adil olmayabilir.

    Bu nedenle, şunu söyleyebilirim, Ahlaken çoğunlukla uygun olmakla birlikte, ahlak ile hukuk zaman zaman çatışır.

    Burada temel nokta, Ahlak kelimesinin tabir caizse bardakta durduğu gibi durmamasıdır. Ahlak çok soyut bir kavram. Vicdanda öyle. İnsanların ahlakları ve vicdanları ile yaptıkları eylemler, ulaştıkları sonuçlar, adil olmayabilir.

    Soyutlamalardan somuta dönmek istiyorum.

    Bakınız, örneğin cinsel taciz olayı.

    Yargıtay içtihadlarında sık sık karşılaşılan ve erkeğin hapse girmesiyle neticelenen bir durum var.
    Bir kadın, bir erkeğin kendisine tacizde bulunduğunu söylemesi durumunda, yürürlükteki hukuk şu noktaları önemser.

    Bu kadınla adam arasında daha önceden husumet varmıydı?
    Kadının samimi beyanları, anlatımı olay örgüsüne uygun mu, tutarlı mı?

    Eğer bu şartları sağlamışsa, en azından Türkiyedeki uygulanan mevzu hukuk kapsamında söylersem,

    İspat mükellefiyeti, bu durumda iddia sahibinden alınıp, erkeğe yöneltilir.

    Yani, bir kadın, bir erkeğin kendisine taciz ettiğini söylemesi ve bunu samimice ve mantığa uygun bir şekilde beyan etmesi karşısında bunun doğru olduğu kabul edilir. Aksini ispat etmesi, bunun doğru olmadığını ispat etmesi erkekten istenir.

    Erkek tacizde bulunmadığını ispat etmesi gerekir.

    “Müddei iddiasını ispatla mükelleftir” burada tersine döner.

    Peki, sorum şu, sizce neden hukuk, bunu böyle kabul etmiş, yeni düzenlemelerle?

    İlk aklımıza gelen sebep şu, durup dururken bir kadın neden söylesin ki bunu.

    Nitekim, Yargıtay İçtihatları da bu konuyu aynen böyle ele alıyor, bir Türk kadınını, kendini durup dururken zor durumda bırakacak, onurunu, namusunu ilgilendiren bir konuda, böyle bir iddiada bulunmaz. Türk kadını, kültürü, kadın psikolojisi üzerinden bir değerledirmeyle ulaşıyor.

    İslam hukuku yönüyle değerledirmeleri size bırakmakla birlikte, bu yorumu okuyan arkadaşlara, dostlara sorum şu.

    Sizce yukarıda bahsettiğim olaydaki hukukun değerlendirmesini AHLAKİ buluyor musunuz?

    Ahlaki buluyorsanız neden, hukukin kararını doğru buluyorsanız neden?

    Aklı başında bir kadın, daha önce hakkında böyle bir şey iddia edilmemiş aklı başında bir adam hakkında tacizde bulundu diye iddia etmesi durumunda, ortada en ufak bir şahit, ses kaydı, görüntü, vb anlatımlarla ispat yokken, ama samimi, içten ve tutarlı bir şekilde iddaasını anlatıyorsa, zaman mekan örgüsüyle bunlar örtüşüyorsa, sadece, kadının tutarlı samimi beyanları esas alınarak erkeğin suçlu sayılması, sizce Ahlaki midir.

    Değerli Hocam, çarpıcı olsun diye verdim, Ahlak ile Hukukun ve inanıyorum ki İslam hukukunun ulaştığı sonuçlar her zaman aynı yönde olmayacaklardır.

    ŞİMDİ TÜM BU YORUMU OKUYAN ARKADAŞLARDAN VE SİZ DEĞERLİ HOCAM ELBETTE SİDEN DE ŞUNU RİCA EDİYORUM.

    Size, bir önceki yazınıza yorumumda,

    Bir meseleyi insanın ahlakı ile değerlendirmesinin, hukuki değerlendirme ile aynı olamayacağını söylemiş ve bir soru sormuştum. Bu soruma, insanların cevap vermesini bekledim. Verecekleri cevap üzerinden iddamı ispat etmek istemiştim. Ne yazıkki 1 kişi cevap verdiği için, maksat hasıl olmadı.

    Tekrar edersem, basitçe bir soru yöneltmek istiyorum?

    Konu taciz gibi bir konu da değil. Basit bir olay. Bu soru başınıza gelse, nasıl davranırsınız?

    Bir arkadaşınız geldi bisikletinizi sizden ödünç istedi ve sizde arkadaşınıza bisikleti ödünç verdiniz. Ancak o arkadaşınız gitti o bisikleti bir başkasına sattı. Daha sonraki günlerde siz bisikletinizi yolda sürerken adam gördünüz ve dediniz ki bu bisiklet benimdi. Adam ise bu bisikleti satın aldığını asla vermeyeceğini söyledi.
    Sorum şu bisikleti alabilir misiniz?

    Hukuk diliyle basitleştirirsem;

    A, arkadaşı B ye bisikletini ödünç verir. B de gider bu bisikleti C ye satar. A, C nin bisikletini sürdüğünü görüp kendisinin olduğunu söyleyince, C bu bisikleti, B den satın aldığını, asla vermeyeceğini söyler.

    A, C den bisikleti alabilir mi o an, C vermeli midir bisikleti.

    Bu soruya verilen cevaplar üzerinden, ben Hukuki cevabı vermek istiyorum. Bu nedenle, Türk Borçlar Hukuunu bilen, hukuk nosyonu olan kişiler değilde, bunların dışıda olan, herkesin ve hatta ilahiyatçılarında bu soruya cevap vermesini istiyorum.

    Sizce böyle bir durumda nasıl davranmanız gerekir, öğrendiğiniz ahlaki geçmişiniz, size doğru olanın ne olduğunu söyler, o bisikleti almanız hakkınız mıdır o an, değil midir, alabilir misiniz, hiç mi alamazsınız, nasıl alabilirsiniz?

    Diyeceğim şu ki, şaşırtıcı şekilde Ahlak ile Adalet birbiriyyle kavgaya bile tutuşabilir. Yorumlardan da farklılığı göreceğimizi şimdiden söylemeliyim.

    Değerli hocam, farklı bir boyutta gitsin yazılarıız böyle, gayet hoş keyif alıyoruz.

    Leonardo da Vinci nin bir sözü ile bitirirsem,

    Hayatta 3 grup insan vardır
    1)Görenler
    2)Gösterildiğinde görenler
    3)Görmeyenler

    Gösterildiğinde görenlerden sayıyorum kendimi, zira kendi donanımımla sizin yaklaştığınız olaya ben başka konularla da destek, katkı ve bazen antitezle cevap verdiğimi görüyorum içimden.

    Bunu siz küçük bir mihenk alınız.

    Ahlak deyip geçmeyelim değerli hocam o nedenle.

    Bugün onca yıl eğitim almış ilk derece mahkemesinin Tek hakiminin verdiği kararı, üç hakimden oluşan bir üst derece mahkemesi bozuyor, sonra bir bakıyorsunuz o kararı da bir üst derece mahkemesi komisyonu bozuyor ve hatta öyle olaylar oluyor ki, hem Danıştay, hem Yargıtay cephesinden olsun, yani hem idari hem cezai, mali nitelikte olsun, 4. aşamada ilgili içtihad kurulunun kararı olmadan olaya ADİL bir çözüm getirilemiyor.

    Dinin özü, şahsi muamelattır çoğunlukla elbette, ama değerli hocam, işte bu sosyal hayatın, ekonomik, mali hayatın içine girince meselenin bambaşka yönlerinin olduğunu da hatırlatmak muradım benim.

    21. yüzyılda siyasal, sosyal, ekonomik, mali, ticari, finansal hayatın içinde olan gerçekleri karşısında, elimize aldığımız soyut bir AHLAK kelimesinin çözüm getirmeyeceğini iddia ediyorum o nedenle. AHLAK bir anahtardır, ama onun maymuncuk olduğu dönemler geride kaldı malesef, şimdi spesifik her olayın, durumun enine boyuna düşünülüp tartışılması gerekiyor ki, en sonunda Ahlaki veya değil densin.

    Dikkat edin hukuki demiyorum. Hukuk dünyasında herşey zaten ortada. Ve şöyle bağlayım.

    Ahlak ama Hangi ahlak?

    Yukarıda yazdığım iki örnekteki soruya (cinsel taciz ve bisiklet sorusu)

    verilen cevapları görelim ve ahlakla verilen cevapların nasıl birbirinden farklı olduğunu müşaahede edelim.

    Değerli Hocam, madem girdik Ahlak hukuk ilişkisine..

    Bu konularda zihin yakıcı sohbetlere ihtiyacımız var. Buyurun siz başlayın, biz okuyucularınızmuhakkak arkanızdan geleceğinz.
    En kötüsü ben olarak, gösterilince görenlerden olarak, emin olun faydası olacaktır.

    Niyet hayır olsun, akıbet hayır olsun.

    Teşekkür ederim.

    • Bisikletli sorunuza cevabım: Hukuki yönünü bilmiyorum ama ahlaken C kişisi A kişisine bisikleti vermek zorunda değil. Eğer verirse ahlaken daha güzel bir şey yapmış olabilir ama vermezse de ahlaka aykırı bir davranış sergilemiştir diyemeyiz. Tabi bunu C’nin o bisikletin A’ya ait olduğunu yüzde yüz veya ona yakın bir kesinlikle bildiğini varsayarak söylüyorum ki gerçek dünyada bu kesinlikte bilmek bile çok zor.

      Bu arada şunu fark ettim, bazı yerlerde Ahlak ile Adalet çatışabilir demişsiniz ama adalet kavramı ile ‘hukuka uygunluk’ kavramını bir tutmuşsunuz. Bana göre ahlak ile adalet çatışmaz çünkü adalet ahlakın bir alt şubesidir. Adalet ile kanunlar veya hukuk çatışabilir çünkü ikincisi insan yapımıdır.

      Ahlakın çok soyut bir kavram olduğu fikrine de katılmıyorum. Adalet ahlakın bir alt şubesi olduğundan adil olmak ancak ahlaklı olmaktan geçer. Kanunlar da adil insanlar tarafından oluşturulmalıdır; yani aslında ahlaklı insanlar tarafından oluşturulmalıdır. ‘Kime göre neye göre ahlak’ diye sorup ahlaki rölativist bir tavır sergilediğimizde o zaman Allah’ın çizdiği sınırlar bizim için belirsiz hale gelir. Oysa muhteşem bir ahlak vardır ve bu ahlak da Peygamberimiz (s.a.v) tarafından temsil edilmiştir. Elbette ki her zaman nüanslar bulunacaktır ama sonuçta biz genel çerçeve içinde kalıp o muhteşem ahlaka yaklaşabiliriz. Eğer ‘ahlak çok soyut’ dersek yaklaşma motivasyonunu da ortadan kaldırmış oluruz ki bunun insanlığa hiçbir faydası yoktur. Machiavelli’den bu yana gelen bir ‘amoralleştirme’ hareketi var hayatın her alanında ve bu hareket yüzyıllardır tüm dünyaya çok zarar veriyor. Örneğin Machiavelli ‘Siyasette ahlaki davranış sergilemek yerine konjöktüre bağlı olarak hareket etmek gerekir’ demiştir, yani siyaset ile ahlakı iki ayrı alan olarak görmüştür. Oysa ondan önce siyaset ile ahlak bir arada görülüyordu, hatta bizim siyasetnamelerimizde yöneticilere erdemli olmak ile alakalı öğütler veriliyordu çünkü iyi bir yönetimin ahlaklı bir yönetici sayesinde olacağı düşünülüyordu. Ahlakı bir şeylerden koparma hareketi her alana sirayet etti ve günümüzde çokça gördüğümüz ‘ahlaki rölativizm’i ve ‘hakikat yoktur, her insanın kendi inşa ettiği gerçekler vardır’ (sosyal inşacılık) anlayışını doğurdu. Bunlar da bizi hakikatten uzaklaştırdı. Örneğin en dindar siyasetçiler bile artık ahlaka ve dine aykırı şeyler yapıp ‘Siyaset böyle bir şey, oyunu kuralına göre oynamalıyız’ diyor.

      Bence siyasette de hukukta da çocuk yetiştirmede de insan ilişkilerinde de iş hayatında da her şeyde Peygamberimiz (s.a.v) ve O’nun en iyi takipçileri tarafından temsil edilen ahlak gerekir; ahlak, sanıldığı kadar soyut ve belirsiz bir kavram değildir. Ama bu son birkaç yüzyılın dominant düşüncesi ahlaki rölativizm olduğu için biz de onu doğru kabul etmeye şartlanmışız.

  4. Allah razı olsun.. altını çizelim..
    “Dinin hayır dediğine ahlak da, hukuk da, vicdan da hayır der” noktasına gelmeli ve burada kararlı bir şekilde durmalıyız.
    İnşallah muvaffak oluruz

    • Rasim bey, vicdanınızla, ahlakınızla, aşağıdaki soruyu cevaplar mısınız. Sizce DOĞRU olan, ADİL olan nedir? Böyle bir olay size gelse ve siz hakem olsanız, nasıl karar verirsiniz. Aşağıdakine ekleyebilirsinizde kendi düşüncenizi ayrıca fazladan.

      (Bu sorunun bir cevabı var elbette, ama ben Ahlaktan bahsedildiği, Ahlakın, vicdanın, en ötesi ona temel olan insan aklının çuvallayacağını göstermek için bu soruyu sordum. Bu sorunun orjinali ÖSYM tarafından sorulmuştur. Orjinalini, daha hukuku şekilde olanı da cevaben atabilirim sonunda. Buyurun bakalım, Ahmet hocanın dediği Ahlak, vicdan bu konuya ne cevap verecek) Sizce cevap hangisidir?

      A, arkadaşı B’ye saatini ödünç verir. B, saati bir süre
      kullandıktan sonra iyiniyetli C’ye satar ve teslim eder.
      Bu olay ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?

      Seçenek-1)A, C’den o an saati alamaz. C’nin geri vermesi için, geri
      verme davasını açabilir C aleyhinde. Saat, bu dava neticelenene kadar C de durmalıdır.

      Seçenek-2) A, C’den o an saati alır. Kendi rızası dışında saati aldığı için ayrıca tazminat hakkı talep hakkı vardır C’den.

      Seçenek-3) A, C’ye karşı taşınır davası açar, ancak o an saati C den alamaz, saatini geri bu dava sonunda
      alabilir ancak A, ancak bu süre içinde C de geçen süre için kira/tazminat talep edebilir.

      Seçenek-4) A, C den saati alamaz, saatin mülkiyeti artık C olmuştur, kira, tazminat vb birşeyde isteyemez.

      Seçenek-5) Saat C nin mülkiyetindedir artık, A alamaz, Ancak saatin bedelini A, C den ister ve C vermelidir A ya.

      Seçenek-6) A, C’ye karşı istihkak davası açarak saati geri alabilir, çünkü C saati bir bisiklet dükkanından değil, bir şahıstan almıştır.

      Seçenek-7) Eğer C saati 1 yıl boyunca kullanmış ve ancak 1 yıl sonra A saati görmüş ve istemişse, A saati alamaz, ancak 1 yıldan önce görmüşse, A, C den saati alabilir.
      saatin mülkiyetini kazanır.

  5. Sayın hocam fıkhı hükümlerde ahlâkilik ilkesini genellediginizde konjonkturun getirdiği sorunları aşmada problem yaşanıyor.turkiyede cemaat iltisakı dolayisiyla gözaltına alınananlarin kendilerine yöneltilen suçlamalar ve sorular karşısında bir başkasının hakkına hukukuna girmemek için tanımıyorum bilmiyorum diyerek cevap vermeyi nasil degerlendiricez ahlâkî ve hukuki acıdan. Sorulan sorulara doğru cevaplar verilmesi bildiklerimizin anlatılması halinde de oluşan kul hakkını nasıl degerlendiricez.kisaca her durum içerisinde ahlak ve hukuk birbirinden ayrılamaz ilkesi uygulanması halinde de ahlâkî davranılmış olur mu?Selamlar.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin