Erdoğan’a ‘diktatör’ diyen adamı tanıyalım

YORUM | YAVUZ ALTUN

İtalya Başbakanı Mario Draghi dün bir basın toplantısı sırasında AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Türkiye ziyaretinde “aşağılandığını” anlatırken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a da açıkça “diktatör” dedi.

Malumunuz, Avrupa Birliği’ni temsilen Ursula von der Leyen’in yanı sıra Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel de Ankara’ya gelmiş, ikili Erdoğan’ın sarayında ağırlanmışlardı. Ancak bir “kanepe krizi” patlak verdi. Protokole göre üç liderin “eşit seviyede” oturması gerekiyordu fakat Erdoğan ve Michel (iki erkek) yan yana koltuklarda otururken, von der Leyen’e (bir kadın) Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun karşısında bir kanepe uygun görülmüştü. Şaşkınlığı kameralara da yansıdı.

Dün Avrupa (sosyal) medyasının gündeminde bu görüntüler vardı. “Sofagate” ismi verilen skandal özellikle Angela Merkel’in yakın arkadaşı von der Leyen’in imajına ciddi bir darbe vurdu. Ankara, topu Avrupalı protokol sorumlularına atarak sıyrılmaya çalıştı.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

İşte bu hengamede İtalyan başbakanı da basın toplantısında bu konuyla ilgili bir soruya muhatap oldu. Reuters’in aktardığına göre, verdiği cevap şöyle: “Erdoğan’ın Başkan von der Leyen’e karşı davranışına kesinlikle katılmıyorum. … Uygun bir davranış değildi ve von der Leyen’in karşılaştığı aşağılanmadan ötürü çok üzgünüm. … Bu gibi kimselerle, onların ne olduklarını da söyleyelim isterseniz, yani diktatörlerle bir şekilde işbirliği yapmak zorundayız ama farklı vizyon ve düşüncelerimizi ifade ederken de açık konuşmalıyız.”

Mario Draghi’nin bu sözleri tabi Ankara’da küçük çaplı bir deprem etkisi uyardı. Hemen İtalyan büyükelçi dışişlerine çağırıldı, Saray’ın yardakçıları sosyal medyada “dik duruşlar” filan sergilediler. Gene en “sivri zekâ” çıkışı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’dan gördük. Neymiş, İtalya’nın “atanmış” başbakanı, yüzde 52’yle seçilmiş Erdoğan’a “diktatör” diyemezmiş.

Ülkemizde Draghi’nin pek tanınmamasını normal karşılıyorum. Altun’un meseleyi hiç anlamaması ise daha da normal, çünkü tam da bu sebeple o makamda oturuyor. Ama İtalyan halkı da pek tanımıyor 73 yaşındaki Draghi’yi. Ocak ayının sonlarına doğru eski Başbakan Giuseppe Conte istifa ettiğinde, ismi yeni başbakan olarak konuşulmaya başlayınca, İtalyanlar Google’a girip Draghi’nin “sağcı mı solcu mu” olduğunu aratmışlar harıl harıl. (Kendisini “sosyalist liberal” olarak tanımlıyor ve şu anda ABD’de Hazine Bakanı olan Janet Yellen’le benzer görüşlere sahip olduğu biliniyor.)

Oysa kendisinin Avrupa finans ve siyaset çevrelerinde hatırı sayılır bir yeri vardır. 2011 yılında Avrupa Merkez Bankası (ECB) başkanlık koltuğu boşalınca, Financial Times ve The Economist gibi önemli gazeteler, Draghi’nin bu görev için en iyi aday olduğunu yazmışlardı. O sıralarda İtalya Merkez Bankası başkanıydı ve Avrupa genelinde bir borç krizi yaşanıyordu.

Hatırlarsınız, 2009’da Yunanistan borçlarını ödeyemeyeceğini ilân etmiş, onu Portekiz, İtalya, İrlanda ve İspanya gibi ülkeler izlemişti. Birçok ekonomist Euro rejiminden çıkılması gerektiğini yoksa bu krizin domino etkisi yaratarak kıtaya yayılacağını söylerken, 2011’de ECB başkanı ilân edilen Draghi şu meşhur “Ne gerekiyorsa yapacağız,” konuşmasını yapmış ve piyasalara zor durumdaki ülkelerin kurtarılacağı konusunda “güven” vermişti.

Bazıları Draghi’yi bir ekonomistten çok bir politikacı gibi davranmakla suçlasa da, “Euro’yu kurtaran adam” lakabı bir kez yapışmıştı üstüne. Ama bu olmasa bile, babası da İtalya Merkez Bankası’nda yöneticilik yapan ve MIT’den ekonomi alanında doktora alan — ki burada Nobel ödüllü iktisatçı Franco Modigliani ile çalışmıştı — ilk İtalyan olan Draghi’nin ülkedeki en yetkin ekonomist olduğu ortada.

İtalyan siyaseti “teknokrat” icracılara alışkın. 1993’ten bu yana, Draghi de dâhil olmak üzere, tam dört kez parlamento dışından bir başbakan atandı. Hepsinin ortak özelliği ekonomiden anlamaları ve “bağımsız” figürler olarak görülmeleri. Ülkede bir krizin ayak sesleri duyulduğunda yahut siyaset çıkmaza girdiğinde, sürekli seçimler yaparak ülkeyi istikrarsızlaştırmak yerine, kısa süreli teknokrat hükümetleriyle işleri yoluna koymaya bakıyorlar. Ayrıca siyasi partilerin kurduğu hükümetlerde de “uzman” teknokratlar bakan olarak boy gösteriyor. Son iki hükümetteki bakanların yüzde 20’si parlamento dışındandı.

Nitekim Draghi’nin göreve getirilmesi de benzer bir kaygıyla oldu. İstifa eden Conte, aşırı sağ (Lega Nord) ve aşırı sol (5 Yıldız Hareketi) partilerin koalisyonunu bir arada tutacak, bağımsız bir başbakan olarak öne çıkmıştı. Ancak hem ülkedeki siyasi kutuplaşma hem de koronavirüs salgınının olağanüstü etkileri, Conte üzerindeki baskıyı arttırdı ve o da çareyi istifa etmekte gördü.

Çok onurlu bir istifa bana sorarsanız bu. “Bu sorunlarla baş edecek kapasitem yok,” diyerek işi bilenlere bırakmak. Bunun üzerine 2019’un Ekim ayında ECB’deki görev süresi dolan ve bir süredir kendi hâlinde yaşayan Draghi’ye bu krizden çıkmak için çağrı yapıldı. Ortamlarda “Süper Mario” olarak bilinen Draghi’nin öncelikli görevi Avrupa Birliği pandemi fonundan gelecek olan 209 milyar Euro’yu nasıl kullanacağını kararlaştırmak. Akıllı İtalyanlar, bu parayı çarçur etmek yerine, işi bilen birine teslim ediyorlar bir nevi.

Bu arada Türkiye’de Merkez Bankası’nda çarçur edilen 128 milyar doların hesabını soramıyoruz elbette. Tabi merkez bankasının net döviz rezervlerinin 2003’ten bu yana en düşük seviyeye gerileyişinin sebepleri de biz fanilere malum değil.

Elbette her başımız sıkıştığında teknokratlara çağrı yapmak da uzun vadede demokratik siyaset açısından sorunlu. Nitekim İtalya’da daha önceki teknokrat hükümetlerinin insanları farklı arayışlara ittiği ve merkez siyasetin de biraz bu yüzden çöküş trendine girdiği konuşuluyor. Son yıllarda hem sağda hem de solda “müesses nizam dışından” (anti-establishment) partilerin iktidara yürüyüşü en önemli politik meseleydi.

Ancak bir ülkenin önde gelenlerinden, bir topluluğun elitlerinden biraz da bunu beklemez misiniz? Ciddi bir krizle karşı karşıya olduğumuzda, işlerimizi “emin ellere” teslim edecek bir basiret göstermek, bize liderlik edenlerden görebileceğimiz en iyi “yönetim biçimi” değil midir? 2001 krizinde Kemal Derviş geldi de fena mı oldu?

Fahrettin Altun’un anlamadığı kısım da burası işte. Türkiye batsa bile Erdoğan’ın koltuğunda oturması için çabalayacak onun gibiler çünkü. Bu uğurda yılların birikimi olan kurumlar harcanmış, ülke değer üretemez hâle gelmiş, toplum derin bir yoksulluk ve umutsuzluğa itilmiş, hiç önemi yok onlar için. Yeter ki, “Erdoğan yönetsin, biz de nemalanalım.” Fakir ama gururlu genç edebiyatının çoktan Yeşilçam’da kalmış olması, refah ve istikrarın sağlıklı bir toplum için ehemmiyetinin anlaşılmış olması gerekirdi oysa.

E, bu durumda Süper Mario haksız mı yani?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

    • Para dünyayi yönetiyor.
      KIMIN PARASI ( TEKNOKRAT ) DAHA COK ISE DIGERINI ASSAGILAMA HAKI OLUYOR.

      Sonuc olarak hirarside hepsi de ayni merkeze calisir vesselam.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin