Gariplerin bayramı

Okur Görüşü | Abdullah Gök

Eyvah, eyvah, Sakarya’m, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!..

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

Öz yurdunda garip kalanların, ailesinden uzakta  kaç bayram daha diyenlerin, derin sularda yol alırken şehadet şerbeti içerek, can dedikleri cananlarını kaybedenlerin, zalimin zulmüne boyun eğmemek için sığındıkları hicret beldelerinde hayata tutunmaya çalışanların, bin bir türlü zorlukla bulundukları yerde hizmetlerine devam etmeye çalışanların veya bir medrese diyarında 4 metrekarelik alana 4 hatimden başka bir şey sığdıramayanların, bayramı da garip.

Nefsin bağlarından kurtulup,  nazarları zeval olmayacak nimetlere göz diktiğinde başlamıştı esasen bayramlar garip olmaya, bin bir başlı zalim bir kartala karşı “Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-i Kur’aniyeye feda olan bu baş size eğilmeyecektir” diyerek zulmün yanında olmamak adına başkaldıran üstad gibi, masum bir kanaryanın  parçalanma pahasına “ben yolundan dönmezem” nağmesini söylemekti bayramlar.

Zulme rıza gösterenlerin vicdanlarıyla baş başa kalakalmalarını seyredip, derya sanılmasına rağmen topuğa bile gelmeyen sularda boğulan insanları görmenin hüznüydü bayramı garip yapan ve kâğıttan kanatlarla göklere pervaz edeceğini sananların, bataklığa saplanıp, ibreti âlem olmasını görüp sonlarının yine kendinden olacağını görebilmekti.

Bir kez daha zalim kendi zulmünün  esiri olmuş, kendini saldırganlığa mahkûm etmiş, kendi ağzıyla çağırdığı bela ve musibetlerin nesnesi olmuştu. Zulme boyun eğmeme adına günümüzün Habilleri olmayı seçmişti garipler. Öz yurdunda garip kalanlar için bir bayram daha mahzun geçerken düşüncelerde, dillerde, gönüllerde hep: “müjdeler olsun gariplere!” Hitabının muhatabı olmak vardı. Duydukça değil sustukça ölüyorlardı. Efendimizin “Hayâsız  olduktan sonra istediğini yap!” Diyerek anlattığı hayâsız zalimler uzanmıştı  masum hayallere ve gönülleri bir melek gibi saf ve temiz, dilleri de heyecanlarının sadık bir tercümanı olan gariplerin bayramını bir kez daha zehir edebilmişti. Tevbe suresinde tasvir edilen “yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına”  saltanatlarını kurmuş olanlar bayramlarını bayram ededursun, gariplerin dilinde Alvarlı Efe Hz.lerinin

Hüzn-ü keder def ola
Dilde hicap ref ola
Cümle günah af ola
Bayram o bayram ola…. dizeleri vardı. Bu bayramda da  bir kez daha sabır, bir kez daha bekleyişler,  bir kez daha sürgün, bir kez daha gariplik düşmüştü onların payına. Öz yurdunda gurbeti yaşayanlar yahut  gurbet içinde gurbet yaşamak zorunda kalanlar  “dinini bir oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatı kendilerini aldatanlar.” (En’am, 70) arasında olmama saadetini yaşayarak gurbet içinde gurbet ellerde bayram yaşıyorlardı.

Kurban bayramıyla adı bir anılan ve bu kutlu günde canından can olan Hz İsmail ile imtihan olan Hz İbrahim’e benziyordu gariplerin hikâyesi. Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in eliyle Kâbe’yi inşa ettirmeyi ve Hz Hacer ile zemzem suyunun çıkmasını murat buyurmuştu Rahman ve Hz. İsmail’i boğazlamakla imtihan edeceği babasını, önce ondan ayrı düşürmek ve kendisine ayrılık derdiyle yaşayacağı büyük imtihana hazırlamıştı. Gariplerden bazıları da kimi zaman gurbet ellerde, kimi zaman uzak diyarlarda bırakarak ailelerini, sığınmışlardı Habeş diyarlarındaki Necaşilere. Hz. İbrahim’in, beraberindeki Hz. İsmail ve onu henüz emzirmekte olan annesinin yanına  bir  su tulumundan ve birkaç hurmadan başka bırakacak bir şey bulamadığı gibi, gariplerin de ayrılırken bırakacak  dünyalıkları olmamıştı hiç. Hz İsmail`in annesi, İbrahim`in peşine düşüp  “Ey İbrahim, bizi burada, hiçbir insanın hiçbir yoldaşın bulunmadığı bir yerde bırakıp nereye gidiyorsun?” diye seslendiğinde biliyordu ki (Rabbimiz bizi korur), bizi burada perişan etmez!”

Vaveylalar arasında duyulan nidalarda “Zayi ve helak oluruz diye korkmayın! Zira rabbinizin burada bir Beyt`i olacak ve bunu da şu çocuk ve babası bina edecek. Allah o işin sahiplerini zayi etmez!”  Sesleri duyuluyordu  ve su serpiyordu Hz Hacer’in ve diğer Hacerlerin  yüreğine.

Hz İbrahim rüyasında emrolduğu vazifeyi yerine getirmeyi göze alıp, evladından vazgeçince gelmişti semalardan müjde ve kurbanlık koç mükâfatı inmişti yeryüzüne. Yeryüzünü mülk edinmeyip rüyalarda görülen müjdeyi arayan gariplerde candan canandan vazgeçerek güneşin gezdiği tüm diyarları hedef edinmişlerdi kendilerine ve o kutlu mesajı iletme gayesinin heyecanıyla dolmuştu sineleri fakat Hz Hacer olup zemzeme kavuşmak için önce uzak yoldaki  zulüm menzillerinden payını alarak ilerlemek vardı kaderin çizdiği yolda.

Bediüzzaman’ın Mektubat’ta, “Nihayet derecede alçaklığa düşmüş vicdanlar. Bilerek dinini dünyaya satanlar. Bilerek hakikat elmaslarını pis, muzır şişe parçalarına (saraylara, mevkilere, alkışa…) değiştirenler. Münafıklığa girmiş insan suretindeki yılanlar.”  diyerek tasvir ettiği zalimlerin zulmü sona erince, zulme uğrayan masum gönüllerin barış ve selamete kavuştuğu gün  gariplerin bu dünyadaki gerçek bayramı olacaktı. Firavunun düşmanlarının  ellerini ve ayaklarını çapraz olarak kestirmesine mukabil, işini, ailesini, vatanını, hürriyetini kaybedenlerin yüzlerinin tekrar güldüğü gün, birbirinden cebren ayrılmış veya uzaklaşmak zorunda bırakılmış anne baba ve çocuklar birbirine kavuştukları zaman bayramlar gerçek bayram olacaktı.

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek? (Necip Fazıl Kısakürek)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin