Eski Türkiye’yi özledim galiba

YORUM | HAKAN YEŞİLOVA 

Böyle bir özlemim olacağı hiç aklıma gelmezdi.

Benim ve jenerasyonum için hayatımıza yön verdiğimiz en önemli yıllardı 1980’lerin sonu ve 90’lar. Birçok zorluğuna rağmen mutluyduk, ideallerimiz vardı; ümitliydik. Siyah-beyaz ekranlar renklenmiş, TRT’nin yanına alternatif sesler eklenmiş, çikita muz ve kivi manavlarımıza girmiş, Galleria ve Capitol’lerle modern dünyaya ilk adımlarımızı atmıştık. Galatasaray ile Avrupa kupalarında tur atlıyor, İngilizce konuşabilen başbakanlarımızla Batılı ülkelerle müzakereler yapıyor, Doğu bloku ülkelerinden müşterilerin Laleli’ye akın etmesiyle tekstil ihracatımızı zirveye taşıyorduk.

Teknik adamlarımız ve en kritik futbolcularımız yabancıydı, ama olsun! On bir oyuncudan sekizi yerliydi en azından. Ruslara valiz ticaretiyle sattığımız ürünlerin kalite standardı tartışılabilirdi, ama olsun! En azından giyilmeyecek kadar kötü olmamakla birlikte Türk işadamları bu şekilde yurtdışına ilk adımlarını atıyordu. Özel TV kanallarımız Televole’lerle doluydu, ama olsun! En azından artık tek sesli değildi medya; farklı fikirler tarihimizde hiç olmadığı kadar duyulabiliyordu.

Hayata kendi çapında bir mefkure belirlemiş gençler için bu gelişmeler milli (!) komplekslerimizi aşabilmek adına birer ümit pırıltısıydı. Gözlerimizi kamaştıran bu sathi gelişmelerin yanında Hizmet’e gönül vermişler için daha reel bir motivasyon kaynağı vardı: Artık sadece teknoloji tarihi müzelerinde görebileceğimiz Aiwa ya da Sony marka walkmanlerimize taktığımız – yine artık mazide kalan – 90’lık ya da 60’lık kasetlerden cami kubbelerinde yankılanan lahuti sesi dinliyor, adeta ruhta bir diriliş yaşıyorduk.

Kasette duyduğumuz kişinin adını belki çoğumuz bilmiyorduk bile. Birçoğumuz için o sadece Hocaefendi idi; çünkü 80’lerin uzunca bir bölümünde sürekli takibat altında yaşamış, devletin zorba eline düşmemek için sürekli yer değiştirmek zorunda kalmıştı. Birçoğumuz için onu fiziki olarak görmek şöyle dursun, gerçek ismiyle bile tanımak mümkün değildi, çünkü eserlerini mahlas isimlerle yayınlayabiliyordu ancak. Sızıntı’nin başyazarıydı, ama imzasızdı. Ama olsun! Yine de kasetlerine ulaşmak mümkündü ya, Sızıntı yayınlanıyordu ya! Ve zaten önemli olan isimler değil, mesajın kendisiydi.

Şartlar daha sonra biraz daha rahatlamış, Hocaefendi vaazlarına tekrar başlayabilmişti. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’yla birlikte Hocaefendi’yi canlı yayınlarda görmek mümkün olmuştu. Ama sonuçta kendisi bir din adamıydı. O günlerde böyle bir din adamı kimliği ve onunla irtibat potansiyel olarak “irtica” tehdidi demekti. Üniversitede talebeyken gönüllü olarak çalışmakla müşerref olduğum dershane, mürteci olarak yaftalanmasın ve hukuki bir takibata maruz kalmasın diye kendisinin ismini anamazdık, sorular geldiği zaman konuyu değiştirir, esas işimiz olan eğitimden dem vururduk.

Türkiye birincileri çıkardığımız zaman bile göğsümüzü gere gere bu eğitim hareketinin ilham kaynağı olan ondan ve ona karşı muhabbetimizden bahsedemezdik. Ama olsun! Yine de okulumuz açıktı; talebeler kayıt olabilmek için birbiriyle yarışır, Hizmet’e gönül vermiş mütevelli de daha çok dershane ve yurt açmak için finansman arardı.

Mezun olduğumuz erkek lisesi Hocaefendi’nin teşvikleriyle açılan bir okul olduğundan fakültedeyken ismini anacak olsak bakışlar üzerimize çevrilirdi. İstanbul Erkek Lisesi’nden gelen arkadaşlarımız göğsünü gere gere mezuniyetini söylerken, biz “erkek” lisesi olduğunu belirtmez, mahallemizdeki düz bir liseymiş gibi anlatır geçerdik kendimizi tanıtırken. Aksi halde, “Ne demek yani, bu devirde erkek-kız ayrımı mı kalmış ki! Sizinkisi dinci bir okul mu yoksa?” soruları peş peşe gelir, “İlericiliğin beşiği bir müessesede bu mürtecinin ne işi var?” şeklinde tevil edebileceğiniz bakışlara maruz kalır, dediğinize diyeceğinize pişman olurdunuz. Çağdaş yaşamı desteklediğini savunan birtakım vakıflar burs başvurularınızı kabul etmez, kastettikleri hangi çağdaşlıksa, onu benimsediğinizi başörtünüzü çıkararak ispatlamadıktan sonra zinhar kapılarından içeriye almazlardı.

Ama olsun! Yine de kimse sizi üniversiteden atmaz, lisenizi kapatmazdı. Maklube yemeye, sohbetinize, ya da istediğiniz kitabı okumaya devam ederdiniz.

En fazla Cumhuriyet devriminin faziletleri üzerinden tahşidata maruz kalır, “biz de Müslümanız” nev’inden reddiyeleri ve gericiliğin nasıl bir örümcek kafalılık olduğuna dair buyurgan nutukları dinler dururdunuz. Yine de yurtta bir arkadaşınızın odasında fazla dikkat çekmeden namazınızı kılar, derslerinize devam edebilirdiniz.

Kullandığınız kelimelerden dolayı kategorize edildiğimiz yıllardı 90’lar. “Olanak” yerine “imkân” dediğiniz için ikaz edilir, puanımız kırılırdı, ama hakarete maruz kalmazdık. “İmkân” kelimesinden hilafeti yeniden dirilteceğimizi nereden uyduruyorlardı hala anlayamıyorum, ama sizlere acıyarak bakan hocanızın gözlerinin irisinde o korkuyu görmek mümkündü.

Ama olsun! Yine de o zamanlar maziden tevarüs ettiğimiz dil mirasımızdan misaller kullandığımızda saygı duyan da az değildi. Kullandığımız bazı kelimeleri anlamasalar da sırf o kelimelerden dolayı “hoca” kabul eder, “okumuş çocuk” filan derlerdi.

Bugüne bakınca, çikita muz eskisi gibi kilo kilo alınamıyor, ama olsun! Tane tane alınabiliyor hala. Walkman filan kalmadı, ama olsun! Youtube’da yasaklı olmayan bütün havuzcuları dinlemek mümkün. Laleli’de – aslında bütün ticaret kalemlerinde – in-cin top oynuyor, ama olsun! Futbol takımlarımızda top oynayan bir-iki Türk oyuncu var hala. Takımlarımızın Avrupa’da bir iddiaları yok, ama olsun! Ligimiz biz bize devam ediyor hala.

Yabancı dil bilen başbakan sorunu ise başbakanlık makamı komple kaldırılarak kökten halledildi. Televizyon kanalları da çok sayıda var halen; mehter marşından daha milli bir ambiyans oluşturabilirseniz siz de ekrana çıkabilirsiniz. Galleria’nın ise yıkılıp yerine bol rezidanslı yeni bir kompleks inşa edileceği haberleri var internette.

Bütün bu yıkılmalar arasında, tuğlasına toz kondurmayacağımız, dine ve dindara cibilli düşman birilerinin zulmüne uğramasın diye üzerlerine titrediğimiz okulumuz, dershanemiz, kendilerini dindar olarak tanıtan birileri tarafından ganimet olarak gasp edildi ya da birilerine peşkeş çekildi. Başta Hocaefendi’nin olmak üzere, bütün eserlerimiz — Kur’an mushafları, tefsir, hadis kitapları dahil — terör delili sayıldı. Tarihten tevarüs edilmiş mukaddes ne varsa inşaat ihalelerinin harcına katılıp harcanıp gitti. “Okumuş çocuklar” akademiden, medyadan, bürokrasiden ve sivil hayattan silindi; kimileri gurbette, kimileri içeride.

Eskiden dindarlara en fazla gerici, mürteci olarak bakanlar artık din kelimesini duymak bile istemiyorlar. Aslında biraz derin düşünen dindarlar bile deizme kaydı kayacak. Dini temsil ettiğini söyleyenlerin tıyneti buysa, inandıklarını iddia ettikleri dinin değerler manzumesi insanlara nasıl bir saadet vaat edebilir ki? Din ve inanç hiçbir zaman bu kadar ayaklar altına alınmamıştı daha önce.

Başörtülüler mi? Ha onlar artık daha serbest üniversitelerde. Maklube yiyenler hariç! Hamdolsun, hapishanelerimiz onlar sayesinde hiç olamayacağı kadar nezahetle ve masumiyetle doldu, taştı. En kötüsü de artık sofralarımızdan kaldırılan maklube’ye oldu. Ama olsun! Yakalayabilene çay var!

Gel de 90’ları özleme. 28 Şubatına rağmen…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin